ORIGINAL RESEARCH | |
1. | Augmentation cystoplasty Cengiz Miroğlu, Uğur Boylu Pages 7 - 12 Düşük kapasiteli mesanelerin cerrahi tedavisi 19. yüzyılın sonlarında tanımlanmış, ancak 1950’li yıllarda tüberküloz nedeniyle popüler olmuştur. Schistosomiazis, interstisyel sistitde, nörojenik mesanede, detrüsor instabilitesinde, undiversiyonda ve renal transplantasyon öncesi alt üriner trakt disfonksiyonunun düzeltilmesinde endikedir. Mide, ileıım, kolon gibi doğa! greftlerin yanında sentetik greflerde kullanılabilir. Sağladığı yararların yanında neden olduğu metabolik bozukluklar, divertikülarizasyon, mukus oluşumu, bakteriiiri, taş oluşumu, perforasyon ve karsinom gelişimi gibi komplikasyonları vardır. Augmentasyon sistoplastisi konservatif tedavinin başarısız olduğu durumlarda alternatif bir tedavi yöntemidir. Augmentation cystoplasty was first described at the end of the 19th century, but it was popular for the small contacted tuberculous bladder, indications to this procedure are schistosomiasis, interstitial cystitis, neurogenic bladder dysfunction, detrusor instability, undiversions, various congenital conditions and correction of the lower urinary tract dysfunction before renal transplantation. Stomach, ileum and colon can he used as natural grafts. There are also synthetic grafts for bladder augmentation. Complications of this procedure are metabolic disturbance, diverticularization, mucus production, bacteriuria, stone formation, perforation and increased risk for carcinoma development. Augmentation cystoplasty is an attractive alternative for the minority failing conservative management. |
2. | The distribution of the microorganisms that have been isolated from wound and abscesses in consideration of clinics and their antibiotic susceptibility Mustafa Gül, Engin Seber Pages 13 - 18 Amaç: Bu çalışmada Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji Laboratuvarına gönderilen yara ve apse örneklerinin kliniklere göre dağılımı ile örneklerden izole edilen bakterilerin antibiyotik duyarlılıklarını araştırmak amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Şişli Etfal Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Mikro-biyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji Lahoratuvanna gönderilen 388 yara ve apse örneği, %5 kanlı a gar, çııkıılatamsı agar ve Eozin-Methylen Bine agar besiyerleriııe ekilmiştir. Besiyerlerinde üreyen bakteriler tanımlanmış ve disk difüzyoıı yöntemi ile antibiyotik duyarlılıkları saptanmıştır. Bulgular: Gönderilen 388 yara ve apse örneğinin çoğunluğu cerrahi bölümlerden olııp en fazla Ortopedi Kliniğine (%29.8) aittir. Örneklerin 239’unda (%61.5) iireme olurken 149’unda (%38.4) üreme olmamıştır. Üreme olanların 122’sinde (%5I) gram pozitif bakteriler, 117’sinde (%48.9) gram negatif bakteriler saptanmıştır. İzole edilen gram pozitif bakterilerden metis il in dirençli Stafilokok aureus ile metisilin dirençli koagülaz negatif stafilokoklar vankomisin ve teikoplanine %100 duyarlı bulunurken diğer antibiyotiklere düşük oranlarda (%17-%65) duyarlılık bulunmuştur. Metisilin duyarlı Stafilokok aureus ile metisiliıı duyarlı koagülaz negatif stafilokoklar, penisilin G ve ampisiline %l2-%38 duyarlı bulunurken diğer antibiyotiklere %70-%I00 duyarlı bulunmuştur. Alfa hemolitik streptokoklar penisilin G‘ye %75, beta hemolitik streptokoklar %I00 duyarlı olarak saptanmıştır. Gram negatif bakterilerden Pseudomonas spp. imipeneme %89, amikasine %75 duyarlı, acinetobacter spp. imipeneme %90, siprofloksasiııe %76, amikasine %75 duyarlı, Klebsiella spp. imipeneme %I00, siprofloksasin ve ofloksasine %90, seftriaksona %80, sefoksitine %76 duyarlı bulunurken, suşlar diğer antibiyotiklere %20-%70 duyarlı bulunmuştur. E.coli ve Proteus spp. ampisiline %35-%55 duyarlı bulunurken diğer antibiyotiklere