ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
The Medical Bulletin of Sisli Etfal Hospital - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 48 (2)
Volume: 48  Issue: 2 - 2014
INVITED REVIEW ARTICLE
1.The effect of antenatal steroid on the early outcome of premature infants
Mesut Dursun, Ali Bülbül
doi: 10.5350/SEMB.20140331061031  Pages 67 - 78
Yenidoğan yoğun bakım hizmetleri içerisinde solunum yetersizliği nedeni ile mekanik ventilasyon desteği gereken bebeklerin bakımı önemli bir yer tutmaktadır. Solunum desteği alan bu bebeklerin bakımında ağrı kontrolü, aspirasyon yöntemi, fizyoterapi ve ideal vücut ısısının sağlanması ana ilkeleri oluşturmaktadır. Uygun şekilde bakımın sağlanması yenidoğan bebeklerin morbidite ve mortalite oranlarını önemli oranda azaltacaktır. Mekanik ventilasyon uygulanan bir bebeğin bakımındaki en önemli prensibin, minimum dokunma ve maksimum gözlem olduğu unutulmamalıdır. Bu yazıda, mekanik ventilasyon uygulanan bebeklerin bakımındaki önemli noktalara değinilecektir.
The care of infants with respiratory failure who required mechanical ventilation holds an important place in the neonatal intensive care units. In the care of these infants; pain control, aspiration method, physiotherapy and providing ideal body temperature constitutes the main principles. To provide proper care will significantly reduce morbidity and mortality of newborn infants. The ‘minimum touch and maximum observation’ principle should be noted as the most important principle in the care of baby with mechanical ventilation. In this article, the important points will be referred in the care of infants with mechanical ventilation.

ORIGINAL RESEARCH
2.The related preoperative blood CA-125 value to prognosis at endometrial cancer
İbrahim Ömeroğlu, Osman Aşıcıoğlu, Serpil Kırım, Osman Temizkan, Bülent Arıcı, Sibel Özsoy
doi: 10.5350/SEMB.20140212044115  Pages 79 - 85
Amaç: Endometriyum kanseri olgularında preoperatif yükselmiş CA-125 düzeylerinin klinik ve patolojik kötü prognostik faktörlerle ilişkisi araştırıldı.
Gereç ve Yöntem: Nisan 2007 ve Nisan 2012 tarihleri arasında, Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’nde, endometriyum kanseri tanısıyla opere olan 100 hastada preoperatif CA-125 düzeyi ile klinikopatolojik parametreler arasındaki ilişki değerlendirildi. Tüm olguların, yaş ortalaması, menopoz durumu, vücut kitle indeksi, preoperatif CA-125 düzeyleri, tümör tipleri, histolojik gradeleri, cerrahi-klinik evreleri, batın sıvısı pozitifliği, lenfovasküler invazyon varlığı, myometriyum invazyon ve derecesi, omentum metastazı ve tümör çapı değerlendirildi. CA-125 kesme değeri olarak 35 IU/ ml değeri ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Endometriyum kanserli hastalarda preoperatif yapılan CA 125 ölçümü 35 kesme değeri için; omentum tutulumu, yarıdan fazla myometriyal invazyon, batın yıkama sıvısı pozitifliği, 2 cm. üzeri tümörü belirlemede, lenfovasküler invazyon ve lenf düğümü pozitifliğini belirlemede istatiski olarak anlamlı olarak bulunmuştur.
Sonuç: Endometriyum kanserli hastalarda preoperatif serum CA-125 değerleri kötü prognostik faktörleri ortaya koymada önemli bir test aracı gibi gözükmektedir. Ancak tek başına bağımsız prognostik faktör olarak kullanılması uygun görünmemektedir.
Objective: In this study the relationship of preoperative high CA-125 levels with clinical and pathological prognostic factors were investigated in endometrium cancer patients.
Material and Method: The relationship between preoperative CA-125 levels and clinicopathological parameters was investigated on 100 patients who operated for endometrium cancer between April 2007-April 2012 in Department of Obstetric and gynecology at Şişli Etfal Research and Training Hospital. Average age, menopausal status, body mass index, preoperative CA-125 levels, tumor types, histologic grades, surgical-clinical stage, positive peritoneal fluid cytology, presence of lymphovascular invasion, myometrium invasion and its degree, omentum metastasis, and tumor diameter and grade were evaluated. For CA-125 cut off point was accepted as evaluated 35 IU/mL.
Results: Cut-off point of CA-125 results of endometrium cancer patients were significantly associated with omentum metastasis, invasion to more than half of the myometrium, positive peritoneal fluid cytology and tumor size larger than 2 cm, lymphovascular invasion and positive lymph nodes.
Conclusion: For patients with endometrium cancer, preoperative CA-125 measurement (for cut off point 35) can be utilized as an important factor determining poor prognostic factors. However, it is not suitable to be used as an independent prognostic factor alone.

