ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
Şişli Etfal Tıp Bülteni - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 35 (2)
Cilt: 35  Sayı: 2 - 2001
ORIJINAL ARAŞTIRMA
1.
Kronik Hepatitlerde Evreleme ve Gradeleme
Staging and Grading of Chronic Hepatitis
Özgür Duman, Zuhal Akcören
Sayfalar 7 - 11
Makale Özeti |Tam Metin PDF

2.
Tavşan Siyatik Sinirlerinde Oluşturulan Defektlerin Onarımında Sinir Grefleri ile Ven ve Ters Ven Greftleri Karşılaştırılması: Deneysel Çalışma
The comparasion of nerve grafts with vein and reverse vein grafts in repairing defects produced in rabbit sciatic nerves: Experimental study
Sait Dindoust, Kemal Uğurlu, Nuri Arıkan, Çağrı Sade, Canan Tanık, Sacit Karamürsel
Sayfalar 12 - 21
Amaç: Periferik sinirin geniş defektli yaralanmalarında onarım bölgesindeki gerilimi azaltmak için greft uygulanması gerekir. Kullanılan greft, regenere olan aksonlara distal sinir ucuna doğru kılavuzluk dışında, rejenerasyon için aktif, metabolik ortam sağlamalıdır. Bu amaçla; klasik olarak otojen sinir segmentleri, greft olarak kullanılır. Sinir greftinin alındığı yerde duyu kaybı oluşumu ve yeterli uzunlukta bulunamaması, alternatif otolog greft arayışlarını devam ettirmektedir.
Materyal ve Metod: Bu çalışmada tavşan siyatik sinirlerinde oluşturulan defektlerin onarımında sinir grefleri ile ven ve ters ven greftleri karşılaştırılmıştır. Çalışmada, 12 şer tavşanlık 3 grup oluşturuldu. Her grup içinde 4’er tavşana sinir, düz ven ve ters (iııvagiııe) ven greftleri uygulandı. Sinir rejenerasyonun durumu 1.,3.ve 5.ay sonunda elektrofızyolojik ve histopatolojik olarak değerlendirildi. Sinir, düz ve ters ven greftleri, elektrofizyolojik olarak latens dönem ve amplitüd, histopatolojik olarak ise liflerin organizasyonu, miyelin kılıf ve konjonktif doku yönünden karşılaştırıldı.
Bulgular: Elektrofizyolojik incelemelerde bütün deney gruplarında greft yoluyla iletimin oluştuğu saptandı. 1. ay sonunda değerlendirilen grupta sinir, ven ve ters ven greftlerinin latens dönemleri istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermezken, sinir greftlerinin amplitüd değerleri önemli ölçüde yüksek bulundu. Bütün gruplarda 3. ve 5. ayda latens dönemler kısaldı, amplitüd değerlerinde artış görüldü. Tüm olgularda sinir rejenerasyonu gözlendi. Olguların erken dönem (1.ay) değerlendirmesinde daha az aksonal rejenerasyon ve miyelinizasyon gözlenirken, geç dönemde (3. ve 5. ay) her grupta rej e ne rasy onun daha iyi olduğu, miyelinli liflerin sayıca arttığı ve daha düzenli olduğu görüldü. Sinirlerin vaskülarizasyonu ters ven grefti uygulananlarda daha iyiydi. Miyelinizasyon, sinir ve ters ven greftlerinde birbirine yakın iken ven greftinde daha az saptandı.
Sonuç: Uzun dönemde (5 ay grubu içinde) sinir greftleri ile ters ven ve ven greftleri arasında elektrofizyolojik ve histopatolojik değerlendirmede istatistik olarak anlamlı fark görülmedi.
Object: It is necessary to administer grafts to treat peripheral nerve injuries with wide defect. The graft used in the treatment of peripheral nerve defects must not only make guidence to developing axons towards distal nerve endings, but also provide an active surrounding for regeneration and promotion. Autogen nerve segments can be used as grafts for this purpose. The loss of sensation at the derivation region of the graft and sometimes absence satisfactory length of the graft caused a demand to alternative autolog grafts.
Materyal and Method: Nerve, standard and inside-out vein grafts were used in this study in the repair of achieved defects in the sciatic nerves of rabbits. For this purpose, 3 groups were established containing 12 rabbits each. Nerve, standard and inside-out vein grafts were administered to 4 rabbits Per group and the level of nerve regenerations were evaluated by electrophysiologic and histopathologically at the end of 1., 3. and 5. months. The nerve, stadard and inside-out vein frafts were compared electrophysiologically relating to their latence period and amplitude, and histopathologically relating to their fibre organisation, myelin sheath and conjunctive tissue.