c/o65-%IOO duyarlı bulunmuştur. Sonuç: Yara enfeksiyonu ve apselere cerrahi bölümlerde daha sık karşılaşılmaktadır. Oluşan enfeksiyonlarda etkenler kliniklere göre farklılıklar gösterebilmektedir. Etkili tedavi için klinisyenlerin, gerekli durumlarda buna göre ampirik tedavi başlamaları ve etken bakterilerin antibiyotik duyarlılığını bilmeleri yararlı olacaktır. Objective: In this study, the distribution of wound and abscess samples according to clinics and isolated bacteria antibiotic susceptibility were examined which were sent to Microbiology and Clinical Microbiology Laboratory. Study Design: 388 wound and abscess samples which were sent to Şişli Etfal Training and Research Hospital were inoculated 5% blood agar, chocolate agar and Eozin-Methylen Blue agar. In these media, reproduced bacteria were defined and antibiotic susceptibility was determined by using disc diffusion test. Result: The samples were usually from Surgical departments, mostly belong to Ortopedics Clinics. Although 239 (61.5%) of samples were reproduced, 149 (38.4%) of them were not reproduced. Among the 239 of samples, 122 (51%) were Gram positive bacteria, 117 (48.9%) were Gram negative bacteria. Although methicillin resistant Staphylococcus aureus and methicillin resistant coagulase negative staphylococcus which were isolated from Gram positive bacteria were found to be 100% sensitive to vancomycin and teicoplain, they found less sensitive (17%- 65%) to other antibiotics. Methicillin sensitive Staphylococcus aureus and methicillin sensitive coagulase negative staphylococcus were found I2%-38% sensitive to other antibiotics. Alfa hemolytic streptococcus were determined 75% sensitive to penicillin G and beta hemolytic streptococcus were ¡00% sensitive to penicillin G. From Gram negative bacteria, Pseudomonas spp. were found to be 89% susceptible to imipenem and 75% susceptible to amikacin, Acinetobacter spp. 90% susceptible to imipenem, 76% susceptible to ciprofloxacin and 75% susceptible to amikacin, Klebsiella spp. 100% susceptible to imipenem, 90% susceptible to ciprofloxacin and ofloxacin, 80% susceptible to ceftriaxone, 76% susceptible to cefoxitin but they found to be 20%-70% susceptible to other antibiotics. E.coli and Proteus spp. were found to be 35%-55% susceptible to ampicillin but 65%-100% susceptible to other antibiotics. Conclusions: Wound infections and abscess were encountered mostly at Surgical departments. The factors that were occured in infections showed difference to clinics. For an effective treatment, clinicians have to start empirical treatment on the necessary situations and it is useful for them to know the antibiotic susceptibility of agent bacteria. |
3. | The importance of patern visual evoked potentials in patients with pituitary tumor invasion of paracellar regions Önder Us, Münevver Çelik, Kemal Barkut, Nihal Işık, Mehmet Özek, Mehdi Süha Öğüt, Canan Erzen Pages 19 - 23 Amaç: Hipofiz tümörlü hastalarda parasellar yayılımı göstermede pateni visuel evoked potansiyellerin yararı incelenmiştir. Materyal ve Metod: 27 hastada P-VEP incelemeleri nöroftalmolojik ve hipofiz manyetik resonans görüntüleme ile karşılaştır ılmıştır. Bulgular: Hipofiz tümörlü hastalarda PI00 amplitüdlerinde düşme saptanmıştır. 25 hastada incelemede P-VEP patolojik bulunmuştur. Sonuç: P-VEP incelemesinin suprasellar yayılımı göstermede çabuk bir tarama aracı olarak kullanılabileceği ve optik yolların tutulumunu gösterebileceği gözlemlenmiştir. Objective: Patients who had pituitary tumors were investigated using patern visuel evoked, potentials to show the tumors invasion to paracellar region. Study Design: In 27 patients P-VEP examinations were compared with neuropthalmologic findings and magnetic resonance imaging. Results: In patients who had pituitary tumor we found that PI00 amplitudes were decreased. In 25 patients P-VEP examinations were pathologic. Conclusion: The results showed that it was a quick way of searching supracellar invasion and testing of optic pathways. |
