DERLEME | |
1. | Bouveret sendromu: Vaka temelli bir derleme; vaka sunumu, tanı yöntemleri ve tedavi yaklaşımları Bouveret’s Syndrome: A Case-Based Review, Clinical Presentation, Diagnostics and Treatment Approaches Murat Ferhat Ferhatoglu, Abdulcabbar KartalPMID: 32377127 PMCID: PMC7192252 doi: 10.14744/SEMB.2018.03779 Sayfalar 1 - 7 Kolesistoduodenal, kolesistogastrik veya daha nadir olarak koledokoduodenal fistülden geçen safra taşının mide distalinde veya proksimal duodenumda neden olduğu gastrik çıkış obstüksiyonu Bouveret sendromu olarak adlandırılır. Bouveret sendromu safra taşı ileusu olan hastaların %1-3'ünde görülür. Her ne kadar elektrohidrolitotripsi, lazer, ekstrakorporeal şok dalgası litotripsisi gibi yeni cihazlarla ve snare-forseps gibi klasik endoskopik cihazlarla safra taşlarının çıkarılması veya parçalanması gibi tedavi modaliteleri tanımlanmışsada, hastaların sadece %29'u cerrahi dışı yöntemlerden yararlanmaktadır. Taşın gastrotomi veya enterotomi ile çıkarılması ek olarak kolesistektomi yapılması, ikinci bir operasyonla da fistül onarımı yapılması komorbid hastalığı olan yaşlı hastalar için önerilen bir yaklaşımdır. Bu yazıda bir Bouveret sendromu vakası sunulmuştur. Yazarlar aynı zamanda bu nadir hastalığın tanı ve tedavisini gözden geçirmeyi ve bu konu ile ilgili literatür bilgilerini derlemeyi amaçlamıştır. (SETB-2018-04-054) |
2. | Adrenalektomide endikasyonlar ve cerrahi seçenekler Surgical Indications and Techniques for Adrenalectomy Mehmet Uludag, Nurcihan Aygun, Adnan IsgorPMID: 32377128 PMCID: PMC7192258 doi: 10.14744/SEMB.2019.05578 Sayfalar 8 - 22 Adrenalektomi endikasyonları; malinite şüphesi veya malign tümörler, malinite riski olan non-fonksiyonel tümörler ve fonksiyonel adrenal tümörlerdir. Fonksiyonel tümörlerin boyutu ne olursa olsun, bunlarda cerrahi endikasyon vardır. Fonksiyonel adrenal korteks kaynaklı olan tümörler; Cushing sendromunda fasikülata tabakasından kaynaklanan ve fazla glukokortikoid üreten adenomlar, Conn Sendromunda glomeruloza tabakasından kaynaklanan fazla aldesteron salgılayan adenomlar ve adrenal medulla kaynaklı fazla katekolamin salgılanmasına neden olan feokromositomada adrenalektomi endikasyonu vardır. Bazen hipofizer veya ektopik ACTH salgılanmasına bağlı Cushing hastalığında bilateral adrenalektomi uygulamak gerekebilir. Nadiren fazla adrenal androjen ve östrojen salgılayan adrenal korteksin retikülaris tabakasından kaynaklanan adenomlar da gelişebilir ve bunlarda da adrenalektomi endikasyonu vardır. Adrenal cerrahi laparaskopik veya açık teknikle uygulanabilir. Günümüzde seçilmiş hastalarda laparoskopik adrenalektomi altın standart tedavidir. Laparoskopik adrenalektomi transperitoneal veya retroperitoneoskopik olarak uygulanabilir. Her iki yaklaşımın birbirine göre avantaj ve dezavantajları vardır. Ameliyat tipi seçiminde hasta özellikleri ile birlikte cerrahın deneyimi ve alışkanlıkları da önemlidir. Dünyada en yaygın uygulanan ameliyat tipi çoğu cerrahın da daha aşina olduğu laparoskopik transabdominal lateral adrenalektomidir. Laparoskopik anterior transperitoneal yaklaşım, adrenalektomide en az tercih edilen laparoskopik yöntemdir. Retroperitoneal laparoskopik adrenalektomi posterior veya lateral yaklaşımla uygulanabilir. Laparaskopik cerrahi konvansiyonel laparoskopi yanında robot yardımlı olarak; transperitoneal veya retroperitoneal yolla uygulanabilir. Ayrıca konvansiyonel veya robot yardımlı laparoskopik adrenalektomi transabdominal veya retroperitoneal olarak tek port yöntemiyle de uygulanabilmektedir. Günümüzde bilateral adrenal kitlelerde, multipl adrenal tümörlerin gelişme riski olan herediter hastalıklard, adrenalde soliter kitlelerde özellikle laparoskopik tekniklerle parsiyel adrenalektomi uygulanabilmektedir. Malignite veya malignite şüphesinde, büyük tümörlerde, laparoskopik cerrahinin kontraendike olduğunda açık cerrahi endikasyon vardır. Ayrıca laparoskopik cerrahide yaklaşık %5 oranında açığa dönme riski vardır. Özellikle malign veya malignite şüphesi olan büyük tümörlerde açık transperitoneal anterior yaklaşım en sık uygulanan açık girişimdir. Bu girişim orta hat insizyonu, bilateral veya unilateral subkostal insizyon, Makuuchi veya modifiye Makuuchi insizyon ile uygulanabilir. Özellikle büyük malign lezyonların blok olarak çıkarılmasında torakoabdominal insizyon yapılması gerekebilir. Açık retroperitoneal yaklaşım posterior veya lateral yolla uygulanabilir. (SETB-2019-12-157) |
ORIJINAL ARAŞTIRMA | |