Results: In electrophysiological examinations, conduction via the grafts was observes in all treatment groups. In the group examined at the end of one month, no statistically important difference was observed among the latence periods of nerve, standard and inside-out vein grafts, but the amplitude values of nerve grafts was increased significantly. Latence periods shortered gradually ana amplitud values increased. Nerve regeneration was observed in every circumstance, while lesser axonal regeneration and myélinisation were observed during the early evaluations (1 month), better regeneration, increased and more orderly myelinated fibers were observed during later periods (3. and 5. month ). The vascularisation of nerves was better in inside-out graft treated animals. Myélinisation was similar in nerve and inside-out vein grafts and lesser in standard vein grafts.
Conclusion: No statistical importance was observed between electrophysiologic and histopathologic observations of insicle- out vein and standard vein graft groups during longer periods (5 months).

3.
Adölesanlarda ve Genç Erişkinlerde Kemik Tümörleri
Bone tumors in adolescents and young adults
Mehtap D. Çalış, Öznur Aksakal, Yusuf Başer, Alpaslan Mayadağlı, Oktay İncekara
Sayfalar 22 - 26
AMAÇ: Bu çalışmada 1989-1999 tarihleri arasında kliniğimize müracaat eden adölesan ve genç erişkin genç erişkin dönemi kemik tümörü tamlı hastalar retrospektif olarak değerlendirilmiştir.
GEREÇ VE YÖNTEM: 1989-1999 tarihleri arasında 15-30 yaş arası kemik tümörü tanılı 50 hasta kliniğimize müracaat etmiştir. Erkek hasta 37, kadın hasta 13 idi.( Erkek / Kadın: 2.8). 20 hasta osteosarkom (%40), 13 hasta Ewing sarkomu (%26), 5 hasta malign fibröz histiositom‘dur (%10). Tümörün en sık yerleşim yeri; 25 hasta (%50) ile alt ekstremdedir. 9 hasta stage 4b (%18), 14 hasta stage 4a (%28), 22 hasta stage 2b (%44), 5 hasta stage lb dir. En sık akciğer metastazı görülmüştür. Hastaların 38‘ine (%76) sistemik kemoterapi, 32‘sine (%64) radyoterapi uygulanmıştır. Ortalama sağ kalım süresi 18 aydır (2-66 ay).
SONUÇ: Sağ kalım üzerine en etkili faktör olarak; uzak metastazın lokalizasyonu bulunmuştur.
PURPOSE: This study evaluates retrospectively those patients diagnosed with adolescent and young adult bone tumors whose applied to our clinic between 1989-1999.
RATIONALE AND METHOD: Between 1989-1999, 50 patients, aged between 15-30, with bone tumors diagnosis applied to our clinic. 37 were male and 13 were female (Men/Women: 2.8) 20 patients had osteosarcoma (40%), 13 had Ewing‘s sarcoma (26%), 5 had hasta fibrous histiocytoma malignant (10%). The most frequent tumor localization was the lower extremity (25 patients, 50%). 9 patients were at stage 4b (18%), 14 were at stage 4a (28%), 22 patients were at stage 2b (44%) and 5 patients were at stage lb (10%). Lung metastasis was the most frequent one. 38 patients (76%) received systemic chemotherapy and 32 patients (64%) received radiotherapy. The average survival period was 18 months ( Range 2-66 months).
RESULTS: The factor effecting survival was found as a localization of metastdsis.

4.
Sıçanlarda Deseroze Çekumda Dikişle Tamir ve Açık Bırakmada Post Operatif Adezyon
Postoperative adhesion after deserousing cecum in rats stitch repair versus leaving bare
Sadık Yıldırım, Hakan M. Köksal, M. Fevzi Celayir, Adil Baykan
Sayfalar 27 - 31
Amaç: Postoperatif adezyon önemli bir cerrahi problemdir ve önlenmesi uzun yülardır cerrahların ilgisini çekmiştir. Bu çalışmanın amacı sütürle kapamanın adezyon formasyonu ve fîbrotik olayları önlemek amacıyla yarayı açık bırakmaya karşı üstünlüklerinin araştırılmasıdır.
Materyal ve Metod: 65 Wistar Albino sıçan (200-250g) iki gruba ayrıldı. 1.Grup 3-post-op günde, 2.Grup ise 9. post-op günde feda edildi. Her iki grupta deseroze yüzeyi açık bırakılan Grup la ve 2a, deseroze yüzey 410 âtravmatik ipek ile tamir edilen Grup lb ve 2b olmak üzere iki alt gruba ayrıldı Adezyon skoru için alınan tüm kat çekum duvarındaki fibrin düzeyi, fibrozis, subserozal eozmofili sonuçları istatistiksel olarak değerlendirildi.