3.Research of the efficacy of topical local anesthesia for hysteroscopy: a randomised-controlled trial
Resul Karakuş, Hayal İsmailov, Ahmet Namazov, Sevcan Arzu Arınkan, Osman Temizkan, Ali Doğukan Anğın, Sultan Seren Karakuş
doi: 10.5350/SEMB2014480203  Pages 86 - 91
Amaç: Histerosalpingografi uterus ve tubal faktörün araştırılmasında infertil hastalar için birinci basamak prosedürdür. Bu prosedürde oluşan ağrı hasta konforunu ve işlem başarısını negatif yönde etkilemektedir. Biz çalışmamızda lidokain spreyin servikal bölgeye uygulanmasının histerosalpingografi çekimi sırasında ağrı üzerine olan etkisini araştırdık.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamız için etik kurul onamı alındıktan sonra eylül 2011 – kasım 2011 tarihleri arasında, Zeynep Kamil Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Doğum Kliniğine infertilite araştırılması nedeniyle HSG çekimi için başvuran toplam 100 hasta dahil edildi. Çalışmanın istatistiksel değerlendirmesinde SPSS 19.0 paket programı kullanıldı.
Bulgular: Dismenore, disparöni ve geçirilmiş cerrahi öyküsü gibi pelvik ağrı yapacak nedenler açısından plasebo ve lidokain grubu değerlendirildiğinde gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunmadı. Tenekulum ve enstrümantasyon işleminden hemen sonraki Vizuel Analog Skala puanı lidokain spray uygulanan hasta grubunda 1.2±0.8, kontrol grubunda ise 2.5±1.2 olarak saptandı (p<0.05). Lidokain uygulanan hasta grubunun Vizuel Analog Skala puanı anlamlı ölçüde düşük saptandı. Gruplar arasında işlemden 30 dakika sonraki Vizuel Analog Skala puanları açısından da istatiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı. Vizuel Analog Skala puanları genel olarak her iki grupta incelendiğinde en ağrılı basamağın 2. Enjenksiyon sırasında olduğu saptandı.
Sonuç: Servikal bölgeye verilen topikal anestezi sadece enstrumantasyon sırasında oluşan ağrıyı azaltır. Uterus ve tubal distansiyona bağlı oluşan viseral ağrıda etkisiz kalmaktadır. Bu konuyla ilgili randomize kontrollü çalşmalara ihtiyaç vardır.
Objective: Hysterosalpingography is a procedure to investigate the shape of the uterine cavity and the fallopian tubes especially in the infertile women. As hysterosalpingography is a painful procedure, pain affects negatively the success of the procedure and the comfort of the patient. Purpose of this research is to determine the effect of the lidocaine spray application to the cervix on the pain.
Material and Method: This study was performed including the patients who had hyserosalpingography procedure for investigation of infertility at Zeynep Kamil Gynecology - Obstetrics and Pediatrics hospital between 2011 september and 2011 november. Statistical analysis was performed using the SPSS 19 program.
Results: When we compare placebo and lidocaine group in terms of pelvic pain reasons such as dysmenorrhea, dyspareunia and history of previous surgery, there was no statistically significant differences. Vizuel Analog Scala score of the instrument application at the placebo group was 2.5±1.2, at the lidocaine it was 1.2±0.8. There was statistically significant difference (p<0.05). There was no statistically significant difference between the groups in terms of VAS score at the 30 minutes after the procedure. When we compare Visual Analog Scale scores between the groups, we found that the most painful step was second injection.
Conclusion: Topical anesthesia applied to the cervix only affects to reduce the pain during instrument application. Topical anesthesia is unsufficeint to reduce the visceral pain caused by distension of uterus and tubes.

4.Bone mineral density and bone fracture relationship in elderly women
Bülent Çakmak, Ahmet İnanır
doi: 10.5350/SEMB.20131212034545  Pages 91 - 95
Amaç: Bu çalışmanın amacı kemik fraktürü olan ve olmayan yaşlı kadınların kemik mineral yoğunluklarının karşılaştırılmasıdır.
Gereç ve Yöntem: Hastanemizde Ocak 2010 – Haziran 2012 tarihleri arasında kemik mineral yoğunluğu (KMY) ölçümü yapılmış 65 yaş ve üzeri kadın hastaların dosyaları retrospektif olarak demografik özellikleri ve KMY değerleri bakımından değerlendirildi. Yaş, vücut kitle indeksi (VKİ), menopoz süresi, ek sistemik hastalıklar, osteoporoz varlığı ve KMY değerleri kemik fraktürü olan ve olmayan hastalar arasında karşılaştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya alınan 102 hastanın 17’sinde (%16.3) kemik fraktürü saptandı. Kemik fraktürü olan ve olmayan hastalar arasında yaş, VKİ, menopoz süreleri ve ek sistemik hastalık varlığı açısından fark saptanmadı (p>0.05). Benzer şekilde her iki grup arasında osteoporoz sıklığı, lomber vertebra ve femur total KMY ve T skorları açısından anlamlı fark saptandı (p>0.05).
Sonuç: Geriatrik dönem kadınlarda kemik fraktür riski yalnızca KMY ile ilişkili olmayıp kemiğin içerik ve yapısı gibi özelliklere ve bu yaşlarda sıkça görülen düşme ile de ilişkili olabileceği akılda tutulmalıdır.
Objective: The aim of this study was to compare the bone mineral density in elderly women with and without bone fracture.
Material and Method: The records of the ≥ 65 years women patients who had been performed bone mineral density (BMD) measurements in our hospital between January 2010 and June 2012 were evaluated according to their demographic features and BMD measurements retrospectively. Age, body mass index (BMI), menopause period, systemic disease, presence of osteoporosis and BMD were compared between patients with and without bone fracture.
Results: Bone fracture was determined in 17 (16.3%) of 102 patient admitted in our study. There was no significant difference between patients with and without bone fracture for age, BMI, menopause period and systemic diseases (p>0.05). Similarly, there was no significant difference between two groups for the presence of osteoporosis, total BMD values and T scores of lomber spine and femur (p>0.05).
Conclusion: Risk of bone fracture in geriatric women is not only associated with BMD. We should keep in mind that the risk may be associated with features such as content and structure of the bone and fall common seen in these ages.