3. | İnsizyonel Fıtık Onarımında Operasyon Tekniğinin Nükse Etkisi The Effects of Operation Technique on Recurrence of Incisional Hernia Repair Turan Acar, Nihan Acar, Yunus Sür, Erdinç Kamer, Kemal Atahan, Hüdai Genç, Mehmet HacıyanlıPMID: 32377129 PMCID: PMC7192261 doi: 10.14744/SEMB.2019.23334 Sayfalar 23 - 28 Amaç: Fıtık gelişimini önlemek için insizyon tipinin seçimi, insizyonun kapatılma şekli ve kullanılan sütür materyali önemli faktörlerdir. Amacımız en az nükse yol açacak en iyi yöntemi, en iyi teknikle uygulamak olmalıdır. Cerrahi seçenekler arasında, primer onarım ve mesh ile açık veya laparoskopik onarım yer alır. Meshli onarım meshin tespit edileceği alana göre onlay, sublay veya inlay olarak yapılabilir. Bu retrospektif çalışmada, insizyonel herni nedeniyle onlay veya inlay teknik ile herni tamiri yapılan hastalarda ki nüks oranını karşılaştırmayı amaçladık. Metod: Ocak 2012- Ekim 2017 tarihleri arasında, kliniğimizde insizyonel herni nedeni ile opere ettiğimiz 185 hastanın çalışmaya dahil edildiği retrospektif bir çalışmadır. Hastaları onlay herni tamiri yapılanlar (Grup 1) ve inlay herni tamiri yapılanlar (Grup 2) olmak üzere iki gruba ayırdık. Her iki grupta da aynı özellikte (prolen) mesh kullanılmıştır. Bulgular: Grup 1’de 121, Grup 2’de 64 hasta mevcut idi. Verilere göre, hastaların %64.3'ü kadın, tüm hastaların yaş ortalaması 58.4 ± 16.4 yıldı. Hastaların %29.2’sinde postoperatif komplikasyon (seroma-hematom, cerrahi alan enfeksiyonu, yama rejeksiyonu, postoperatif ileus gibi) gelişti. Hastanede yatış süresi Grup 1'de 4,2 ± 3 gün ve Grup 2'de 5,6 ± 5 gündü. Ortalama izlem süresi 48.6 ay (24-93 ay) olup, nüks oranları Grup 1'de %5.8 (n: 7) ve Grup 2'de %10.9 (n: 7) idi. Gruplar arasında komorbidite, postoperatif komplikasyon, yatış süresi ve nüks açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlendi. Sonuç: Biz inanıyoruz ki, eğer sadece prolen mesh kullanıyorsak, onlay teknik inlay tekniğe göre daha uygun olacaktır, çünkü inlay teknik de nüks oranı daha yüksektir. (SETB-2019-10-131) |
4. | Ampirik antireflü tedavisinin laringofaringeal ve gastroözofageal reflü hastaliği üzerine etkisi The Effects of Empiric Antireflux Treatment on Laryngopharyngeal and Gastroesophageal Reflux Disease Semra Külekçi, Cigdem Kalaycik Ertugay, Sema Zer TorosPMID: 32377130 PMCID: PMC7192262 doi: 10.14744/SEMB.2018.55632 Sayfalar 29 - 35 Amaç: Çalışmamızda ampirik lansoprozol tedavisinin laringofaringeal reflü (LFR) semptomları ve endoskopik larinks bulguları ile gastroözofageal reflü (GÖR) semptomları üzerine etkinliği araştırılmıştır. Yöntem ve Gereçler: Çalışmamızda LFR ile ilişkili semptomları olan 67 olgu prospektif olarak incelenmiştir. Hastaların şikayetleri boğaz ağrısı, boğaz yanması, balgam çıkarma, postnazal akıntı, boğaz temizleme ihtiyacı, disfoni, vokal yorgunluk, öksürük, globus hissi, disfaji ve halitosis semptomlarını içeren 11 soruluk LFR semptom skorlaması anketi ile değerlendirildi. GÖR yakınmaları ise 12 soruluk GSFS (Gastroözofageal reflü hastalığı semptomlarının frekans skalası) anketi kullanılarak sorgulandı. Larinks bulguları 70° endoskop ile posterior larinks, interaritenoid bölge ve aritenoidler ayrı ayrı olarak ödem, eritem ve noduler görünüm açısından değerlendirildi. Bütün semptom ve bulgular en hafiften şiddetliye doğru derecelendirilip skorlandırılmıştır. Hastalara 1 aylık günde tek doz 30 mg lansoprozol tedavisi uygulandıktan sonra LFR ve GÖR semptomları ile larinks bulguları tekrar değerlendirildi. Tedavi öncesi ve sonrası veriler istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Bulgular: LFR semptom skorlarının tamamında ve GSFS skorlarının toplamında tedavi sonrası anlamlı azalma saptanmıştır. Endoskopik larinks bulgularından posterior larinks, interaritenoid bölge ve aritenoidler üzerindeki nodüler görünümde tedavi ile istatistiksel olarak anlamlı şekilde iyileşme görülmüştür. Her üç bölgedeki eritemde tedavi ile düzelme saptanmamıştır.Posterior larinks ve interaritenoid bölge ödeminde istatistiksel olarak anlamlı gerileme saptanmıştır. Aritenoid ödeminde ise anlamlı iyileşme görülmemiştir. Sonuç: Kısa süreli antireflü tedavisi LFR semptomlarının tamamında, GÖR semptomlarının büyük bir kısmında düzelme sağlamasına rağmen reflünün larinks bulguları üzerinde tam iyileşme sağlayamamıştır. Bulgular üzerinde daha belirgin iyileşme için uzun süreli tedavi etkinliğinin araştırılması gerekmektedir. |
5. | Laparoskopik Sleeve Gastrektomi’nin vücut kitle indeksi 35 kg/m² nin altındaki hastalarda glukoz metabolizması üzerine etkisi The Effects of Laparoscopic Sleeve Gastrectomy on Glucose Metabolism in Patients with a Body Mass Index below 35 kg/m² Burçin Batman, Hasan AltunPMID: 32377131 PMCID: PMC7192253 doi: 10.14744/SEMB.2019.17999 Sayfalar 36 - 40 Amaç: Obezite sıklığı ve buna bağlı yandaş hastalıklar günümüzde hızla ve yükselen oranda artmaktadır. Laparoskopik sleeve gastrektomi günümüzde dünya genelinde en sık uygulanan bariatrik cerrahi olarak yerini almıştır. Özellikle tip2 diyabet hastalarında tedavide en etkin tedavi yöntemlerinden biridir. Bu çalışmanın amacı laparoskopik sleeve gastrektomiyi takiben hastalarda glukoz metabolizması üzerindeki etkilerini incelemektir. Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada Mart 2013 ile Eylül 2019 tarihleri arasında vücut kitle indeksi 35kg/m2 den küçük olan ve laparoskopik sleeve gastrektomi uygulanan 174 hastanın dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Hastalar ameliyat öncesi dönemde multidisipliner bir ekip tarafından değerlendirildi. Laparoskopik sleeve gastrektomiye uygun kriterleri sağlayan hastalar Amerikan Metabolik ve Bariatrik Cerrahlar Birliği kriterlerine göre ameliyata alındı. Demografik veriler, vücut kitle indeksi, insülin, glikozillenmiş hemoglobin (HbA1c), glukoz, homeostaz modeli insülin direnci (HOMA-IR) değerleri kaydedildi. Hastalar ameliyat sonrası 1-3-6 ve 12. aylarda ve sonrasında yıllık olarak planlanan poliklinik ziyaretleri ile takip edildi. Bulgular: Laparoskopik sleeve gastrektomi uygulanan 174 hastanın ortalama yaşı 39,57±9,40, ortalama vücut kitle indeksi 32,70±2,65 idi. 149 hasta (%85,6) kadındı. Hastane yatışı ortalama 3,1±0,7 gün idi. Hastaların glukoz, HbA1c, HOMAR-IR ve insülin değerlerine bakıldığında 12 aylık izlemde düşüşün istatistiksel olarak anlamlı olduğu izlendi. Ameliyat öncesi dönemle karşılaştırıldığında vücut kitle indeksinde de anlamlı bir düşüş izlendi. Sonuçlar: Laparoskopik sleeve gastrektomi vücut kitle indeksi 30-35kg/m2 olan hastalarda glukoz metabolizması üzerine etkili bir ameliyattır. (SETB-2019-10-127) |
6. | Tip 2 Diabetes Mellitus Hastalarında Bilişsel Fonksiyonlar Ve Polinöropati İlişkisi The Relationship between Polyneuropathy and Cognitive Functions in Type 2 Diabetes Mellitus Patients Sibel Mumcu Timer, Emin Timer, Nihan Parasız Yükselen, Münevver Çelik GökyiğitPMID: 32377132 PMCID: PMC7192255 doi: 10.14744/SEMB.2018.37929 Sayfalar 41 - 46 Amaç: Tip 2 Diabetes Mellitus (DM)’un hafif bilişsel bozukluk (HBB), Alzheimer hastalığı ve vasküler demans için bir risk faktörü oluşturduğu bilinmektedir. Ancak Tip 2 DM’nin kognitif fonksiyonlarda bozulmaya öncelikle hangi patofizyolojik mekanizmalarla yol açmaya başladığı ve bu bozulmanın DM’nin hangi döneminde başladığı henüz bilinmemektedir. Bu çalışmanın amacı diabetik polinöropatili hastaların bilişsel işlevlerini, polinöropati saptanmayan kontroller ile, Standardize Mini Mental Test (SMMT) ve Montreal Bilişsel Değerlendirme Ölçeği (MOBİD) kullanarak karşılaştırmak ve polinöropati varlığının bilişsel bozukluk gelişiminde öngörücü bir faktör olup olmayacağını değerlendirmektir. Gereç ve yöntem: Merkezimiz EMG laboratuvarına polinöropati ön tanısı ile Ocak 2014 ve Ocak 2015 tarihleri arasında yönlendirilen Tip 2 DM tanılı hastalar çalışmaya dahil edildi. Elektrofizyolojik incelemeleri yapılan hastalar polinöropati varlığı açısından değerlendirildi. Polinöropati bulguları saptananlar hasta grubunu, polinöropati saptanmayanlar ise kontrol grubunu oluşturdu. Tüm olgulara SMMT ve MOBİD uygulandı. Çalışmaya alınan hastaların demografik verileri, eğitim süreleri kaydedildi. Hipertansiyon, koroner arter hastalığı varlığı sorgulandı. Şikayetleri, hastalık süreleri, almakta oldukları tedaviler sorgulandı, son 3 ay içindeki glikozile hemoglobin (HBA1C) değerleri ve muayene bulguları kaydedildi. Hasta ve kontrol grubu istatistiksel yöntemlerle kıyaslandı. Bulgular: Çalışmamıza dahil olan 81 hastanın 34’ünde(%42) elektrofizyolojik olarak polinöropati varlığı gösterilmiştir. Polinöropati saptanan grupta, polinöropati saptanmayan gruba kıyasla yaş, hastalık süresi, HBA1C ortalamaları daha yüksekti (sırasıyla; p=0,024, p=0,000, p=0,016). Ancak iki grubun SMMT ve MOBİD puanları arasında istatistiksel anlamlı farklılık saptanmadı. Her iki grupta da SMMT kesme değeri 24’ün altında puan alan hasta saptanmadı. Polinöropatili gruptaki 34 hastadan 17’sinin(%50), kontrol gruptaki 47 hastadan 19’unun(%40,4) MOBİD kesme değeri 21’in altında puanlar aldığı görüldü. İki grup arasında istatistiksel anlamlı farklılık saptanmadı. Tüm DM hastalarının ortalama MOBİD değeri MOBİD kesme değeri olan 21 olarak tespit edildi. Ayrıca tüm Tip 2 DM hastalarında bilişsel bozukluğu etkileyen faktörler lojistik regresyon analizi ile değerlendirildiğinde eğitim süresinin bilişsel bozukluğu etkileyen bağımsız faktör olduğu saptandı (OR=8,167; p=0,001). Sonuç: Çalışmamızda, polinöropatisi olan ve olmayan Tip 2 DM hastalarının SMMT ve MOBİD ile değerlendirilen bilişsel test skorları arasında istatistiksel anlamlı fark saptanmamıştır. Ancak çalışmamızın kesitsel olması bu konuda yorum yapmamıza engeldir. Polinöropati varlığının Tip 2 DM’de bilişsel bozukluk gelişiminde öngörücü faktör olup olmayacağını aydınlatabilmek için daha geniş örneklem grubuna sahip ve uzun erimli izlem çalışmalarına ihtiyaç vardır. Ayrıca periferik nörolojik tutulum bulguları izlenmese de, Tip 2 DM’li hastalarda MOBİD kesme değerine göre düşük skorlar saptanabileceği ve Tip 2 DM popülasyonunda MOBİD’in eğitim düzeyinden etkilenebileceği gösterilmiştir. |