Bulgular: Grup 1a ve Grup 1b arasında makroskopik adezyon ve fibrin düzeyi arasında herhangi bir fark saptanmadı. Grup2b‘deki tüm sıçanlarda adezyon oluştu. 2a ve 2b‘deki adezyon kıyaslandığında anlamlı olarak bulundu. Subserozal eozinofili Grup la‘da anlamlı olarak yüksekti. Grup 2b‘de subserozal eozinofiliye rastlanmazken Grup2a‘da seyrekti. Tüm gruplarda fibroblast saptandı ancak Grup2b‘deki sıçanlarda daha belirgindi.
Sonuç: Açık serozal yüzey sütürle onarılırsa oluşan fibrinöz adezyon, yoğun fibröz adezyona dönüşmektedir. Bundan dolayı, uygun durumlarda peritoneal defektleri spontan kapanmaya bırakmanın daha çok tercih edilebilir bir yaklaşım olabileceğini düşündük.
Aim: Postoperative intraabdominal adhesion is an important and unsolved surgical problem. The prevention of postoperative adhesions has been a complex problem for surgeons from all disciplines for many decades.To investigate the benefit of leaving the bare serousal area open over stitching procedure to prevent adhesion formation and the reformation of serosal layer are the aims of this study.
Material and method: Sixty-five Wistar Albino rats(200-250 g) were allocated to two groups. Each group divided into two subgroups.An area of serosa of cecum denuded in both groups of rat. Bare area left alone in group la and 11a rats and stitch repaired in Group lb and lib rats.Group I and II rats killed on 3rd and 9th postoperative day respectively. Adhesion severity score determined, full thickness cecum wall obtained for hystologic examination to assess fibrin grading, fibrosis, subserosal eosynophyls (ptah, haemotoxylen-eosine and fibrin stains). Reformation of serosal layer particularly emphasized.
Results: No difference noted in adhesion severity score and fibrin grading between group la and group lb.In group lib all rats had adhesion and difference in adhesion severity between I la and lib were significant. Subserosal eosynophyls were significantly increased in group la. No subserosal eosynophyls found in group lib, while in group 11a fibroblasts there were scarce. Fibroblasts found in both groups, but were prominent in group lib rats. Similarity of fibroblasts to mesothelial cells and increased eosynophyls in non-suture repaired rats imply role of eosynophyls on changing fibroplastin to mesothelial cells.
Conclusion: If the bare serosal surface approximated by suture the fibrinous adhesion formed changes into dense fibrous adhesion. Therefore, we suggested that allowing peritoneal defects to heal spontaneously may enhance serosal reformation.

5.
Serulein ile Oluşturulan Deneysel Akut Pankreatit Modelinde; Loksiglumid ve Okreotid’in Akut Pankreatit Şiddeti Üzerine Etkileri
The role of loxiglumide or loxiglumide plus ocîreotide in the prevention of cerulein induced acute pancreatitis
Sadık Yıldırım, M. Fevzi Celayir, Hakan M. Köksal, Damla Sakız, Levent Erdem, Adil Baykan
Sayfalar 32 - 38
Amaç: Bütün pankreatit modellerinde (diyet, duktus bağlanması ve sekretuar ilaçlar ile indüklenme) mekanizma pankreasın dokusu içinde asiner enzim aktivasyonu gibi benzer olaylarla tetiklenir. Kolesistokinin (CCK) analoğu serulein ile oluşturulan akut pankreatitin şiddetinin CCK reseptör antagonisti ile değiştirilebileceği tartışmalıdır. Bu çalışmada, bir CCK reseptör antagonisti olan loksiglumidi serulein ile oluşturulmuş akut pankreatit modelinde, serulein indüksiyonu öncesi kullanarak, tek başına ve oktreotid ile birlikteki etkisini karşılaştırmalı olarak araştırdık.
Materyal ve Metod: Çalışmamızda her biri 30 sıçan içeren 3 deney ve 10 sıçan içeren 1 kontrol grubu oluşturuldu. Grup 1’de deneklere serulein 4 doz subkutanöz olarak verildi. Grup 2’de serulein enjeksiyonlarından 30 dakika önce loksiglumid, grup 3’te ise loksiglumide ek olarak okrerotid deneklere uiygulanmıştır. En son serulein enjeksiyonundan 6,12 ve 24 saat sonra her gruptan 10 sıçan ameliyat edilip biyokimyasal analiz için kanları alınıp, histolojik değerlendirme için de pankreas dokusu rezeke edilmiş ve değişiklikler değerlendirilmiştir.
Sonuçlar: Serum amilaz ve laktat dehidrojenaz (LDH) değerleri ve histolojik akut pankreatit kriterlerine göre grup 2 ve 3’te akut pankreatitin şiddeti düşüktü. Pankreatit şiddeti açısından grup 2 ve 3 arasında fark yoktu.