5.The risk factors and perinatal outcomes of shoulder dystocia during delivery
Ali Doğukan Anğın, Osman Temizkan, Resul Karakuş, İlhan Şanverdi, Mesut Polat, Pınar Anğın, Selçuk Selçuk
doi: 10.5350/SEMB2014480205  Pages 96 - 101
Amaç: Omuz distosisi (OD) tüm vajinal doğumların %0.2-3’ünü etkileyen, nadir olmayan ve öngörülemeyen bir komplikasyondur. Tek merkezde 5 yılda gerçekleşen omuz distosisi vakalarının mevcut risk faktörleri ve perinatal sonuçları değerlendirilmiştir.
Gereç ve Yöntem: Çalışma, refere bir merkez olarak hizmet veren Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde 1998-2013 yılları arasındaki omuz distosisi vakalarının retrospektif taranması ile gerçekleştirildi. Tekiz sefalik gelişli vaginal doğumlarda omuzların doğumu esnasında ek müdahalelere gerek duyulan vakalar omuz distosisi olarak tanımlandı. Hastaların kayıt altına alınmış olan maternal demografik özellikleri, intrapartum özellikleri ve neonatal sonuçları bilgisayar veritabanında analiz edildi.
Bulgular: Son 5 yıllık dönemde toplam vaginal doğum sayısı 31497 olarak gerçekleşmiştir. Bu dönemdeki omuz distosisi insidansı %0.1 (n: 33) olarak değerlendirildi. Hastaların %21’inde (n=7) gestasyonel diabetus mellitus (GDM) mevcuttur. Çalışmaya alınan hastaların sadece %21’i (n=7) nullipardır. OD gelişen bebeklerin %39’unda (n: 13) brakial pleksus yaralanması (BPY) bulguları görülmüştür. OD olan bebeklerin sadece birinde (%3) fetusun ultrasonografik tahmini fetal ağırlık (EFW) ölçümü 4000 gr üstünde değerlendirilmiş (4050 gr). Fakat OD olan yenidoğanların %39’unun (n: 13) doğum ağırlığı 4000 gr ve üzerinde ölçülmüştür. Bebeklerin 3’ü (%9) doğum sonrası yeni doğan yoğun bakım servisinde takip edilmiş. Yenidoğan bebekler, OD nedeniyle komplikasyon gelişen (n=18, %54) ve gelişmeyen (n=15, %46) olarak iki gruba ayrılmıştır. Brakial pleksus yaralanması, epizyotomi ve manevraların birlikte uygulandığı hastalarda sadece epizyotomi ve sadece manevra uygulananlara kıyasla daha fazla izlenmiştir (p: 0.046).
Sonuç: Omuz distosisinin kabul edilen risk faktörlerine göre tam anlamıyla öngörülebilir olmadığı kabul edilmektedir. Fakat yenidoğan ve anne komplikasyonları açısından uygun doğum eğitimleri düzenlenerek olası riskler minimuma indirgenebilir.
Objective: SD (shoulder dystocia) is an uncommon and unpredictable event complicating 0.2–3% of all vaginal deliveries. We sought to examine the current risk factors and perinatal outcomes of all cases of shoulder dystocia in a single institution over a five years period.
Material and Method: This is a retrospective study carried out at a large tertiary referral center serving a single urban population over a 5 years period from 1998-2013. Shoulder dystocia was defined as failure to deliver the shoulders at the first attempt in singleton cephalic vaginal deliveries. Details of maternal demographics, intrapartum characteristics and neonatal outcomes were recorded prospectively on a computerized database for analysis.
Results: Last five years, total number of vaginal birth was 31,497 and the incidance of shoulder dystocia was %0.1 (n=33) in this period. In the shoulder dystocia cases %21 (n=7) of them had gestational diabetes mellitus and only 21% of the patients (n=7) were nulliparous. In %39 (n: 13) of newborns who had sshoulder dystocia were observed signs of brachial plexus injury like moro reflex loss. Newborns who had shoulder dystocia, %39 (n: 13) had 4000 gr and above birthweight but only one of the newborns (%3) who had shoulder dystocia had antenatal ultrasonographic measurement of estimated fetal weight over 4000 grams (4050 gr). 3(%9) of newborns needed to be followed up in neonatal intensive care unit. Newborns who had shoulder dystocia were divided into two groups: babies with (n=18, %54) or without (n=15, %46) complication because of shoulder dystocia. Brachial plexus palsy was significantly more common among episiotomy + maneuver, compared with maneuver-only and episiotomy-only (p: 0.046).
Conclusion: We consider this robust and significant data relating to contemporary antecedents and outcomes of SD. As a complication which carries a significant risk of persistent neurological injury for the infant and consequent medicolegal implications for the clinician, continuous audit and high levels of awareness and training for all birth attendants should now be standard practice.