7. | Akciğer Kitlelerinin Bilgisayarlı Tomografi Eşliğinde Transtorasik Kalın İğne Biyopsisi; Teknik, Komplikasyonlar ve Tanısal Yeterlilik Oranı Computed Tomography-guided Transthoracic Core Needle Biopsy of Lung Masses: Technique, Complications and Diagnostic Yield Rate Cennet Şahin, Onur Yılmaz, Burcin Ağrıdağ Üçpınar, Ramazan Uçak, Uğur Temel, Muzaffer Başak, Aylin Hasanefendioğlu BayrakPMID: 32377133 PMCID: PMC7192247 doi: 10.14744/SEMB.2019.46338 Sayfalar 47 - 51 Amaç: Bilgisayarlı Tomografi klavuzluğunda yapılan kalın iğne biyopsisinin akciğer kitlelerinin histopatolojik tanısında önemli bir rolü vardır. Bu çalışmanın amacı, kliniğimizde akciğer kitlelerine yönelik bilgisayarlı tomografi kılavuzluğunda yaptığımız perkütan kalın iğne biyopsi sonuçlarımızı paylaşmaktır. Yöntem: Kurumumuzda toplam 117 hastanın akciğer kitlelerine yönelik Bilgisayarlı Tomografi klavuzluğunda perkütan yolla kalın iğne biyopsisi yapıldı. İşlem sonrası komplikasyon ve tanısal yeterlilik oranları ve radyolojik-patolojik tanısal korelasyon retrospektif olarak değerlendirildi. Bulgular: Hastaların 23’inde (% 20) komplikasyon (20 (%17) pnömotoraks; 3 (%3) kanama) meydana geldi; 5'sinde (toplam hasta sayısının %4’sı) göğüs tüpü takılması gerekti. Komplikasyon oranları ile hasta cinsiyeti / yaşı, tümör hacmi / lokalizasyonu veya iğne hattı uzunluğu arasında anlamlı fark bulunmadı (p> 0.05). Toplamda 85 primer akciğer kanseri vakasının 77'sinde (% 91) radyo-patolojik tanı sonuçları tutarlıydı. Sonuç: Bilgisayarlı Tomografi klavuzluğunda yapılan kalın iğne biyopsisi akciğer kitlelerinin tanısında kabul edilebilir komplikasyon oranları ile yüksek tanısal değere sahiptir. (SETB-2019-10-133) |
8. | Adrenal kitlelere laparoskopik yaklaşım: 5 yıllık tek Merkez Deneyimi Laparoscopic Approach to the Adrenal Masses: Single-Center Experience of Five Years Mehmet Köstek, Nurcihan Aygün, Mehmet UludağPMID: 32377134 PMCID: PMC7192254 doi: 10.14744/SEMB.2019.40225 Sayfalar 52 - 57 Amaç: Günümüzde, laparoskopik adrenalektomi adrenal bezlerde kitlesi olan uygun hastalar için altın standart tekniktir. Bu çalışmada laparoskopik adrenalektomi uygulanmış hastaların postoperatif sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık. Metod: Ocak 2014 ile Ekim 2019 yılları arasında opere edilen 76 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Bu hastalara laparoskopik transabdominal adrenalektomi uygulandı. Demografik bilgileri, preoperatif endikasyonları, intraoperatif ve postoperatif komplikasyonları, mortalite ve hastanede yatış süreleri değerlendirildi. Bulgular: Ortalama yaşları 47.2±11.7 (22-71 arasında) olan 76 hastaya (30 erkek, 46 kadın) laparoskopik adrenalektomi uygulandı. Kitleler hastaların 39'unda sağda, 33'ünde solda idi. 3 hastada bilateral adrenal kortikal hiperplazi mevcuttu. 1 hasta ise paraganglioma nedeniyle opere edildi. Açık operasyona dönüş 4 hastada(%5,26) gerçekleşti. 9 hastada(%11,8) intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar görüldü. Operasyon esnasında ve sonrasındaki komplikasyonlar dalaktan kanama(2 vaka), böbrek üst polden kanama(1 vaka), renal arter yaralanması(1 vaka), karaciğer parankiminden kanama (2 vaka), dalak ve pankreasta iskemi(1 vaka), ince bağırsak yaralanması(1 vaka), insizyonel herni(1 vaka) şeklindeydi.Komplikasyon oranları, kabul edilebilir ve literatürdeki diğer çalışmalarla uyumlu oranlarda izlendi. Sonuç: Laparoskopik adrenalektomi düşük açık operasyona dönüş oranları ve kabul edilebilir komplikasyon oranları ile uygun hastalarda güvenli bir şekilde uygulanabilmektedir. (SETB-2019-12-148) |
9. | Psoriasis Hastalarında Trombosit Sayısı ve Ortalama Trombosit Hacmi Platelet Count and Mean Platelet Volume in Psoriasis Patients Ezgi Ozkur, Sıla Seremet, Fatma Sule Afsar, Ilknur Kıvanç Altunay, Emel Erdal ÇalıkoğluPMID: 32377135 PMCID: PMC7192260 doi: 10.14744/SEMB.2018.69370 Sayfalar 58 - 61 Amaç: Psoriasis, kronik, inflamatuar, immun aracılı bir cilt hastalığıdır ve trombositler patofizyolojisinde rol oynadığı bilinmektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda MPV (ortalama trombosit hacmi), trombosit aktivasyonunun bir belirteci olarak kabul edilmektedir. Biz çalışmamızda psoriasis hastalarının MPV ve trombosit düzeylerini, sağlıklı kontrol grubuyla karşılaştırmayı ve bunu hastalık şiddetiyle korele etmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem(ler): Yirmi sekiz psoriasis ve yaş ve cinsiyet olarak eşlenmiş 30 sağlıklı kontrol hastasının dahil edildiği bir vaka-kontrol çalışması dizayn ettik. Her iki grupta hematoloji parametreleri, sedimentasyon hızını ölçerek grupları arasında karşılaştırdık ve bu değerleri ayrıca hasta grubunda PAŞİ (Psoriasis Alan Şiddet İndeksi) skorlarıyla korelasyonunu değerlendirdik. İstatistiksel analiz SPSS (Versiyon 15.0) kullanılarak yapıldı. PAŞİ ve diğer parametreler