Tartışma: Pankreatit oluşumundan 30 dakika önce kullanılan loksiglumid oluşturulan pankreatitin şiddetini azaltmıştır. Loksiglumide ek olarak kullanılan oktreotidin bir katkısı gösterilememiştir.
Background: In all acute pancreatisis models (diet induced, duct ligation and secretogogue induced) similar starting events triggered: acinar enzyme activation within pancreas, it is controversial that severity of acute pancreatitis induced by cholecystokinin (CCK) analogue, cerulein, might be altered by CCK receptor antagonists. In this study we assessed the affect of loxyglumide, a CCK receptor analogue given before induction of acute pancreatisis by cerulein and compared the result when ocreotide plus loxyglumide given.
Methods: Three groups of rat consisting of 30 rats, and 10 control rats included in the study. Group 1 rats were given cerulein subcutaneously, Group 2 rats were given loxyglumide 30 minutes before cerulein injection, and Group 3 rats were given loxyglumide plus octreotide 30 minutes before cerulein injection. After 6,12 and 24 hours of the last cerulein injection 10 rats in each group operated and blood taken for biochemical analysis and pancreas resected for hystologic examination and changes observed were evaluated.
Results: Severity of acute pancreatisis was lower in Group 2 and 3 rats as demonstrated by amylase, lactate dehydrogenase (LDH) levels and histologic acute pancreatisis criteria. No difference in severity found between Group 2 and 3.
Conclusion: Loxyglumide shown to decrease severity of acute pancreatitis when given 30 minutes before induction of pancreatitis. Octreotide pretreated with loxyglumide has no supplemental affect.

6.
Nütrisyonel Rikets Tedavisinde Kalsiyum, Yüksek Doz D Vitamini ve Bunların Birlikte Olduğu Tedavi Yöntemlerinin Karşılaştırılması
Comparisons of oral calcium, high Dose vitamin D and combination of these in the treatment of nutritional in children
Günsel Kutluk, Feyzullah Çetinkaya, Muzaffer Başak, Merih Evküre, Metin Uysalol, Cengiz Asılsoy
Sayfalar 39 - 42
Amaç: Nütrisyonel rikets ülkemizde ve gelişmekte olan birçok ülkede hala sık görülen bir çocuk sağlığı sorunudur. Asıl sebebi olarak D vitamini eksikliği gösterilse de bazı araştırmacılar iyi güneş alan ülkelerde bu hastalıktan sorumlu olan faktörün D vitamini eksikliğinden ziyade kalsiyum eksikliği olduğunu iddia etmektedir. Bu çalışmanın amacı İstanbul’ un bir bölgesinde gelir düzeyi düşük ailelerin çocuklarında görülen nütrisyonel rikets tedavisinde hangi tedavi yönteminin daha etkili olduğunu ortaya koymaktır.
Materyal ve metod: Çalışmaya yaşları 6-30 ay arasında değişen riketsli 45 çocuk alınmış ve bunlara rastgele olarak, çift kör yöntemle dört haftalık D vitamini (300,000 U i.m.), kalsiyum (3 gri gün) veya bunların birlikte olduğu tedavilerden biri uygulanmıştır. Tedaviye cevabı değerlendirmek için serum kalsiyum, fosfor ve alkalenfosfataz düzeyleri bakılmış ve radyolojik değerlendirme için 10 aşamalı bir radyografik puanlama uygulanmıştır.
Bulgular: Tedavi ile her üç grupta da serum kalsiyum düzeylerinde artış, alkalen fosfataz düzeylerinde azalma olmuşsa da asıl düzelme D vitamini ile beraber kalsiyum alan grupta olmuştur.
Sonuçlar: Bölgemizdeki nütrisyonel riketsin asıl sebebi olarak D vitamini eksikliği görünmektedir. Ancak, tedaviye en iyi cevap tek başına kalsiyumdan ziyade tek başına D vitamini veya D vitamini ile beraber kalsiyum verildiğinde ortaya çıkmaktadır.
Objective: Nutritional rickets still remains a common child health problem ind Turkey and many other developing countries. Although vitamin D deficiency is accepted as the basic problem underlying the disease, some others postulate that a deficiency of dietary calcium, rather than vitamin D, is often responsible for the nutritional rickets in sunny countries. We conducted a placebo-controlled study to determine the best treatment form in nutritional rickets in children from a lower socioecenomic group in İstanbul.
Study design: We enrolled 45 infants (aged 6-30 months) with rickets in a randomized, doble-blind, controlled trial of 4 weeks of treatment with vitamin D (300,000 U i.m.), calcium, phosphorus and alkaline phosphatase and used a 10-point radiographic score to assess the response to treatment.
Results: Treatment produced an increase in serum calcium and a decrease in alkaline phosphatase concentration in all three groups, but the most important increase was reached in vitamin D plus calcium group.