4. | The effect of thrombolytic therapy on serum TNF-alpha concentrations in patients diagnosed with acute myocardial infarction Fatih Borlu, Çiğdem Yazıcı Ersoy, Hüseyin Yaşar, B. Tolga Konduk Pages 24 - 28 Amaç: TNF-alfa‘nın akut myokard infarktüsü (AMl)’ndeki tanı değeri ve trombolitik tedavinin TNF-alfa düzeyine etkisi incelenmiştir. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi acil polikiniğine AMl klinik ve laboratuvar bulguları ile ilk S saat içinde başvurup koroner yoğun bakım ünitesine yatırılan S kadın, 22 erkek hasta alındı. Yaşları 24 ile 69 arasında değişen ve trombolitik tedavi endikasyonu bulunan hastalarda, trombolitik tedavi öncesi ve tedavinin 48. saati TNF-alfa düzeyleri bakıldı; elde edilen değerler birbirleri ile karşılaştırıldı. Bulgular: Tüm AMTlü hastalarda 0 ile 8. saat arasında bakılan TNF-alfa değerleri yüksek bulundu. Anterior ve inferior AMl grupları arasında anlamlı fark bulunmadı. Trombolitik tedavi sonrası 48. saatte TNF-alfa düzeyleri, ilk 8 saatteki düzeylere göre anlamlı düşüş kaydetti (Anterior AMl‘de p=O.OI6, inferior AMİ‘ tide p-0.03). 48. saat TNF-alfa düzeyleri anterior AMİ grubunda 48. saat CRP değerleri ile (p=0.003), inferior AMİ grubunda ise ilk 8 saatlik CRP dü¬zeyleri ile anlamlı derecede (p-0.028) paralellik gösterdi. Sonuç: Serum TNF-alfa düzeyi, miyokard nekrozunun değerli bir diagnostik göstergesi olduğu gibi, trombolitik tedaviyle sağlanan repeıfiizyonun da non-invaziv bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Objective: In this study, the diagnostic value of TNF-alpha in myocardial infarction and the effect of thrombolytic therapy on TNF-alpha is assessed. Study Design: Eight female and 22 male patients were enrolled in this study, who had attended to Sisli Etfal Hastanesi emergency service within the first eight hours of initiation of chest pain, in whom AMI was diagnosed with clinical evaluation and laboratory workup. The patients were, then, referred to coronary care unit. TNF-alpha concentrations, before thrombolytic therapy and in the 48th hour of thrombolytic therapy, were evaluated in the patients with ages ranging between 24 and 69, who had the indication of thrombolytic therapy. Results: TNF-alpha concentration within the hours of 0 and 8, was high in all patents who had the diagnosis of AMI. No significant difference was found between the anterior and inferior AMI subgroups. TNF-alpha concentrations in the 48th hour of the thrombolytic therapy was apparently lower when compared with the concentrations in the first eight hours (p=O.OI6 in anterior AMI, p=0.03 in inferior AMI). There was a significant parallel correlation between the 48th hour of TNF-alpha and CRP concentrations of anterior AMI group (p=0,003), and the first eight hours of CRP concentrations in the inferior AMI group (p=0,028) Conclusions: Plasma TNF-alpha concentrations can be accepted as both a valuable diagnostic indicator of myocardial necrosis and an indicator of reperfusion provided by thrombolytic therapy, as well. |