arasındaki ilişki için Spearmen Korelasyon Analizi kullanıldı. Bulgular: MPV ve trombosit sayısı psoriasis grubunda sağlıklı kontrollere göre istatistiksel olarak anlamlı yüksekti (p=0,012, p=0,015). Ayrıca trombosit sayısıyla PAŞİ skorları arasında pozitif yönde istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı(r=0,424, p=0,025). Sedimentasyon hızı ise gruplar arasında farklı değildi. Sonuç(lar): Literatürde bildirilen psoriasis ile hematolojik parametrelerin ilişkisini ortaya koymaya yönelik çalışmaların sonuçları, birbirleriyle çelişkilidir. Biz MPV ve trombosit sayısını psoriasisli hastalarda yüksek saptadık ve sonuçlarımız psoriasisin patogenezinde trombositlerin rol oynadığını destekler niteliktedir ve ileride tedavi sonuçlarının takibinde kullanılabilir. |
10. | Liken planus hastalarında dislipidemi: Vaka-kontrol çalışması Dyslipidemia in Lichen Planus: A Case-control Study Ezgi Özkur, Ece Uğurer, İlknur Kıvanç AltunayPMID: 32377136 PMCID: PMC7192257 doi: 10.14744/SEMB.2018.48108 Sayfalar 62 - 66 Amaç: Liken planus (LP) deri,mukoz membranlar,saçlı deri ve tırnakları etkileyen kronik inflamatuar bir hastalıktır.Daha önce yapılan çalışmalarda diabetes mellitus ve dislipidemi prevelansı LP hastalarında daha yüksek saptanmıştır.Fakat bu çalışmaların çoğu retrospektif ve geriye dönük lipid düşürücü ilaç kullanan hastaların dahil edildiği veritabanı taraması şeklinde idi.Bu çalışma LP ve dislipidemi ilişkisini incelemeyi hedefleyen prospektif bir vaka-kontrol çalışmasıdır. Yöntem: Bu çalışma 49 LP hastası ve 99 sağlıklı kontrol üzerinde yapılmıştır.Tüm hastalar klinik ve histopatolojik incelemeye,kontrol grubu ise klinik incelemeye tabi tutulmuştur.Analiz edilen değişkenler yaş,cinsiyet,sigara kullanımı,hipertansiyon,lipid profilleri ve açlık kan glikozudur. Bulgular: Hasta grubunda serum trigliserit,total kolesterol ve LDL kolesterol düzeyleri daha yüksekti.Fakat,istatiksel olarak anlamlı fark saptanmadı.Hasta ve kontrol gruplarının yaş ortalamaları,cinsiyet,sigara içiciliği ve hipertansiyon oranlarında anlamlı fark saptanmadı. Sonuçlar: Bu prospektif vaka-kontrol çalışması, ortalama lipit değerlerinin LP hastalarında daha yüksek olduğunu ortaya koymuştur.İstatiksel olarak anlamlı olmasa da; klinisyenler bu ilişkiden haberdar olmalı ve bu hastaları dislipidemi için taramayı düşünmelidir. |
11. | Üst Ekstremite Yaralanması Olan Hastaların Demografik Özellikleri Ve Ameliyat Sonrası İlk 24 Saatte Yaşananların Retrospektif Analizi The Retrospective Analysis and the Demographics of Upper Extremity Injury Patients and Their Problems in the First 24 Hours After Operation Şükran Öztürk, Kamuran Zeynep SevimPMID: 32377126 PMCID: PMC7192256 doi: 10.14744/SEMB.2018.26790 Sayfalar 67 - 72 Amaç: Çalışmada üst ekstremite yaralanması sebebiyle Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Kliniğinde yatarak takip edilen hastaların demografik özellikleri, etiyolojik faktörleri, tıbbi tanıları retrospektif olarak incelenerek bu hastaların ameliyat sonrası ilk 24 saatte içinde yaşadığı sorunların belirlenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Şişli Hamidiye Etfal Eğitim Araştırma Hastanesi Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Kliniğine üst ekstremite yaralanması nedeniyle başvuran 82 hasta çalışmaya alınmıştır. Bu hastalar operasyon sonrası ilk 24 saat içinde ağrı, bulantı, kusma, kanama, ajitasyon varlığı, ödem, üst ekstremite immobilizasyonu gerekliliği, dolaşım problemleri şikayetleri açısından retrospektif olarak incelenmiştir. Bulgular: Hastaların etiyolojik faktörleri incelendiğinde; 54 hastanın kesici ve delici alet ile, 10 hastanın cama yumruk atma nedeniyle, 15 hastanın iş kazası sonucu, 2 hastanın trafik kazası sonucu ve 1 hastanın da darp nedeniyle yaralandığı tespit edilmiştir. Hastaların operasyon sonrası yaşadığı sorunlar arasında, hastada %45 oranda (n=36) ağrı, %7 oranında bulantı ve kusma(n=5), %14 oranında yara yerinden pansumanı kirletecek tarzda kanamalarının olduğu (n=11) ve bütün hastaların üst ekstremitede immobilizasyonu sağlamak amacıyla alçı atel uygulandığı, ödemi önlemek amacıyla kol elevasyonu yapıldığı saptanmıştır. Ayrıca ilk 24 saatte %2 oranında ödem,%16 oranında aşırı ağrıya bağlı ajitasyon, %8 oranında da ciltte ya da uzuvda dolaşım problemi yaşadıkları saptanmıştır. Sonuç olarak: Hastaların yaralanma tiplerini ve postoperatif yaşadıkları sorunları kategorize etmek üst ekstremite yaralanmaları sonrası oluşabilecek postoperatif değişikliklerin kolay ve doğru yönetilmesini sağlayacağını düşünmekteyiz. (SETB-2018-03-042) |