6.Comparison of dexmedetomidine and remifentanil sedation in spinal anesthesia
Çiğdem Yıldırım, Hale Dobrucalı, Ayşe Hancı, Hacer Şebnem Türk, Pınar Sayın, Oylum Selçuk
doi: 10.5350/SEMB.20131125031052  Pages 102 - 108
Amaç: Ortopedik girişimlerde sıklıkla spinal anestezi tercih edilir. Spinal anestezide, operasyonun tolere edilebilmesi için sedasyon uygulanır. Kullanılan sedatif ajan hızlı başlangıç ve uyanma sağlamalı, minimal yan etkiye sahip olmalıdır. Çalışmamızda; Ortopedik girişimler esnasında, spinal anestezi uygulanan olgularda sedasyon amaçlı remifentanil ve deksmedetomidin infüzyonunun sedasyon kalitesini, hemodinamik ve solunumsal etkilerini karşılaştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Ortopedi Kliniklerinde spinal anestezi ile alt ekstremite operasyonu planlanan, ASA I- III, 20-60 yaş arasında, 90 olgu çalışmaya dahil edildi. Çalışma prospetif, rastgele, kontrollü olarak planlandı. L4-L5 mesafesinden, 2 ml %0.5 hiperbarik bupivakain verilerek tek tearaflı spinal anestezi sağlandı. Grup1’e 20 ml/ 10 dakika yükleme dozunu takiben 15 ml/saat %0.9 NaCl infüzyonu, Grup 2’ye, 0.5 mcg/kg (20 ml) 10 dakika yükleme dozunu takiben 0.2 mcg/kg/saat deksmedetomidine infüzyonu, Grup 3’e 0,5 mcg/kg (20 ml) 10 dakika yükleme dozunu takiben 0.1 mcg/kg/dakika remifentanil infüzyonu uygulandı. Olguların spinal blok öncesi (BÖ), blok sonrası (BS) ve sedasyon uygulamasını takiben 1., 5., 10., 15., 20. dakikalarda ve operasyon bitimine kadar 10 dakika aralarla ortalama arter basıncı (OAB), kalp tepe atımı (KTA), solunum sayısı (SS), periferik oksijen satürasyonları (SPO2), sedasyon skorları ve bulantı, kusma, bradikardi, hipotansiyon, desatürasyon, solunum depresyonu gibi yan etkileri kaydedildi.
Bulgular: Grupların yaş, cinsiyet, kilo, boy ortalamaları ve operasyon süreleri dağılımları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir. Grup 3 KTA ölçümleri ortalamaları açısından Grup 1 ve 2’den istatiksel olarak anlamlı düşüş göstermiştir (p<0.05). OAB ölçümleri tüm gruplarda spinal anestezi sonrası 1.dk’dan itibaren tüm zamanlarda, sedasyon öncesine göre istatiksel anlamlı düşüş göstermiştir (p<0.05). Gruplar arasında solunum sayıları ve SPO2 açısından istatiksel fark bulunmamıştır. Ramsay Sedasyon Skoru ölçümleri Grup 3’te sedasyon sonrası 1. dakikada sedasyon öncesine göre istatiksel anlamlı yükseliş göstermiştir (p<0.05). Grup 1 ve 2’de RSS’de sedasyon öncesine göre sedasyon sonrasında istatiksel anlamlı farklılık görülmemiştir. Üç grup arasında RSS ölçümlerinde istatiksel farklılık yoktur. Üç grubun komplikasyon dağılımları arasında istatiksel farklılık görülmemiştir.
Sonuç: Spinal anestezi uygulamasında sedasyon amacıyla kullanılan remifentanilin daha stabil hemodinami sağladığını, remifentanil ve deksmedetomidinin benzer sedatif etki gösterdiğini, düşük yan etkiye sahip olduklarını tespit ettik. Deksmedetomidin ve remifentanilin sedasyon skorları kontrol grubuyla benzer olmakla birlikte klinik olarak etkin sedasyon sağlamaktadırlar. Deksmedetomidin ve remifentanil rejyonel anestezi uygulamalarında sedasyon amacıyla düşük dozlarda güvenle kullanılabilir.
Objective: In orthopedic procedures spinal anesthesia is often the preferred method. When performing a spinal anesthesia, sedation is also applied in order to tolerate the operation. Sedative agent that used needs provide rapid onset and recovery, should have minimal side effects. Our study aimed to compare the sedation quality, the hemodynamic and respiratory effects of remifentanil and dexmedetomidine infusion for sedation in patients undergoing spinal anesthesia during orthopedic procedures.
Material and Method: For study 90 subjects (ASAI-III) who underwent lower extremity surgery under spinal anesthesia were included. The age ranged between 20 and 60 years. This study is a prospective, randomized, controlled study. For spinal anesthesia, between L4-L5 distance, 2 ml of 0.5% hyperbaric bupivacaine was administerd and unilateral spinal anesthesia was achieved. In group 1, 20 ml / 10-minute loading dose followed by 15 ml/h infusion of 0.9% NaCl solution. In group 2, 0.5 mcg/kg (20 ml) 10-minute loading dose followed by 0.2 mcg/ kg/h dexmedetomidine infusion. In group 3, 0.5 mcg/kg (20 ml) 10-minute loading dose followed by 0.1 mcg/ kg/h remifentanil infusion. Of the cases, before the spinal block (BB), after the block (AB), at the 1st, 5th, 10th, 15th, 20th minute of sedation and 10-minute intervals until the end of operation; mean arterial pressure (MAP), heart rate (HR), respiratory rate (RR), peripheral oxygen saturation (SPO2), sedation and nausea, vomiting, bradycardia, hypotension, desaturation, respiratory depression such side effects have been recorded.
Results: The age, sex, weight, height averages and duration of operation did not significantly differed between groups. In group 3 HR was observed significantly lower than group 1 and 2 (p<0.05). At all times MAP measurements significantly decreased in all groups when compared with before sedation measurements (p<0.05). There was no significant difference between the groups in terms of respiratory rate and SPO2. When the Ramsay Sedation Scores (RSS) were compared; in group 3, a significant increase was observed at 1th minute of sedation when compared with before sedation scores (p<0.05). In group 2 and 3 no significant difference was observed between
before sedation and after sedation scores. There was also no significant difference between RSS scores and complication distrubition between groups.
Conclusion: Remifentanil used for sedation, during spinal anesthesia, provides more stable hemodynamics. Remifentanil and dexmedetomidine showed similar sedative effects, with a low incidence of side effects. Although dexmedetomidine and remifentanil sedation scores were similar to the control group, they provide a clinically effective sedation. Low doses of dexmedetomidine and remifentanil can be used safely for sedation during regional anesthesia.

7.Evaluation of the neonates with anomalies of the external genitalia in our hospital
Evrim Kıray Baş, Ali Bülbül, Selda Arslan, Sinan Uslu, Nurçin Saka, Asiye Nuhoğlu
doi: 10.5350/SEMB.20140130040119  Pages 109 - 112
Amaç: Hastanemizdeki yenidoğanlar arasında dış genital anomali sıklığının belirlenmesi.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2010 - Aralık 2010 tarihleri arasında Şişli Hamidiye Etfal Hastanesi’nde doğan 3437 yenidoğan olgu dış genital anomali açısından incelendi. Kliteromegali, inguinal/labial alanda kitle, hipospadias, mikropenis, ambigus genitalya ve inmemiş testis varlığı kaydedildi.
Bulgular: Bu çalışmada 20 (6/1000) yenidoğan olguda dış genital anomali tespit edildi. Olguların tümü yaşamının ilk 3 gününde muayene edildi. Tespit edilen morfolojik anormallikler: İnmemiş testis (kriptorşidizm) (12/20), izole hipospadias (5/20), kliteromegali (1/20), epispadias (1/20) ve ambigus genitale (1/20) idi. Kriptorşidizm sıklığımız %0.34, hipospadias sıklığımız ise %0.23 olarak saptandı. Olguların 4’ü prematüre idi. İki olguda kongenital adrenal hiperplazi saptandı.
Sonuç: Dış genital anomaliler en sık rastlanılan kongenital anomaliler grubunda yer alır. Genital anomalilerin uygun olarak erken tanı ve tedavisi, tıbbi, psikolojik ve sosyal sorunları en aza indirmek için büyük önem taşımaktadır. Çalışmamızda, yenidoğan döneminde dikkatli bir genital morfolojik inceleme sonucu fark edilen minör anomalilerin, cinsel gelişim bozukluğunun bir klinik bulgusu olabileceğini vurgulamak istedik.
Objective: To determine the prevalance of external genital abnormalities among neonates in our hospital.
Material and Method: A total 3437 neonates delivered at Şişli Hamidiye Etfal Hospital between January 2010- December 2010 were examined at birth for external genital abnormalities. The presence of cliteromegali, inguinal / labial mass, hypospadias, micropenis, and undescended testicles and ambigus genitalia were examined.
Results: The study identified 20 (6/1000) neonates with external genital abnormalities. All of them were examined within 3 days of life. Morphological abnormalities comprised: undescended testes (cryptorchidsm)(12/20), isolate hypospadias (5/20), cliteromegali (1/20), epispadias (1/20) and ambiguous genitale (1/20). The incidence of hypospadias and cryptorchidism were found 0.34%, 0.23%, respectively. Prematurity occured in 4/20 cases. Congenital adrenal hyperplasia were detected in two cases.
Conclusions: External genital anomalies are among the most common congenital anomalies. Proper early diagnosis and management of genital abnormalities are of great importance to minimize medical, psychological and social complications. Our result reinforce the importance of a careful examination of genital morphology in neonatal period towards the recognition of minor defects that can be clinical features of a disorder of sex devolpoment.