5. | Patern visual evoked potential changes seen in patients with compressive optic neuropathy Münevver Çelik, Önder Us, Kemal Barkut, Candan Gürses, Mehmet Özek, Ilker Kayabeyoğlu, Nevzat Pamir, Nihal Işık Pages 29 - 33 Amaç: Görme yollarının lezyonlarının saptanmasında, nörooftalmolojik muayene ve testlerin yanı sıra P-VEP incelemesinin yararlılığı incelenmiştir. Materyal Metod: Çalışmanın yapıldığı kliniklerde toplam 23 olgu değerlendilmiştir. P-VEP incelemeleri yapılmış, klinikle karşılaştırılmıştır. Bulgular: 23 hastadan 14 olguda oftalmolojik muayenede, 16 olguda P-VEP de patoloji saptanmıştır. Sonuç: Kompresif optik nöropatilerde P-VEP latanslarında uzama, daha belirgin olarak PI00 amplitudünde düşme saptanmıştır. Klinik olarak nörooftalmolojik inceleme tamamen normal saptanan hastalarda P-VEP patolojiyi gösterebilir. Objective: We investigated the usage of P-Vep examinations to detect the lesions on the visual pathways comparing them with, neuroophtalmologic tests Study Design: 23 patients were included. Their P-VEP study was made and compared with clinical evidence. Results: In 23 patients, 14 has ophtalmologie evidence and 16 has P-VEP pathology. Conclusion: In the optic neuropathies P-VEP latencies were longer but essentially, P100 amplitudes were more lower than normals. Neuroophtalmologic examination can appear as normal while P-VEP reveal pathology. |
6. | Diagnosis of intrauterin growth retardation using by doppler ultrasonography Muzaffer Başak, Hülya Değirmenci, Mehmet Ertürk, Tuğrul Örmeci, Inci Davas Pages 34 - 38 Amaç: İntrauterin gelişme geriliğinin (IUGR) tanısında 3. trimesterde uygulanan uterin arter, orta serebral arter (MCA), umblikal arter (EA) doppler incelemelerinin prediktivite değerinin olup olmadığını ortaya koymayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: 26. haftadan sonra IUGR şüphesi olan 45 vakanın uterin arter analizlerini ve MCA/UA rezistif indeks (Rl) değerlerinin oranlarını renkli doppler ultrasonografi (RDU) ile değerlendirdik. Bulgular: 45 gebenin 5 tanesinde IUGR ile uyumlu uterin arterlerde çift taraflı diastolik çentik ve MCA/UA RI oranı I’in altında saptanmıştır. Sonuç: Çalışmaya 45 hasta alındı, 5 olgu IUGR ile sonuçlandı. Uterin arterde çift taraflı çentiğin varlığında IUGR saptanmasının sensitivitesi %60, spesitifitesi %95 ve kesinlik değeri %91.1 bulunmuştur. MCA / UA RI değerleri oranlandığında, IUGR’n‘ın saptanmasında sensitivitesi %80, spesitifitesi %97.5 ve kesinlik değeri %97.5 olarak tespit edilmiştir. Objective: We aimed to bring up the predictive value of uterin artery, middle cerebral (MCA) and umbilical arteries (UA) doppler measurements to diagnosis of intrauterin growth retardation (IUGR) of the third trimestr. Study Design: To evaluate the analysis of uterin artery and MCAIUA resistance index (RI) measurements using by color wave doppler ultrasound in 45 cases of third trimestr pregnancies who are at high risk of IUGR Results: We estabilished in 5 cases that resulted with IUGR have bilateral diastolic notch of uterin arteries and MCA/UA<1 resistance index values. Conclusions: We found that bilateral diastolic notch of uterin arteries in IUGR; sensitivity 60%, spesificity 95%, accuracy 91.1% and MCAIUA RI<1; sensitivity 80%, spesificity 97.5%, accuracy 97.5%. |
7. | Comparison of the CPK-MB values before and after the stress test with coronary angiography results Haluk Sargın, Mehmet Sargın, Mehmet Çobanoğlu, Mustafa Tekçe, Mesut Şeker, Ali Yayla Pages 39 - 42 Amaç: Serum kreatinin fosfokinazMB (CPK-MB) değerlerinin efor testi esnasında arttığı birçok çalışmada bildirilmektedir. Biz de bu çalışmada, efor testi uygulanan hastalarda egzersiz öncesi ve egzersizden iki saat sonraki CPK-MB değerlerini kıyaslayıp, efor testi müspet çıkan hastalarda CPK- MB’ nin seyri ve aynı hastalarda uygulanan anjiografi neticelerinin diagnostik önemini incelemeyi amaçladık. Materyal ve Metod: Çalışmamız Ocak 2001-Haziran 2001 tarihleri arasında hastanemiz 1. Dahiliye kliniğine müracaat eden ve koroner arter hastalığı düşünülen 40 hastaya tatbik edilmiş, bunlardan 10’nuna koroner anjiografi yapılmıştır. Bu çalışma grubundaki hastalardan 24’ü erkek, 16’sı kadın olup yaş ortalaması 56,23±IO,5’dir. Vakalara standart Bruce protokolü uygulanarak Treadmill testi yapılmıştır. Testin uygulandığı 40 hastadan efor uygulanmadan önce kan