12. | Guillain Barre Sendromu: Tek Merkez Deneyimi Guillain Barre Syndrome: A Single Center Experience Onur Akan, Canan Emir, Cihat Örken, Serap ÜçlerPMID: 32377137 PMCID: PMC7192259 doi: 10.14744/SEMB.2019.82598 Sayfalar 73 - 77 Amaç: Guillain Barre sendromu (GBS) tanılı hastaların epidemiyolojik, klinik ve elektrofizyolojik özelliklerini gözden geçirmek Gereç ve Yöntem: Nöroloji Kliniğinde Mart 2013 ve Ağustos 2017 tarihleri arasında GBS tanısıyla yatarak tedavi gören 30 hastanın klinik ve demografik verileri retrospektif olarak incelendi. Hastalar yoğun bakım ünitesinde (YBÜ) yatış durumuna göre iki gruba ayrıldı. Bulgular: Toplam 30 hastanın 7’si (% 23.3) kadın, 23’ü (% 76.7) erkek olup yaş ortalaması 46.9 ±19.61 idi. Erkek cinsiyeti YBÜ (-) grupta daha baskındı (%81∼%62). Hastaların % 86.7’sinde GBS öncesi enfeksiyon öyküsü mevcuttu. YBÜ (+) grupta üst solunum yolu enfeksiyonu (ÜSYE), YBÜ (-) grupta alt solunum yolu enfeksiyonu (ASYE) ve akut gastroenterit (AGE) oranları fazla bulundu (p =0.007). YBÜ (+) grupta alt ekstremitelerden başlayan güçsüzlük daha yaygın idi (p =0.011). YBÜ (+) olanlarda diplopi ve dizartri görülmezken ataksi ve disfaji oranı görece daha yüksek bulundu (p =0.001). Elektrofizyolojik incelemede % 26.7 oranında demiyelinizan polinöropati, % 30.1 oranında akut aksonal polinöropati, % 13.3 oranında akut sensoriyal aksonal polinöropati saptandı. YBÜ’de yatanlarda akut motor ve sensorial nöropati (AMSAN) ön planda iken YBÜ(-) grupta demiyelinizan polinöropati daha sıktı (p =0.04). Olguların % 26.7’sine mekanik ventilasyon uygulandı. Ölüm oranı % 6.8 bulundu. Sonuç: YBÜ(+) GBS hastalarında ÜSYE, YBÜ (-) olanlarda AGE ve ASYE ana tetikleyici faktör olarak görünebilir. Asendan güçsüzlük, disfaji ve ataksi oranı YBÜ (+) GBS hastalarında görece daha yaygındır. YBÜ (-) grupta demiyelinizan polinöropati, YBÜ (+)’de ise AMSAN ön plandadır. Çok merkezli randomize çalışmalar GBS epidemiyolojisi konusunda daha aydınlatıcı olacaktır. (SETB-2018-01-02) |
13. | Şişli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesinin Nozokomiyal Enfeksiyon Etkenleri; 1995 ve 2017 verilerinin karşılaştırması Nosocomial Infection Agents of Şişli Hamidiye Etfal Training and Research Hospital: Comparison of 1995 and 2017 Data Mehmet Emin Bulut, Ahsen OnculPMID: 32377138 PMCID: PMC7192263 doi: 10.14744/SEMB.2019.03271 Sayfalar 78 - 82 Amaç: Mortalite ve morbiditenin önemli nedenlerinden olan hastane enfeksiyonları (HE) tedavisi zor, maliyeti yüksek ancak önlenebilir enfeksiyonlardır. Bu çalışma ile Şişli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesinde hastane enfeksiyonları ve etkenlerinin saptanması ve yerel verilerimizin belirlenmesi amaçlandı. Ayrıca 1995 yılı ve günümüz verileri karşılaştırılarak bu süreçte etken dağılımındaki değişim irdelendi. Gereç ve Yöntem: 1995 ve 2017 yıllarında 1 Haziran – 31 Aralık arası dönemde hastane enfeksiyonu etkenleri değerlendirildi. Hastanemiz Mikrobiyoloji laboratuvarına bu dönemlerde yatan hastalardan kültür için gönderilen çeşitli materyallerden elde edilen ve hastane enfeksiyonu etkeni olarak değerlendirilen izolatlar çalışmaya dahil edildi. Bakteri tanımlaması; 1995 yılında geleneksel yöntemler ile, 2017 yılında ise MALDİ-TOF MS ile yapıldı. Bulgular: 1995 yılında pediatrik ve yetişkin toplam 100 hastadan izole edilen etkenlerin 48’i Pseudomonas aeruginosa (48/100), 37’si Klebsiella spp (37/100); 2017 yılında ise en sık etkenler Acinetobacter baumannii (37/179) ve Klebsiella spp (41/179)) olarak belirlendi. 2017 yılına gelindiğinde bakteri çeşitliliğinin de arttığı gözlendi. Sonuç: İzole edilen etkenler incelendiğinde eskiden olduğu gibi, gram negatif bakteriler ön planda olduğu, 2017 yılında Pseudomonas azalırken önemli direnç sorunu oluşturan Acinetobacter baumannii oranının arttığı görülmektedir. (SETB-2018-12-168) |
14. | Geçici iskemik atakli hastalarin gözden geçirilmesi; tani ve takipte bir klinik deneyimi The Review of Transient Ischemic Attack Patients: An Experience of a Clinic about Diagnosis and Follow-up Eda Kılıç Çoban, Songul Senadim, Ayşe Yilmaz, Hayriye Küçükoğlu, Ayhan Köksal, Dilek Atakli, Aysun SoysalPMID: 32377139 PMCID: PMC7192245 doi: 10.14744/SEMB.2018.20438 Sayfalar 83 - 87 Amaç: Geçici iskemik atak (GİA); akut, fokal serebral veya monooküler disfonksiyona ait kısa süreli semptomlarla karakterize olan genel olarak 24 saatten kısa süren epizodlardır.İskemik inme geçiren hastaların % 10-15’nin öyküsünde GİA vardır (3-6). Bu hastaların % 18’i ilk 3 ay içinde inme geçirirken ABCD2 skorlaması ile hastalardaki yakın dönem inme riski belirlenebilmektedir. Çalışmamızın amacı GİA hastalarında risk faktörlerini ortaya koymak, etyolojiyi ve lezyon varlığını belirlemek, hastaların 90 günlük takipleri boyunca gelişmiş inme oranını saptamaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Ocak 2012- Ocak 2018 tarihleri arasında, yaşları 29-93 arasında değişen 68’i (%54.8) erkek toplam 124 GİA hastası alındı. Hastaların anamnezleri alınarak, nörolojik ve sistemik muayeneleri yapıldı. Hastaların GİA süresi, risk faktörleri kaydedildi, ABCD2 skorları hesaplandı. Tüm hastaların açlık kan glukoz düzeyi, lipid değerlerine bakıldı. BBT ve DWI Beyin MR çekildi. Tüm hastalara Elektrokardiyografi, transtorasik Ekokardiyografi, karotis ve vertebral arter dopler ultrasonografi ve/veya MR anjiografi çekildi. Bulgular: Çalışmaya 56’sı kadın toplam 124 hasta alındı, hastaların yaş ortalaması 63.04 ±16.77 ‘di. Hipertansiyon en fazla görülen risk faktörüydü (% 50.8). 