8.The efficiency of preoperative tumor marker levels for definition of malignancy and spread in adnexial masses
İbrahim Ömeroğlu, Osman Aşıcıoğlu, Gürsel Otlu, Osman Temizkan, Sibel Özsoy, Ramazan Adan, Berhan Besimoğlu Aşıcıoğlu, Ali Şahap Odacılar
doi: 10.5350/SEMB.20140415023944  Pages 113 - 118
Amaç: Over kanseri taramasında kullanılan tümör belirteçlerinden CA12-5, CA 15-3, CA 19-9, CEA, AFP ve ß-HCG’nin adneksiyal kitlelerin malign-benign ayırımındaki yeri, patolojik tanısı ve tümör evresi ile korelasyonu değerlendirildi.
Gereç ve Yöntem: Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’nde Ocak 2006- Ağustos 2011 tarihleri arasında adneksiyal kitle ön tanısı ile opere edilen 277 olgu retrospektif olarak incelendi.
Bulgular: Tümör belirteçlerinin tanı testi olarak gücü ROC eğrisi yöntemi ile incelendi. ROC eğrisi altında kalan alan, CA 12-5 için 0.872, CA15-3 için 0.739, CA 19-9 için 0.522, CEA için 0.614, AFP için 0.433 ve ß-HCG için 0.635 birim kare olarak bulundu.
Sonuç: Benign-malign ayırımı için yapılan istatiksel değerlendirmede CA 12-5 ve CA 15-3 dışındaki markırlar anlamlı bulunmadı. Her markırın maligniteyi ayırt etme gücü istatistiksel olarak ROC eğrisi yöntemi ile analiz edildi. Analiz sonucunda CA 12-5 en değerli markır olarak bulundu. CA 15-3’ün ayırt ediciliğinin kabul edilebilir düzeyde olduğu, diğer testlerin ise anlamsız olduğu görüldü. Sadece CA 12-5’in tümör evresi ile korelasyon gösteriyordu.
Objective: The place of CA 12-5, CA 15-3, CA 19-9, CEA, AFP and ß HCG, which are tumor markers used in screening over carcinoma, in differentiating benign or malign adnexial masses, and the correlation of these markers with the pathological diagnosis and stage of the tumor were evaluated.
Material and Method: Two hundred seventy seven patients who were operated with the diagnosis of adnexial mass at Şişli Etfal Training and Research Hospital Gynecology and Obstetrics Clinic between January 2006 and August 2011 were analyzed retrospectively.
Results: Efficiency levels of tumor markers as diagnostic tests were studied by ROC curve method. The area under the ROC curve was calculated as 0.872 unit frames for CA 12-5, 0.739 for CA 15-3, 0.522 for CA 19-9, 0.614 for CEA, 0.433 for AFP and 0.635 for ß HCG.
Conclusion: Markers other than CA 12-5 and CA 15-3 could not found significant in the statistical evaluation for the discrimination of benign and malignant. The discriminative power of each tests were analyzed by statistical ROC curve method. At the analysis, CA 12-5 was found as the most valuable marker. While the discriminative value of CA 15-3 was found acceptable, other tests were found invaluable. Only CA 12-5 had showed a correlation with the tumor stage.

9.The comparison of ureteroscopy and ureterolithotomy for the treatment of large and impacted ureteral stones in the middle and upper part of ureter
Göksel Bayar, Umut Sarıoğulları, Hüseyin Acinikli, Mehmet Taşkıran, Elshad Abdullayev, Muammer Kendirci, Kaya Horasanli, Orhan Tanrıverdi
doi: 10.5350/SEMB.20140429075756  Pages 119 - 123
Amaç: Üreter orta ve üst bölümünde görülen 1.5-2 cm arası impakte taşların tedavisinde en etkin tedavi yönteminin araştırılmasını amaçladık.
Gereç ve Yöntem: 2000-2013 yılları arasında üreter orta ve üst bölümünde 1.5-2.0 cm boyutunda impakte taşı olan ve kliniğimizde opere edilen 75 hasta çalışmaya alındı. Hastalar demografik verileri, taş hacimleri, hastanede kalma süreleri, taşsızlık ve komplikasyon oranları açısından karşılaştırıldı. İstatistiksel analiz için Pearson ki-kare, Mann Whitney-U ve student-t testi kullanıldı. Anlamlılık sınır değeri p<0.05 olarak kabul edildi.
Bulgular: Yetmişbeş hastaya altmışüçü üreteroskopi ve yirmidördü üreterolitotomi olmak üzere toplam 87 ünite tedavi uygulandı. Üreteroskopi semi- rijid üreteroskopla yapıldı. Üreterolitotomilerin 11’i açık, 13’ü laparoskopik yapıldı. Taş hacimleri arasında anlamlı bir fark yoktu (503-395 mm3 p=0.172). Hastanede kalma süreleri iki grup arasında benzerdi (3.4-4.1 gün p=0.086). Taşsızlık oranları karşılaştırıldığında üreterolitotomi grubunda %96, üreteroskopi grubunda %46 olarak bulundu.
Üreterolitotomi, üreteroskopiden anlamlı olarak daha başarılı bulundu (p=0.01). Üreterolitotomi grubunda sadece bir hastada komplikasyon gelişirken (%4); üreteroskopi grubunda bir hastada total avulsiyon, iki hastada açığa geçmeyi gerektiren perforasyon gelişti (%6.3).
Sonuç: Üreter üst ve orta bölümü taşlarının tedavisinde semi- rijid üreteroskopinin düşük başarısı ve yüksek majör komplikasyon oranı düşünülerek, fleksible üreteroskopi imkanı da yoksa, üreteroskopi yapmadan, laparoskopik veya açık üreterolitotomi düşünülebilir.
Objective: We aimed to research the most effective treatment method of the middle and upper ureteral impacted stones of which is 1.5-2 cm diameter size.
Material and Method: Between 2000 and 2013, 75 patients who had impacted stone size of between 1.5-2cm at the middle and upper part of the ureter were examined. Patients had been analysed in terms of their demographical characteristics, stone size, hospitalization time, stone- free and complication rates. For statistical analysis Pearson’s chi-square, Mann Whitney-U and student-t tests has applied. The significance level is determined as p<0.05.
Results: Sixty five ureteroscopy and twenty four ureterolithotomy, a total of 87 treatment method had been given to 75 patients. Ureteroscopy had been applied by semi rigid ureteroscope. Eleven of twenty four patients ureterolithotomy were open surgery and 13 were laparoscopic ureterolithotomy. Stone size wasn’t greater in the group which has received ureterolithotomy examination compared to group received ureteoscopy examination (503-395 mm3 p=0.172). The hospitalization times was similar for each group (3.4-4.1 days p=0.086). The stone- free rate was 96% for ureterolithotomy group and 46% for ureteroscopy group. Ureterolithotomy has been found more successful then ureteroscopy (p=0.01). Although ureterolithotomy group has only one complications (4%), 1 patient in ureteroscopy group faced with total avulsion and 2 patients were faced ureteral perforation (6.3%).
Conclusion: Due to the failure of semi rigid ureteroscope and the high major possibility of complication even if there is not a flexible ureteroscope option, laparoscopic ureterolithotomy or open surgery can be applied instead of ureteroscopy for the treatment of stones which is seen at the upper and middle part of the ureter.