alınarak CPK-MB tayini yapılmış, efordan sonra da ilk iki saatin sonunda CPK-MB’leri alınarak karşılaştırılmıştır. Bulgular: Elde edilen verileri değerlendirdiğimizde, efor testi pozitif olan vakalarda test öncesi ve sonrası bakılan CPK- MB değerlerinde anlamlı bir farklılık var iken, efor testi negatif çıkan vakalarda anlamlı bir fark bulunmamıştır. Efor testi pozitif çıkan 10 vakaya yapılan koroner anjio ve ventrikülografi tetkikinde iki hastanın koroner anjioları normal bulunmuş olup kalan sekiz hastanın dört tanesi üç damar hastası, üç tanesi iki damar hastası, bir tanesi de tek damar hastası olarak tespit edilmiştir. Sonuç: Literatürdeki çalışmalarda değişik derecelerdeki iskemilerde CPK-MB seviyeleri farklı bulunmuştur: bizim çalışmamızda da efor testi pozitif hastalarda test sonrası CPK-MB değerlerinin yükseldiği görülmektedir Sonuç olarak, bu verilerin CPK-MB‘ nin iskeminin ağırlığının bir göstergesi olabileceği yönündeki görüşleri desteklediğini düşünmekteyiz. Objectives: Many studies state that the serum creatinine phosphokinase-MB (CPK-MB) values increase during cardiac stress test. We aimed to determine the diagnostic importance of CPK-MB values and the results of coronary angiography in patients who have positive cardiac stress test, by comparing CPK-MB results before and after the exercise during the cardiac stress test. Study design: Our study contained 40 patients who were admitted first Internal Medicine department between January and June 2001; that were thought to have coronary arterial disease. 10 of these had coronary angiography. 24 of these patients were male and 16 were female. The mean age was 56,23±10,5 years. The patients were performed Treadmill test using the standart Bruce protocole. Blood samples for CPK- MB were obtained from these patients before and after the first two hours of the test and the results were compared. Results: When we evaluated the datas, there was a significant difference between CPK-MB values before and after the stress test in the patients who had positive stress test; but there wasn’t in those who had negative stress test. Coronary angiography and ventriculography results of 10 patients, who had positive cardiac stress test, were found normal in two patients, three vessel diseased in four of the remaining eight patients, two vessel diseased in three and one vessel diseassed in one of them. Conclusions: CPK-MB values in various degrees of ischemia were found different at studies in literature; also increased after the stress test in patients who had positive test results. As a conclusion, we think that these results support the ideas indicating that CPK-MB could be a predictor for the degree of ischemia. |
8. | Microalbuminuria in acute myocardial infarction and efficacy of thrombolytic treatment on microalbuminuria levels Ibrahim Erbay, Mahmut Gümüş, Haluk Sargın, Serdar Fenercioğlu, Mehmet Sargın, Mesut Şeker, Atilla Yavuz, Ali Yayla Pages 43 - 48 Amaç: Koroner kalp hastalığında risk faktörlerinin tanımlanması gerek primer koruma, gerekse sekonder korumada büyük önem taşımaktadır. Akut miyokard infaıktüsü sırasında mikroalbuminiiride artış olduğu bilinmekle beraber mekanizması tam olarak saptanamamıştır. Çalışmamızda akut miyokard infarktiisü sırasında mikroalbuminüri düzeylerindeki değişimi ve trombolitik tedavinin bu değişime etkisini araştırdık. Materyal ve Metod: Dr. Lütfi Kırdar Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi İç Hastalıkları Kliniği Koroner Yoğun Bakım Ünitesinde Ocak 2000 - Aralık 2000 tarihleri arasında myokard infarktiisü nedeni ile trombolitik tedavi uygulanan 40 hasta ve akut miyokard infarktiisü tanısı alan fakat endikasyonu olmaması nedeni ile trombolitik tedavi uygulanmayan diğer 40 hasta çalışmaya alındı. Hastaların yatışlarının ilk saatinde ve 7. günde biyokimyasal para-metrelerinin saptanması için kan örnekleri alındı. Ayrıca hastaların spot idrarları alındıktan sonra ilk 24 saatlik idrarları toplandı. 