Conclusions: Vitamin D deficiency appears to be the primary etiologic factor of rickets in our children with rickets but a better response to treatment with vitamin D or in combination with calcium were taken than to treatment with vitamin calcium alone.

7.
İlaç Allerjisi Olmayan Çocuklarda Penisilin Duyarılılığı
Penicillin Sensitivity Among Children without any History of Drug Adverse Reactions
Yakup Çağ, Feyzullah Çetinkaya, Günsel Kutluk, Metin Uysalol, Merih Evküre
Sayfalar 43 - 45
Amaç: Betalaktam antibiyotiklerde oluşan tip 1 hipersensitivite reaksiyonları tıptaki tüm ilerlemelere rağmen tüm dünyada önemli bir klinik sorun olmaya devam etmektedir. Bu çalışmada hiçbir ilaç alerjisi öyküsü olmayan çocuklarda penisilin duyarlılığı araştırılmıştır.
Materyal ve metod: Yaşları 6-13 (ortalama 8.931.98) yıl arasında değişen toplam 147 çocukta Benzil Penisilol Polilizin (PPL) ve Minör Determinant Karışımı (MDM) içeren solüsyonlar kullanılarak önce prik, sonra intradermal testler yapılmış, ek olarak da ev tozu akarları ve mantarlar gibi sık rastlanan bazı allerjenlere karşı duyarlılık araştırılmıştır.
Bulgular: Çalışma grubunu oluşturan çocuklarda penisilin duyarlılığı oranı %15.64 olarak bulunmuştur. Bir vakada PPL ile test sonrasında anafılaksi gelişmiştir. Ayrıca vakaların bir kısmında ev tozu akarları ve mantarlara karşı da duyarlılık bulunmuş, ancak bu allerjenlere karşı duyarlı olmanın penisiline duyarlılığı artırmadığı görülmüştür.
Sonuçlar: Penisilin ve diğer beta-laktam antibiyotiklerin aşırı kullanımı çocuklarda klinik belirti oluşturmadan duyarlılaşmaya yol açabilir.
Objective: IgE-mediated acute systemic reactions to penicillin continue to be an important clinical problem throughout the world in spite of every kind of advances in medicine. In this study the prevalence of penicillin sensitivity among children without known drug reactions was researched.
Study design: Prick and intradermal skin testing were performed with benzylpenicillol (PPL) and Minor Determinant Mixture (MDM) in 147 children aged 6-13 (mean 8.931.98) years. In addition, sensitivity to some common allergens such as house dust mites and moulds was also tested.
Results: The overall frequency of positive skin reactions was 15.6%. a mild anaphylactic rieaction occurred in a child just after testing with PPL. Some of the children were also sensitive to common allergens but these children were not more sensitive to penicillin allergens.
Conclusions: We concluded that excessive usage of penicillins and other beta-lactam antibiotics may lead to sensitization of children without clinical symptoms.

8.
Lentrikülostriat Arter Enfarktları ile Orta Serebral Arter Kortikal Dal Enfarktlarının Prognoz Karşılaştırması
Comparison of prognosis in patients wİtp subcortical Infarction in the territory of lenticulostriate artery and in patients with cortical infarction in the territory of middle cerebral artery
Çiğdem Gülal Diler, Dilek Necioğlu Örken, Yunus Diler, Münevver Çelik, Hulki Forta
Sayfalar 46 - 49
AMAÇ: Lentikiilostriat arter (LSA) alanında subkortikal enfarktı ve orta serebral arter (OSA) alanında kortikal enfarktı olan hastalarda klinik tablo ve prognozun karşılaştırılması.
MATERYAL VE METOD: Akut dönemde ve yakınmaların 1. haftasında kranyal bilgisayarlı tomografi (BT) ve/veya manyetik görüntüleme (MR) ile lezyonları görüntülenen 15 LSA ve 18 OSA olgusu çalışmaya alındı. Tüm olgularda nörolojik muayene bulguları ile risk faktörleri kaydedildi. İki grup, NIH stroke skalası ve 6-8. haftalar arasında Barthel indeksi uygulanarak karşılaştırıldı, istatistik testi olarak, student-t testi kullanıldı.
BULGULAR: LSA ve OSA gruplarının Barthel indeksi ve NIH stroke skalaları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).
SONUÇ: Çalışmamızda prognoz açısından iki grup arasında fark saptanmadı. Bu sonuç, prognozu belirleyen öncelikli etkenin motor sistem tutuluşu olduğunu düşündürdü.
OBJECTIVE: To compare the clinical findings and outcome in patients with subcortical infarction in the territory of lentikulostriate artery (LSA) and with cortical infarction in the territory of middle cerebral artery (MCA).