10.The relationship between breast feeding and depression in the early postpartum period
Hava Özkan, Zehra Demet Üst, Gülsüm Gündoğdu, Ayla Çapık, Safiye Ağapınar Şahin
doi: 10.5350/SEMB.20140206061410  Pages 124 - 131
Amaç: Bu araştırma, erken postpartum dönemde olan annelerde emzirme ile doğum sonu depresyon arasındaki ilişkinin saptanması amacıyla yapılmıştır.
Gereç ve Yöntem: Tanımlayıcı ve ilişki arayıcı tipte olan araştırma 1 Şubat2013-30 Nisan 2013 tarihleri arasında Erzurum il merkezinde bulunan Kadın-Doğum hastanesinde yapılmıştır. Veriler Tanıtıcı Bilgi Formu, LATCH Emzirme Tanılama Ölçeği ve Edinburgh Doğum Sonrası Depresyon Ölçeği ile toplanmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde tek yönlü varyans analizi, t testi, Kruskal-Wallis, Mann-Whitney U ve korelasyon analizi kullanılmıştır.
Bulgular: Annelerin; yaşı, eğitim düzeyi ve gebelik sayısı ile LATCH puan ortalamaları arasında istatistiksel açıdan anlamlı fark olduğu (p<0.05), EDSDÖ puan ortalamaları ile annelerin gelir düzeyi, gebelik sayısı ve gebeliği isteme durumu arasında istatistiksel olarak anlamlı fark olduğu belirlenmiştir (p<0.05). Bulgulara göre LATCH ve EDSDÖ puan ortalamaları arasında bir ilişki olmadığı saptanmıştır
Sonuç: Araştırma sonucunda annelerin; emzirme başarılarının orta düzeyde olduğu, dörtte birinin depresyon açısından risk altında olduğu ve depresyon ile emzirme arasında bir ilişki olmadığı belirlenmiştir.
Objective: The objective of this study was to determine the relationship between breast feeding and postnatal depression in mothers in the early postpartum period.
Material and Method: This descriptive and correlational study was conducted at the maternity hospitalin the city center of Erzurum between 1 February 2013 and 30 April 2013. The data were collected using the Introductory Information Form, LATCH Breastfeeding Assessment Tool and Edinburgh Postnatal Depression Scale. One way analysis of variance, t test, Kruskal-Wallis, Mann-Whitney U and correlation analysis were used to assess the data.
Results: It was determined that there was a statistically significant difference between the age, educational level and pregnancy number of mothers and LATCH mean scores (p<0.05), and a statistically significant difference between the EPDS mean scores and income level, pregnancy number and pregnancy intention of mothers (p<0.05). According to these results, no relationship was determined between LATCH and EPDS mean scores.
Conclusion: As a result of the study, it was determined that mothers had a moderate-level success of breast feeding, one fourth of them were under risk in terms of depression and there was no relationship
between the depression and breast feeding.