24 saatlik idrarda kantitatif mikroalbuminüri ölçümleri yapıldı. Bulgular: İzlenen tüm hastalarda I. gün 24 saatlik idrarda albuminüri düzeyleri ortalama 423.21±276.3 mg/gün, 7. günde ise 238.78±154.2 mglgiin olarak bulunmuştur. Hastalardaki 1. ve 7. gün 24 saatlik idrardaki albuminüri düzeyleri arasındaki değişim istatistiksel olarak ileri derecede anlamlı bulunmuştur(p<0. 0001). Ayrıca I. gün ölçülen 24 saatlik idrardaki albümin düzeyleri tromboli-tik tedavi uygulanan ve uygulanmayan grup arasında istatistiksel ola-rak anlamlı farklılık göstermektedir (p<0.00l). 7. gündeki albuminüri değerleri ise iki grup arasında anlamlı farklılık göstermemektedir (p>0.05). Sonuç: AMI‘nü takiben üriner protein ekstraksiyon artışın varlığı, is- kemiııin sistemik vaskiıler permeabilitedeki artış hipotezini desteklemektedir. Oluşan proteiııüriniıı reninanjiotensin sistemindeki aktivasyon gibi glomeruler hemodinamik değişikliklere, vasküler endotelyal duvarda oluşan hasara ve sonuçta vasküler permeabilitedeki artışa bağlı olduğu düşünülmektedir. Objectives: It is important to define rise factors for both primary and secondary prevention of coronary heart disease. An increase on microalbuminuria during acute myocardial infarction is known but mechanism of this isn’t determined. In our study, we studied variation in microalbuminuria levels and efficacy of thrombolytic treatment on it during acute myocardial infarction. Study design: 40 patients who were put on thrombolytic treatment because of acute myocardial infarction and other 40 patients who were also diagnosed as acute myocardial infarction but were not thought to have an indication for thrombolytic treatment, were included into the study. Blood samples for biochemical parameters were obtained in the first hour and 7th day after hospitalization of the patients. Also, total urine in the first 24 hours were collected after obtaining a spot urine. Quantitative microalbuminuria measurements was made in 24 hours urine samples. Results: Albuminuria levels were 423.21 ±276. 3 mg!day in 24 hours urine of the first day and 238.78±154.2 mg/day of 7th day. There was a statistically significant difference between albuminuria levels of the first and 7th day urine samples (p<0. 0001). Also, there was a statistically significant difference between patients who were put on thrombolytic treatment and not, according to 24 hours urine albuminuria levels of the first day (p<0.00l). But there was no statistically significant difference between these groups according to albuminuria levels of 7th day (p<0.05). Conclusions: The presence of an increase in urinary protein extraction rate is supporting hypothesis which suggets that an increase in systemic vascular permeability is caused by ischemia. It is thougt that increase of proteinuria is depending on hemodynamic changes like activation in reninangiotensin system, damage on vascular endotelial wall and increase of vascular permeability. |
9. | Antibiotic susceptibility of gram negative enteric bacilli isolated from nosocomial infections Mustafa Gül, B. Çetin, A. Gündüz, Engin Seber Pages 49 - 52 Amaç: Bu çalışmada hastane enfeksiyonu etkeni olarak izole edilen Gram negatif enterik basillerin çeşitli antibiyotiklere duyarlılıklarının saptanması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ nde 1998 Haziran-1999 Haziran tarihleri arasında hastane infeksiyonuna neden olan Gram negatif enterik basiller incelendi. Basillerin antibiyotik duyarlılıkları disk diffüzyon yöntemi ile saptandı. Bulgular: Çalışmaya alman Gram negatif basillerin dağılımları; K. pneumoniae 26 (%32.5), E. coli 23 (%28.7), E. aero- genes 