MATERIALS AND METHOS: Fifteen patients with LSA and 18 patients with MCA infarction, who had cranial computed tomography and/or magnetic resonance imaging at the onset-of the symptoms and/or 1 week after, were included in the study. Neurological findings and risk factors were enrolled. The outcome in the two groups were compared using NIH stroke scale and Barthel index.
RESULTS: There was no significant difference between the two groups in NIH stroke scale values and Barthel uindexes.
CONCLUSION: There was no significant difference in the outcome between the two groups. Our results suggested that the main factor to decide the outcome is the involvement of the motor system.

9.
Pipelle Biyopsisi ile Dilatasyon ve Küretajın Endométrial Örneklendirmedeki Etkinliklerinin Karşılaştırılması
The comparison between pipelle biopsy and dilatation curettage for endometrial sampling
Almila Bal Yıldız, Oya Aygün Mutlu, Canan Eren, Sabri Kartal, Alparslan Baksu, Necmettin Yıldız, Sibel Özsoy, Nimet Göker
Sayfalar 50 - 58
AMAÇ: Çalışmamızda dilatasyon ve kiiretaj ile pipelle biyopsisinin doğru tanı oranı, seıısitivite, spesifisite, histerektomi lıistopatolojilerini belirleyebilnıe gibi endometrial örneklemenin etkinliğini gösteren parametreler açısından karşılaştırıldı. Anormal uterin kanamaların değerlendirilmesinde endometrial patolojilerin tanısında etkinlik, güvenilirlilik ve hasta tarafından kabul edilebilirlik açısından her iki metodun birbirine üstünlüğü olup olmadığı irdelendi.
MATERYAL VE METOD: Şişli Etfal Eğitim ve Araştırına Hastanesi 1.kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’nde 1.8.1999- 1.6.2000 tarihleri arasında histerektomi endikasyonu alan 45 hasta ve anormal uteriıı kanama tanısıyla endometrial örnekleme endikasyonu alan 36 hasta çalışmaya alındı. Hastalara pipelle biyopsisi sonrası dilatasyon ve kiiretaj uygulandı. Endometrial örnekleme yapılan 36 hastadan 10 tanesine ve çeşitli nedenlerle histerektomi endikasyonu alan 45 hastaya histerektomi uygulandı.
BULGULAR: Müdahaleler sırasında hastaların hissettikleri ağrı şiddetleri karşılaştırıldığında dilatasyon ve kiiretajla (D&C) hissedilen ağrı şiddetinin istatistiksel olarak pipelle yönteminden daha fazla olduğu gözlendi (p<0.005). Pipelle biyopsisinin doğru tanı oranı %63.6, sensitivitesi %75, spesifitesi %97, D&C’nin doğru taııı oranı %78.1, sensitivitesi %100, spesifitesi %97.4 olarak saptandı. Pipelle biyopsisiyle %25, D&C ile %16 oranında yetersiz materyal elde edildi. Yetersiz materyaller postmenopozal olgularda çoğunluktaydı. Atrofik endometrium saptamada pipelle biyopsisinin sensitivitesi %12.5, D&C’nin sensitivitesi %25 olarak bulundu. Endometrial polipin saptanmasında pipelle biyopsisi ve D&C’nin sensitiviteleri sırasıyla %0 ve %100 idi. Adeııokarsiııom ve basit hiperplazinin saptanmasında her iki yöntemin sensitivitesi %100 olarak belirlendi.
SONUÇ: Premenopozal ve post nıenopozal kanamalı hastalarda ııltrasonografide endometrial polip veya subnıuköz nıyom şüphesi varsa endometrial örnekleme histeroskopi rehberliğinde yapılmayıdır. Eğer böyle bir şüphe yoksa pipelle biyopsisi güvenli ve yeterli sonuçlar vermesi ve kolay uygulanabilmesi nedeniyle D&C’ye tercih edilebilir. Postmenopozda ve ııltrasonografide endometrium kalınlığının 4 mm’ııin altında olduğu olgularda yüksek yetersiz materyal oranı nedeniyle pipelle biyopsisi veya D&C yerine histereskopi rehberliğinde biyopsi uyugulanabilir.
OBJECTIVE: We compared pipelle biopsy with dilatation and curettage in parameters such as sensitivity, specifisity, accuracy, predictibility and patient tolerability.
STUDY DESIGN: 45 patients scheduled for histerectomy and 36 patients with diagnosis of abnormal uterine bleeding scheduled for endometrial sampling were admitted. Pipelle biopsy followed by dilatation and curettage were applied to ech patient. Histerectomy was applied to 10 of the 36 patients with abnormal uterine bleeding and 45 patients with previous indications for histerectomy.