11.Evaluation of nutritional status and its effect on biochemical parameters in eldery people admitted to home health care services
Aydan Çevik, Okcan Basat, Sema Uçak
doi: 10.5350/SEMB.20140507030931  Pages 132 - 139
Amaç: Evde bakım hizmeti alan yaşlılarda genel yaşlı popülasyondan daha sık beslenme yetersizliği gözlenmektedir. Çalışmada evde sağlık hizmeti alan yaşlı hastaların beslenme durumlarının değerlendirilmesi ve beslenme durumunun laboratuvar parametreleri üzerine ilişkisinin irdelenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışma Şişli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Evde Sağlık Hizmetleri Birimi’ne başvuran, 65 yaş ve üzerinde 178 hasta üzerinde yürütüldü. Türkçe geçerliliği kanıtlanmış Mini Nütrisyonel Değerlendirme (MNA) formu çalışma yürütücüsü tarafından hasta başında uygulandı. Rutin biyokimyasal testler hasta dosyaları taranarak incelendi. İstatistiksel analizler için NCSS 2007&PASS 2008 Statistical Software programı kullanıldı. Sonuçlar %95’lik güven aralığında, anlamlılık p<0.05 düzeyinde değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya katılan olguların yaş ortalaması 81.19±8.22 yıldır. Çalışmaya katılanların %32’si erkek, %68’i kadındır. MNA toplam değerlerine göre olguların %33.1’i malnütre; %39.3’ü malnütrisyon riski altında ve %27.5’i ise normal olarak saptanmıştır. MNA toplam sınıflamasına göre total protein, albümin, demir, TDBK, ferritin, vitamin B12, folik asit, CRP, hemoglobin ve lenfosit düzeylerinin dağılımları istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermektedir. Malnütrisyonlu olgularda; hemoglobin, demir, TDBK, vitamin B12, folik asit ve lenfosit oranı düşüklüğü, ferritin ve CRP düzeyi yüksekliği diğerlerinden anlamlı düzeyde farklıdır. Malnütrisyon riski altında bulunanların demir ve albümin oranları normal olgulara göre anlamlı düzeyde düşüktür; CRP oranları ise normal olgulardan anlamlı yüksektir.
Sonuç: Evde sağlık hizmeti ihtiyacı olan yaşlı hastalar, özellikle kronik mental veya fiziksel hastalıklara sahip oldukları zaman yetersiz beslenmeye yatkındır. Malnütrisyon tanı konulup tedavi edilmediğinde diğer hastalıkların tedavisini güçleştirmekte, morbidite ve mortaliteyi arttırmaktadır. Bu nedenle evde sağlık hizmeti ihtiyacı olan yaşlı hastaların hepsi mutlaka erkenden taranmalı ve uygun hastalar tedavi edilmelidir.
Objective: Malnutrition and undernutrition are common phenomena in elderly. Prevalence of malnutrition is even higher in older people admitted to home health care services. Our aim was to evaluate the nutrioional status and its effect on biochemical parameters of the elderly people admitted to home health care services.
Material and Method: Our study was performed in 178 participants admitted to the home health care services. Validated Mini Nutritional Assessment (MNA) form was used and biochemical tests were performed. For statistical analyses NCSS 2007& PASS 2008 Statistical Software was used and p<0.05 was considered as statistically significant.
Results: Main age of the participants is 81.19±8.22 years and 32% of participants were male, 68% were women. According to MNA 33.1% were malnourished, 39.3% were under malnutrition risk and 27.5% were in normal nutritional status. Hemoglobin, total iron, total iron binding capacity (TIBC), vitamin B12, folic acid and lymphocyte levels were significantly lower, ferritin and C-reactive protein levels were significantly higher in malnutrition group. Total iron and albumin levels were significantly lower and CRP levels were significantly higher in undernutrition group compared to subjects with normal nutritional status.
Conclusion: Elderly people given home care are under greater risk of malnutrition. If not appropriately managed, malnutrion is associated with higher morbidity and mortality. Therefore it is essential to closely monitor the nutritional stutional status of the elderly people who are admitted to home health care services.

12.Peroneal nerve paralysis: Characteristics and therapeutic results of eight operated cases
Selim Kayacı, Vaner Köksal, Serkan Kırbaş
doi: 10.5350/SEMB2014480212  Pages 140 - 144
Amaç: Peroneal sinir felci alt ekstremitede sık görülen periferik sinir lezyonlarından biridir. Bu yazıda, mekanik, travma ve postural nedenlerle peroneal sinir yaralanması gelişen sekiz olgunun özellikleri ve cerrahi tedavi sonuçları incelendi.
Gereç ve Yöntem: Nisan 2011- Kasım 2013 tarihleri arasında peroneal sinir yaralanmasına bağlı düşük ayak nedeniyle kliniğimize başvuran sekiz hasta tedavi edildi. Hastaların hepsinde tanı koyma ve yaralanma düzeyinin belirlenmesi amacıyla elektromiyografi (EMG) ve sinir ileti hızı çalışmaları yapıldı. Motor değerlendirmede hastaların sağlam tarafları ile karşılaştırma yapıldı.
Bulgular: Hastaların altısı erkek ikisi bayan olup ortalama yaş 41.9±4.2 (aralık: 23-72) idi. Hastaların birinde ayak bileği burkulması, ikisinde dizleri üzerine çömelip saatlerce çalışma, iki hastada uzun çizme veya bot giyme, iki hastada bacak bacak üstüne atıp saatlerce bekleme ve bir hastada trafik kazası sonrası diz eklemi düzeyinde travma öyküsü vardı. Semptom ve bulguların süresi ortalama 3.8 ay (aralık: 3-6 ay) idi. Hastalara yapılan EMG’de ana peroneal sinirde fibula başı düzeyinde iletim hızında ciddi yavaşlama ve amplitüd bloğu görüldü. Tüm hastalar fibula başı hizasında peroneal sinir dekompresyonu yapmak suretiyle tedavi edildi.
Sonuç: Peroneal sinir genellikle fibula başı veya boyun kısmında sıkışır. Konservatif tedavilere yanıt vermeyen olgularda sinirin fibula başı seviyesinde serbestleştirilmesi ile genellikle tatminkar sonuçlar edilir.
Objective: Peroneal nerve paralysis is one of the peripheral nerve lesions often seen in the lower limb. In this paper, characteristics and surgical treatment results of eight cases in whom peroneal nerve injury developed due to mechanical, traumatic and postural reasons were investigated.
Material and Method: Between April 2011 and November 2013, eight patients who referred to our clinic due to lower leg related to peroneal nerve injury were treated. In order to diagnose the illness and determine the level of injury, electromyography (EMG) and neural transmission speed study were carried out on all patients. During motor assessment, strong sides of patients were compared.
Results: Six of the patients were men and 2 of them were women, and average age was 41.9±4.2 (range: 23-72). One of the patients had an ankle sprain history, two of them had a history of long term practice by falling on their knees, in two a history of wearing top boots or wellies, in other two patients a history of waiting for hours by crossing their legs, and one patient had a trauma history on knee-joint level after a traffic accident. Average duration of symptoms and findings were 3.8 months (range: 3-6 months) A very serious slowness in the transmission speed and an amplitude block were seen in main peroneal nerve and at a level of fibular head during the EMG done to the patients. All the patients were treated at the level of fibular head by doing peroneal nerve decompression.
Conclusion: Peroneal nerve is usually pinched in fibular head or neck side. In the cases not responding to conservative treatments, satisfactory results are generally obtained by freeing of nerve at fibular head level.