91 hasta (%73.4) herhangi bir antiagregan tedavi almazken, 27 hasta antitrombotik tedavi, 6’sı antikoagülan tedavi almaktaydı. Antitrombotik tedavi alanların ABCD2 skorları anlamlı olarak yüksek tespit edildi (p=0,019). 52 hastanın ABCD2 skoru 4’ün altında, 72 hastanın ≥4 bulundu. % 67.7 hastada etyoloji belirlenemedi. Hastaların % 16.9’unda akut iskemik lezyon tespit edildi. Hastaların % 58’i oral antikoagülan tedavi ile taburcu edildi. 5 hastanın tekrarlayan iskemik inme geçirdiği gözlendi. Sonuçlar: GİA ta iskemik inme ile benzer risk faktörleri mevcuttur, çoğu hastada etyoloji belirlenememekte hastalar en sık oral antikoagülan tedavi ile taburcu olmaktadır. (SETB-2018-02-027) |
15. | Tükürük Bezi Onkositik Lezyonlarında Morfolojik ve İmmünohistokimyasal Bulgular Oncocytic Lesions of Salivary Glands with Morphological and Immunohistochemical Findings Seyhan Özakkoyunlu Hasçiçek, Deniz Tunçel, Özlem Ünsal, Fevziye KabukcuoğluPMID: 32377140 PMCID: PMC7192248 doi: 10.14744/SEMB.2018.04935 Sayfalar 88 - 93 Amaç: Tükürük bezi tümörleri (TBT), tüm baş boyun tümörlerinin %5’inden azını oluşturur. Tümör tipleri arasında belirgin morfolojik benzerlikler yanısıra aynı tümör içerisinde dikkat çekici morfolojik çeşitlilik görülebilir. Bu tümörler 4. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) baş boyun tüm.rleri sınıflamasına göre onkositik lezyonlar; nodüler onkositik hiperplazi, onkositom ve onkositik karsinom olarak gruplanır. Onkositik hücreler birçok primer tükürük bezi neoplazisinin komponenti olabileceği gibi metastatik maligniteleri akla getirmektedir. Ayırıcı tanıda bir çok lezyonun yeraldığı bu grupta tanı aşamasında deneyimlerimizin paylaşılması amaçlandı. GereН ve YЪntem: Kliniğimizde 2016-2017 yıllarında tanı alan tükürük bezi onkositik lezyonları 4. DSÖ baş boyun tümörleri sınıflaması ışığında hematoksilen eozin kesitler yanısıra periodik asit shift (PAS), diastaza dirençli periodik asit shift ( D-PAS) ve p63, DOG1, sitokeratin 7 (CK7), androjen reseptör (AR), PAX8, CD10 immünohistokimyasal belirleyiciler ile yeniden değerlendirilmiştir. Bulgular: 21 olgunun 19’u benign, 2’si malign tanısı almıştır. Benign lezyonların 18’i Warthin tümörü (WT) iken 1 olgu nodüler onkositik hiperplazinin eşlik ettiği onkositom olarak değerlendirilmiştir ve nadir görülen bir vaka olması sebebiyle dikkat çekmektedir. Malign tanısı alan olgulardan biri onkositik hücrelerden baskın asinik hücreli karsinom (AciCCA), diğer olgu yüksek dereceli tükürük bezi kanal karsinomu (SDCA) tanısı almıştır. Sonuç: Pratikte nadir görülmeleri ve heterojen olabilen morfolojik bulguları sebebiyle tanı güçlükleri yaşadığımız bu grup lezyonlar histokimyasal ve immünohistokimyasal bulguları ile literatür eşliğinde sunulmuştur. |
16. | Spontan Pnömotoraks Tedavisinde Torakoskopik Rezeksiyon Thoracoscopic Resection in the Treatment of Spontaneous Pneumothorax Mesut Demir, Melih Akın, Meltem Kaba, Şeyma Filiz, Nihat Sever, Çetin Ali Karadağ, Ali İhsan DokucuPMID: 32377141 PMCID: PMC7192249 doi: 10.14744/SEMB.2018.88310 Sayfalar 94 - 97 Amaç: Torakoskopik rezeksiyonla tedavi edilen primer spontan pnömotorakslı (PSP) hastaları retrospektif olarak değerlendirmek. Yöntem: 2010–2016 yılları arasında Video yardımlı torakoskopik cerrahi (VATS) ile tedavi ettiğimiz PSP hastalarımızı geriye dönük olarak değerlendirdik. Bulgular: Çalışma döneminde 10 hasta spontan pnömotoraks nedeni ile hastanemize başvurdu. Yaşları ortalama 16.6 (16–17) olan 5 çocuk (3 erkek, 2 kız) VATS ile opere edildi. Hastaların üçünde bleb, bir hastada Konjenital Kistik Adenomatoid Malformasyon (CCAM) tip 2, sonuncusunda ise patolojik incelemede kronik amfizemli doku vardı. Postoperatif takip süresi herhangi bir komplikasyon olmaksızın 2.2 (1–4) yıldı. Tartışma: Spontan pnömotoraks özellikle ergen yaşlarda görülen bir hastalıktır. Başlıca nedenler apikal segment bül formasyonu ve bleblerdir. VATS özellikle apikal segmentlere ulaşmak ve kolay rezeksiyon yapmak için avantajlıdır. Blebler, CCAM ve amfizemli akciğer dokusu spontan pnömotoraksa neden olabilir. |