9 (Toll.2), E cloacea 7 (%8.7), K oxytoca 4 (%5.0), Enterobacter spp 2 (%2.5), P. mirabilis 2 (%2.5), P vulgaris 2 (%2.5), C diversus 1 (%J.2), C. freundii 1 (%1.2), H. alvei 1 (%1.2), M. morganii 1 (%l.2), E. sakazakü 1 (%1.2)’dir. Etkenlerin 57’si (%71.2) idrar, 15’i (%18.7) yaraabse, 5’i (%6.2) trakeal aspirat, 2’si (%2.5) kan, l’i (%1.2) beyin omirilik sıvısı örneklerinden izole edilmiştir. Suşların antibiyotiklere duyarlılıkları; amoksisilinklavulanik asit %20, sefazolin %28, sefodizim %53, seftriakson %60, sefotaksim %60, sefepim %68, gentamisin %6l, tobramisin %63, iletilmişin %64, amikasin %76, ofloksasin %76, siprofloksasin %82, imipenem %98, meropenem %97 oranlarında saptanmıştır. Sonuç: Çalışmamızda en etkili antibiyotiklerin karbapenemler olduğu, bunları kinolon ve aminoglikozidlerin izlediği gö¬rülmüştür. Objective: This study aimed to determine the antibiotic susceptibility of Gram-negative enteric bacilli isolated from nosocomial infections. Study Design: Gram-negative enteric bacilli that caused nosocomial infections between June 1998-June 1999 in The Sisli Etfal Training and Research Hospital were taken in to the study. The anitibiotic susceptibility of these bacilli were determined by disc diffusion method. Results: The distribution of Gram-negative bacilli were; K. pneumoniae 26 (32.5%), E. coli 23 (28.7%), E. aerogenes 9 (11.2%), E. cloacea 7 (8.7%), K. oxytoca 4 (5.0%), enterobacter spp 2 (2.5%), P. mirabilis 2 (2.5%), P. vulgaris 2 (2.5%), C. diversus 1 (1.2%), C. freundii 1 (1.2%), H. alvei I (1.2%), M. morganü 1 (1.2%), E. sakazakii 1 (1.2%). The nosocomial agents were isolated from the specimens as follows; 57 (71.2%), from urine 15 (18.7%) from wound-abscess, 5 (6.2%) from trakeal aspirate, 2 (2.5%) from blood, 1 (1.2%) from cerebrospinal fluid. The susceptibilities of the strains against the antibiotics were as follows; amoxicillin clavulanic acid 20%, cefazolin 28%, cefodizim 53%, ceftriaxone 60%, cefotaxime 60%, cefepim 68%, gentamicin 61%, tob¬ramycin 63%, netilmicin 64%, amikacin 76%, ofloxacin 76%, ciprofloxacin 82%, imipenem 98%, meropenem 97%. Conclusions: In our study we determined that the most effective antibiotics were carbapenems, followed by quinolones and aminoglycosides. |
CASE REPORT | |
10. | A rare complication of colon carsinoma: Gastrocolic Fistula Ali Kalyoncu, Ediz Altınlı, Birol Ağca, Uygar Demir, Tülay Eroğlu, Mehmet Mihmanlı Pages 53 - 55 Bu olgu sunumunda, transverse kolonda mideye invazyon gösteren kitlesi olan 55 yaşındaki kadın hasta irdelendi. Hastanın, 3 yıldan heri karın ağrısı ve kusma, 2 aydan heri 5 kilo kaybetme şikayeti mevcuttu. Endoskopide midede fıstül ağzı ve fekaloid, kolonda kitle tespit edildi. Operasyonda mideye invazyon yapan kolonik kitle saptandı ve transverse kolon rezeksiyonu, hemigastrektomi uygulandı ve gastroduodenostomi, kolon anastomozu ile operasyon tamamlandı. Olgu kolon tümörüne hağlı gastrokolik fistüliin nadir bir durum olması sebebiyle irdelendi. In this case report, 55 years old woman with a mass in transverse colon that invades stomach was evaluated. Patient complains abdominal pain and vomiting for three years and 5 kg weight loss for two months. A fistula in stomach with faeces and a mass in transverse colon was determined with endoscopic studies. During the operation a colonic mass that invades the stomach was found out and transverse colon resection, hemigastrectomy was carried out and operation was finished with gastroduodenostomy, colonic anastomosis. The case was evaluated because of gastrocolic fistula of colonic carsinoma is a rare situation. |