CASE REPORT
13.Longitudinally extensive transverse myelitis: case report
Tuğce Toptan, Betül Özdilek, Gülay Kenangil, Füsun Mayda Domaç, Mustafa Ülker
doi: 10.5350/SEMB2014480211  Pages 145 - 148
Longitudinal ekstensif transvers miyelit, merkezi sinir sisteminin spinal kordu etkileyen inflamatuar demiyelinizan hastalığıdır. Nöromiyelitis optika (NMO) sendromunun bir spektrumu olabilir. NMO artmış disabilite ve morbidite ile ilişkili relapslarla giden bir sendromdur. Burada özgeçmişinde bir kez paraparezi ve bir kez de quadriparezi öyküsü olan ve yeni başlayan subakut sol hemiparezi kliniği ile başvuran 61 yaşında kadın hasta sunuldu. Servikal manyetik rezonans görüntüleme tetkikinde tüm servikal segment boyunca uzanan lezyon görüldü. Etiyoloji araştırmasında serum anti-aquaporin 4 antikor pozitifliği saptandı. Bu olgu sunumu ile tüm transvers miyelit hastalarında anti-aquaporin 4 antikor seviyesi ölçümünün önemi vurgulanmaktadır.
Longitudinally extensive transverse myelitis is an inflammatory demyelinating disease of the central nervous system which affects the spinal cord. It may be a spectrum of neuromyelitis optica (NMO) syndrome. NMO is a relapsing disease which is usually associated with increased disability and morbidity. Here we report a 61 year-old woman with subacute left hemiparesis, who had paraparesis and quadriparesis, each once in the past. Magnetic resonance imaging revealed lesion areas throughout all the cervical segments. During etiological research, anti-aquaporin 4 antibody was found positive. With this case report, we aimed to emphasize the importance of measurement of anti-aquaporin 4 levels in patients with transverse myelitis.

14.Vena cava tumor
Muharrem Battal, Oğuzhan Karatepe, Fevziye Kabukçuoğlu, Bülent Çitgez, Adem Akçakaya
doi: 10.5350/SEMB.20140220083402  Pages 149 - 152
Vena cava tümörü, nadir görülen ve cerrahisi özellik arz eden bir durumdur. 55 yaşında kadın hasta batın içi kitle ön tanısı ile kliniğimize yönlendirildi. Preoperatif hazırlık sonrasında vena cava tümörü tespit edilen hasta opere edildi. Hastaya total kitle eksizyonu ile birlikte parsiyel vena cava rezeksiyonu uygulandı ve vena cava sentetik damar grefti ile tamir edildi. Kitlenin patolojik incelenmesinde iğsi hücreli sarkomatöz malign tümor görülerek, orta derecede diferansiye leiomyosarkom olarak yorumlandı. Nadir görülen bu klinik durum literatür bilgileri ile birlikte irdelendi.
Vena cava tumor is a rare tumor and its surgical procedure is unique. A women patient, 55 years old, referred to our hospital becouse of intraabdominal mass. After preoperative preperation, the patient was operated for vena cava tumor. Total tumor excision and partially vena cava resection were performed and vena cava was repaired with synthetic vasculer graft patch. In pathological examination of mass, spindle cell sarcomatous malignant tumor was detected and it was interpreted as moderately differentiated leiyomyosarcoma. A rare clinical condition of this case was discussed together with literature.

15.The dorsum of hand-foot edema to diagnosis: Turner Syndrome
Evrim Kıray Baş, Yusuf Ünal Sarıkabadayı, Meral Barlık, Ayşe Gümüş Demirçubuk, Metin Karcın, Beltinge Demircioğlu Kılıç
doi: 10.5350/SEMB.20140220112530  Pages 153 - 156
Turner sendromu sık rastlanılan kromozom anomalilerinden biri olup, canlı doğan kız çocuklarının 1/4000-8000’inde görülmektedir. Bu makalede el-ayak sırtı ödemi nedeniyle başvuran ve 45 X0 karyotipi gösteren 10 günlük kız çocuğu sunuldu. Turner sendromu ile ilgili literatür gözden geçirildi.
Turner’s syndrome (TS) is one of the most common chromosomal abnormalities with an estimated frequency among female live birth of 1/4000-8000. In this article, we presented a 10 day-old girl who admitted with carpal-pedal edema, with 45, X0 karyotype. The literature about Turner’s syndrome was reviewed.

16.Diffuse cavernous hemangioma of the rectum: magnetic resonance imaging features: a case report
Ahmet Mesrur Halefoğlu, Emel Kaya, Betül Duran Özel
doi: 10.5350/SEMB.20140327095138  Pages 157 - 160
Rektumun diffüz kavernöz hemanjiomu (RDKH) nadir rastlanan benign vasküler bir lezyon olup, genellikle genç yetişkinlerde görülür. Ağrısız, tekrarlayan rektal kanama ile ortaya çıkar. Olgu bildirimizde RDKH hikayesi olan 5 yaşında bir erkek çocuk hastayı tanımladık. Hastanın tanısı doğum esnasında konulmuştu. Kesin tanı kolonoskopik inceleme sırasında gerçekleştirilen biyopsi ile yapılmıştı. Hastaya yapılan manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ile hem tümöre ait karakteristik sinyal intensite özellikleri ortaya kondu, hem de lezyonun kesin yeri ve uzanımı saptandı. Tümör son MRG tetkiki ile kıyaslama yapıldığında minimal boyut artışı göstermekteydi. Hasta şu anda medikal tedavi görmekte ve MRG ile takip edilmektedir. RDKH ile nadiren karşılaşılır ve internal hemoroidler, inflamatuar barsak hastalıkları, karsinoma ve çeşitli diğer patolojik durumları taklit edebildiğinden sıklıkla yanlış tanı konulur. Sonuç olarak nadir görülmesine karşın, özellikle genç hastalarda ağrısız, tekrarlayan rektal kanamaların ayırıcı tanısında RDKH’nin göz önünde bulundurulması gerektiğini vurgulayabiliriz.
Diffuse cavernous hemangioma of the rectum (DCHR) is a rare benign vascular lesion usually seen in young adults. The presenting symptom is painless recurrent rectal bleeding. Herein, we report a 5 yearold male patient with a history of DCHR. He had been diagnosed with DCHR at his birth. The definite diagnosis was made on the basis of biopsy wich was performed during colonoscopic examination. The patient underwent magnetic resonance imaging (MRI) examination which revealed characteristic signal intensity features of the tumor and also determined the exact location and extent of the lesion. The tumor had only minimally progressed in size compared to the last MRI examination. Currently, the patient is on medical treatment and being followed up by MRI. DCHRs are rarely encountered and often misdiagnosed because they can mimic internal hemorrhoids, inflammatory bowel disease, carcinoma and various other pathological conditions. In conclusion, we can emphasize that despite its rarity, DCHR should be considered in the differential diagnosis of young patients presenting with painless recurrent rectal bleeding.

LookUs & Online Makale