17. | Ekspoze olmuş kalp pillerinin fasyakütan lokal flep yardımı ile kurtarılması Salvage of the Exposed Cardiac Pacemakers With Fasciocutaneous Local Flaps Alper Aksoy, Daghan Dagdelen, Selami Serhat SirvanPMID: 32377142 PMCID: PMC7192250 doi: 10.14744/SEMB.2018.16769 Sayfalar 98 - 102 Amaç: Bu çalışmada mekanik olarak ekspoze olmuş ileri yaş hastalarda kalp pillerinin fasyakütan lokal flep yardımı ile kurtarılmasının etkinliği araştırıldı. Metod: Ocak 2014 - Ocak 2018 tarihleri arasında kalp pili ekspozisyonu nedeni ile tedavi edilen on hasta (altı kadın, dört erkek; Ort. yaş 66,2 yıl) geriye dönük olarak incelendi. Tedavi edilen hastaların tamamında cerrahi onarım pilin yerleştirildiği saha debridmanını takiben, rejyonel fasyakütan flebler ile yumuşak doku onarımı gerçekleştirildi. Bulgular: Yalnızca bir hastada erken dönemde hematom görüldü ve revizyon yapıldı. Hastaların tümü başarılı bir şekilde tedavi edildi. Takip döneminde herhangi bir komplikasyon gözlenmedi. Sonuç: Mekanik ekspozisyon olan ileri yaş hastalarda hastalarda kalp pilinin etrafındaki kapsülün eksizyonu ve fasyakütan lokal flebler ile onarımı, ekspoze olmuş kalp pili olgularında kullanılan etkin bir tedavi yöntemidir. (SETB-2018-04-057) |
OLGU SUNUMU | |
18. | Difüzyon MR: Elastofibroma dorsi’de yeni tanı aracı Diffusion MR: A New Diagnostic Tool for Elastofibroma Dorsi Uğur Temel, Aslı Akgül, Salih TopcuPMID: 32377143 PMCID: PMC7192251 doi: 10.14744/SEMB.2018.78309 Sayfalar 103 - 107 Amaç: Elastofibroma dorsi (ED) sıklıkla skapula alt polünü içeren bölgede ele gelen şişlik şeklinde büyüyen kitle lezyon olarak ortaya çıkar. Nadir bir benign neoplazi olan ED’nin klinik prezentasyonu ve radyolojik karakterizasyonu ön-tanı için yeterli olabilmektedir. Karakteristik özelliklerinin görüntüleme yöntemleri ile daha net ortaya konması özellikle riskli vakalarda biyopsi ve eksizyonel cerrahi uygulanmadan tanıya gidişi kolaylaştıracaktır. Metod: Asemptomatik ya da ağrılı cilt altı lezyon ile klinikte görülen 10 hasta değerlendirildi. Toraks Bilgisayarlı Tomografi (BT), Manyetik Rezonans (MR) Görüntüleme ve ayırıcı tanıda yeni ve daha faydalı bir tetkik olabilecek Difüzyon - MR hastaların değerlendirilmesinde kullanıldı. Sonuçlar: Tüm hastalara cerrahi uygulandı. Peroperatif frozen-section biyopsi ile tanı alınarak total eksizyon gerçekleştirildi. Kesin patoloji sonuçları da ‘benign’ olarak öğrenilen hastaların postoperatif dönem ve takipleri sorunsuz idi. Tartışma: Difüzyon-MR radyolojik olarak belirli kriterlere dikkat çekerek nadir ve benign bir tümör olan elastofibroma dorsi tanısında daha aktif kullanım ile riskli hasta grubunda majör bir cerrahiden kurtarabilir. (SETB-2018-02-024) |
19. | Dev İnfantil Karaciğer Hemanjiomu: Olgu Sunumu ve Cerrahi Teknik Giant Infantile Hepatic Hemangioma: Case Report and Surgical Technique Mehmet Özgür Kuzdan, Altan Alim, Reyhan Alim, Suleyman Celebi, Seyithan Özaydın, Birgül Karaaslan, Cemile BesikPMID: 32377144 PMCID: PMC7192244 doi: 10.14744/SEMB.2018.00087 Sayfalar 108 - 112 Giriş: İnfantil karaciğer hemanjiomu, cocuklarda en sık görülen selim karaciğer tümörlerindendir. En sık semptomlar; karında kitle, anemi ve kalp yetmezliğidir. Tedavisi, hastadaki bulgulara göre sadece klinik takipten başlayarak karaciğer nakline kadar değişebilir. Çalışmamızda olguya yapılan ameliyat tekniğinin detayları sunuldu. Olgu: Doğum sonrası solunum durmasına neden olan dev karaciğer hemanjiomu tespit edilen, 11 günlük yenidoğan olgu sunuldu. Sonuç: Farklı klinik davranışlarıyla karşımıza çıkabilen infantil karaciğer hemanjiomlarının büyük ve semptomatik olanları ameliyat edilmektedir. Cerrahlar açısından nadiren görülen bu olgular için cerrahi tekniğin paylaşılması faydalı olacaktır. (SETB-2018-04-058) |
20. | Konjenital sifiliz ile prenatal barsak hiperekojenitesi ve nekrotizan enterokolit birlikteliği Congenital Syphilis Presenting with Prenatal Bowel Hyperechogenicity and Necrotizing Muhittin Celik, Ali Bulbul, Sinan UsluPMID: 32377145 PMCID: PMC7192246 doi: 10.14744/SEMB.2018.22605 Sayfalar 113 - 116 Konjenital sifiliz, treponema pallidum'un vertikal geçişinden kaynaklanan ciddi bir hastalıktır. Klinik bulgular gebeliğin evresi, fetüsün gestasyonel haftası, maternal tedavi ve fetusun immünolojik yanıtına göre ortaya çıkmaktadır. Semptomatik yenidoğanlarda; erken doğum, düşük doğum ağırlığı, nonimmün hidrops fetalis, nekrotizan enterokolit (NEK), hepatomegali, deri döküntüleri, trombositopeni, hemolitik anemi ve ateş tespit edilebilir. İkinci trimesterden itibaren barsak hiperekojenite nedeni ile takip edilen, gebeliğin 29. haftasında 1,160 gr olarak doğan kız bebekte postnatal solunum yetmezliği, hepatomegali, anemi ve trombositopeni saptandı. Bebekte ve annesinde Venereal Disease Research Laboratory titreleri pozitif, doğrulama testi olan Treponema pallidum hemaglütinasyon tetkiki reaktifti. Penisilin 10 gün uygulandıktan sonra anemi ve trombositopeni düzeldi. Postnatal 15. günde aniden perfore nekrotizan NEK geliştiği görüldü. 3 kez NEK nedeniyle cerrahi müdahale yapılmasına rağmen klinik ve laboratuvar bulgular düzelmeyen hasta yaşamın 54. gününde kaybedildi. Konjenital sifilizin hem prenatal bağırsak hiperekojenitesi hem de NEK nedeni olduğu kanısındayız. (SETB-2018-08-113) |