RESULTS: The pain felt during dilatation amd curettage (D&C) was more in comparison to pipelle biopsy (p<0.005). The accuracy, sensitivity and specifisity of pipelle biopsy was 63.6%, 75% and 97%, respectively. These parameters were found as 78.1%, 100% and 97.4% for D&C. Insufficient tissue was obtained in 25% of patients with pipelle biopsy and in 16% ofpatiens with D&C. Insufficient tissue specimens were mostly obtained from postmenoposal patients. In assesment of atrophic endometrium the sensitivities of of pipelle biopsy and D&C wer 12.5%, 25% respectively. The sensitivity of pipelle biopsy in assesment of endometrial polip was 0 % whereas sensitivity of D&C was 100%. The sensitivities in the assesment of adenocarcinoma and simple endometrial hyperplasia for both methods were 100%.
CONCLUSION: In premenoposal and postmenoposal patients with uterine bleeding, if there is a suspicion of submucozal myoma or endometrial polip in ultrasonography histerescopy guided endometrial biopsy should be done. If there is no such suspicion pipelle is as accurate as dilatation and curettage in assesment of endometrial patologies and more tolerable. In postmenoposal patients with endometrial thickness below 4 mm, measured by ultrasonography, histeroscopy guided biopsy can be preferred to pipelle biopsy and D&C due to their high rate of insufficient tissue sampling.

10.
Besleyici Jejunostomili ve Jejunostomisiz Total Gastrektomi Ameliyatlarımızın Karşılaştırılması
Total gastrectomy with and without feeding jejunostomy
Sadık Yıldırım, Hakan M. Koksal, M. Fezi Celayir, Adil Baykan, Levent Erdem, Hasan Toker
Sayfalar 59 - 61
Amaç: Proksimal gastrik kanserlerin kiiratif rezeksiyonu amacıyla ve yaygın eroziv gastrite bağlı ağır kanamaların kontrolünde total gastrektomi hala tercih edilen bir metodtur. Stapler kullanımının yaygınlaşması ve besleyici jejunostomiyle geniş gastrik rezeksiyonların operatif morbidite ve mortalitesinin azaldığı bildirilmiştir. Son çalışmalarda besleyici jejunostomiye bağlı bir komplikasyon olan tıkanıklığın zaman zaman görülmesi konu hakkında düşüncelerimizi sorgulamaktadır.
Materyal ve metod: Çalışmamızda hastanemizde 1994-1999 yılları arasında total gastrektomi yapılan 55 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. 20 hastaya besleyici jejunostomi açıldı. Tüm hastalarda postoperatif oral beslenme zamanı hastanede kalış süresi ve komplikasyonlar karşılaştırıldı.
Bulgular: Oral beslenmeye başlama zamanı jejunostomili grupta ortalama olarak 5±2 gün iken, diğer grupta 3±1 gün olarak saptandı. Hastanede kalış süresi jejunostomili grupta 14±3 gün oldu. Oysa jejunostomisiz grupta 10±3 gün olarak belirlendi. Her iki grupta da anostomoz kaçağı saptanmadı. Jejunostomi tüpü postoperatif 7-13 günler arası çekildi. 3 hastada jejunostomi tüpünün çekilmesini takip eden en az 3 gün boyunca tüp yerinden drenaj devam etti. Bu hastaların birinde tüp yerinden drenaj 8. güne sarktı. Jejunostomisiz grupta yara komplikasyonu gelişmedi. Tartışma: Total gastrektomilerin çoğunda besleyici jejunostomi gerekli değildir. Bu prosedür uygulandığında postoperatif komplikasyonlar ve hastanede kalış süresi uzamış gibi görünmektedir.
Background: Total gastrectomy for curative resection of proximal gastric cancer and in control of severe bleeding from extensive erosive gastritis is still recommended. Operative morbidity and mortality of this extensive gastric resection is reported to decrease with stapler use and feeding jejunostomy. But in recent studies impact of feeding jejunostomy in the patients questioned.
Material and methods: Between 1994-1999fifty-five patients undergone total gastrectomy were included in the study. In 20 patients feeding jejunostomy performed. We compared postoperative oral feeding time, hospital stay, complications in both patients.
Results: Mean time for starting oral feeding in jejunostomy group was 5±2 days whereas in other group it was 3±1 days. Hospital stay was 143 days in jejunostomy group and 10±3 days in non-jejunostomy group. No anastomotic leak encontered in both groups. Jejunostomy tube removed between 7-13 days postoperatively. In 3 patients jejunostomy wound drainage continued for at least 3 days after removing the tube. In one of these patients 8 days elapsed for cessation of the tube wound drainage. No wound complication occurred in non-jejunostomy group.
Conclusion: Feeding jejunostomy is not necessary in most of total gastrectomies. Postoperative complication and hospital stay seems to increase with this procedure.

OLGU SUNUMU
11.