11. | The case of breast cancer with atipic metastazes Yusuf Başer, Mehtap Dalkılıç Çalış, Öznur Aksakal, Ahmet Uyanoğlu, Oktay Incekara, Damla Nur Sakız Pages 56 - 57 Meme kanseri; tüm kadın neopiazmlarının yaklaşık %25’ini oluşturan, insidansı yaş ile artan, beyaz ve Musevi ırkta daha fazla görülen, uzun süreli seyreden bir hastalıktır. Aile anamnezi, erken menarş, geç menapoz, ilk hamileliğin geç yaşta olması veya hiç hamilelik olmaması, eksojen östrojen alımı, radyasyon, diet ve alkol gibi epidemiyolojik risk faktörlerinin oluşumda suçlandığı, ölümcül sonuçlara neden olabilen bir hastalıktır. Klinik olarak memede ağrısız kitle, ciltte ödem ve portakal kabuğu görünümü, ülserasyon ve aksiller lenfadenopati gibi semptomlar verir. Bazen de meme başında kanlı akıntı, meme başında çekinti oluşabilir. Direkt, lenfatik ve hematojen yollarla vücudun çeşitli bölgelerine metastazlar yapabilmektedir. Cerrahi, kemoterapi, hormonoterapi (Östrojen ve Progesteron Reseptörüne bağlı olarak) ve radyoterapi gibi yöntemlerle tedavi edilmeye çalışılır. Bu gibi yöntemlerle yapılan tedavi çalışmaları esnasında metastazlar yapabilmektedir. Metastazlar genellikle tipik bölgelere olmakla birlikte bazen de atipik bölgelere de olabilmektedir. Bizde kliniğimizde atipik bölgeye metastaz yapmış bir meme kanseri vakasını literatür ışığında yayınlamayı amaçladık. Breast cancer is mostly seem in white and juwish race, consisting nearly 25 % at the female neoplasms, whichs incidance is increasing by age and has a long survival, it is a disease in which epidemiological rise factors are blamed in forming it such as family anamneses, early menarch, late menapouse, being the first pregnancy at late ages or never been pregnant uptake of exogen estorogen, radiation, diet and alcohol and may cause death, it can cause to some symptoms like: Clinically painless mass in breast, oedema in skin and prange-like apperence, iilsertaion, aksillary lymphadenophaty. sometimes it can cause to bloody discharge the nipllse or skin retraction, it can spreads directly, lymphatically and hematologically to several parts of the body. It is tried to cure by surgery, chemotherapy, hormonal therapy(related to estrogen, progesterone receptors), radiotherapy. Metastases can occur also under the treatment. Metastases are generally to bone, liver but sometimes also to atypical parts. We aimed to publish a breast cancer, with metastazes in our clinical in the path of current literature. |
12. | Metástasis of rectal adeno carcinom to mandible Altay Martı, Orhan Kızılkaya, Zerrin Özgen, Aytuğ Genç,, Alpaslan Mayadağlı Pages 58 - 60 Mandibulaya metastaz nadir bir fenomendir. Tüm oral kavite tümörlerinin sadece %1’ini oluşturur. Bu makalede 62 yaşında rektum adenokarsinomu olan bir hastada mandibulaya olan metastaz ve palyatif tedavisi sunulmuştur. Métastasés to the mandibula is a rare phenomenon. It accounts only 1% of all malignant tumors of the oral cavity. In this article, presented is a case of adenocarcinom of the rectum metastatic to the mandible of a woman aged 62 aud¬its palyatif treatment. |
13. | A case of idiopathic atrophoderma of pasini and pierini Fulya Göksu, Ilknur Kıvanç Altunay, Gonca Gökdemir, Damlanur Sakız, Adem Köşlü Pages 61 - 63 Pasini ve Pierini’ nin idyopatik Atrofoderması (PP/A), yuvarlak-oval, mavi-kahverengi deprese atrofik plaklar ve tipik olarak “uçurum yamacı" borderla karakterizedir. Lezyonlar simetrik olarak gövdede lokal izedir. Hastaların çoğu kadındır ve genellikle 2. -3. dekadlarda görülür. PPİA nadir görülen bir hastalık olduğundan PPİA teşhisi alan bir hastayı sunuyoruz. Idiopathic Atrophoderma of Pasini and Pierini (IAPP) is characterized by round or ovoid, blue-brown depressed atrophic plaques with typical cliff- borders. The lesions are lokalized on trunk symmetrically. Many patients are women and is seen usually in second-third decades. Because of IAPP is a very rare disease, we decided to present a patient who was diagnosed as IAPP. |