Kranial Kondrosarkom: İki Olgu Sunumu
Cranial Chondrosarcoma: A Report Of Two Cases
Mehtap Dalkılıç Çalış, Varol Çalış, Öznur Aksakal, Yusuf Başer, Murat Taşkın, Oktay İncekara
Sayfalar 62 - 64
Kondrosarkomlar en sık görülen maligrı kıkırdak tümörleridir, tüm kranial boşlukta %0.15 oranında görülürler. Kondrosarkomların embriyonal kıkırdak kalıntılarından veya meningeal fibroblastlardan metaplazi ile geliştikleri tahmin edilmektedir. Genel olarak bir operasyonda optimal tümör çıkarılması önerilir. Radyoterapi bu tümörlerin önemli yapılara direkt komşuluğundan dolayı kullanılan diğer bir tedavidir. Biz bu makalede kranial kondrosarkom tamlı 34 yaşında bir erkek hasta ile 25 yaşında bir kadın hastayı sunduk.
The chondrosarcoma, the most malignant cartilage tumor, represents 0.15% of all cranial space occupying lesions. It is assumed that chondrosarcomas originate from remnants of embryonal cartilage or from metaplasia of meningeal fibroblasts. In general, an optimal tumor removal in one operation was advocated. Radiotherapy is another treatment for these tumors in the direct vicinity of essential structures. In this article we report two cases with the diagnosis of cranial chondrosarcoma, one of whom is a 34-year-old male, and the other is 25-year-old female.

12.
Ehler Danlos Sendromlu Hastada Gelişen Spontan İntrakraniyal Hipotansiyon
A case of spontaneous intracranial hypotension in a patient of Ehler Danlos syndrome
Feray Kıymaz Seleker, Fatma Öztürk, Gülay Kenangil, Hulki Forta
Sayfalar 65 - 66
Spontan intrakraniyal hipotansiyon ilk kez 1938’de tanımlanan postural baş ağrısı ve düşük beyin omurilik sıvısı (BOS) basıncı ile karakterize bir tablodur. Ağrıya eşlik eden ense sertliği, bulantı, kusma, diplopi, kraniyal nöropatiler daha az sıklıkta tanımlanmaktadır. Çalışmada 4 haftalık postural baş ağrısı öyküsü olan 32 yaşında kadın hasta sunulmaktadır. Ehler Danlos sendromu tanısı almış olan hasta ani gelişen ve yatmakla düzelen baş ağrısı, bulantı, kusma tanımlamaktadır. Nörolojik muayenesinde özellik saptanmayan hastanın lomber ponksiyon (LP) ve Kraniyal manyetik resonans görüntüleme (MRG) bulguları tanıyı destekleyicidir. Travma ve LP öyküsü olmayan hastada tablonun Ehler Danlos Sendromu ile ilişkili olarak gelişmiş olabileceği akla gelmektedir.
Spontaneous intracranial hypotension oriinally described in 1938, is a syndrome charcterized by postural headache and low cerebrospinal fluid (CSF) pressure. Headache may be associated with nausea, vomitting and less commonly diplopi or cranial neuropathies. We report 32 years old woman with Ehler Danlos Syndrome who spontaneously developed postural headache, nausea and vomiting. Neurologic examination was normal. LP and cranial MR1 supported the diagnosis. It is possibe that underlying connective tissue disorder Ehler Danlos Syndrome is the reason of spontaneous intracranial hypotension.

13.
Kokain Kullanan Bir Hastada Goodpasture Sendromu
Goodpasture Syndrome in a Cocaine User
Taner Baştürk, Özlem Harmankaya, Yahya Öztürk, Yüksel Altuntaş
Sayfalar 67 - 68
Acil Polikliniğimize nefes darlığı, anazarka tarzı ödem ve kanlı balgam yakınmasıyla başvuran ve özgeçmişinde birkaç kez kokain kullanımı olan hasta akut böbrek yetersizliği ön tanısı ile yatırıldı. Hematiiri ve proteinürisi olan hastanın renal biopsisinde glomerüler bazal membranda (GBM) lineer infiltrasyon saptanması ve AntiGBM ‘n‘ın pozitif bulunması nedeniyle Goodpasture sendromu düşünülerek hastaya inımünsüpresif tedavi, plaznıaferez ve hemodiyaliz uygulandı. Nadir görülen bir sendrom olması nedeniyle sunmaya değer bulduk.
Patient admitted to the emergency room with respiratory distress and anasarca type edema and was hospitalized with the prediagnosis of acute renal failure. A history of hemoptysis, finding of hematuria and proteinuria in the urine specimen and linear infiltration ofGMB in renal biopsy and Anti-GMB antibody positivity indicated progressive Goodpasture syndrome. Areport of the caseis prepared after failure to stop the progressive process despite the given therapy and the rare incidence of the syndrome.

LookUs & Online Makale