DERLEME | |
1. | Feokromasitoma ve paraganglioma: Tedaviden takibe Pheochromocytoma and Paraganglioma: From Treatment to Follow-up Nurcihan Aygun, Mehmet UludagPMID: 33364876 PMCID: PMC7751245 doi: 10.14744/SEMB.2020.58998 Sayfalar 391 - 398 Feokromositoma (FK) ve paraganglioma (PG) adrenal medulla, sempatik veya parasempatik ganglionlardan kaynaklanan nadir nöroendokrin tümörlerdir. Günümüzde FK/PG (FPG) ’nin tek kuratif tedavi seçeneği cerrahi rezeksiyondur. Cerrahi hem hipersekresyon riskini hem de tümör büyümesini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Hipersekresyonun sonuçları cerrahiden önce ve cerrahi sırasında medikal tedavi ile dikkatlice kotrol edilmelidir. Postopertaif major komplikasyonlar hipotansiyon, rebound hipoglisemi olup, hastalar bunun için 24-48 arası yakın takip edilmelidir. Cerrahi yaklaşım tercihi germline genetik mutasyon sonuçları, tümör çapı, vücut kitle indeksi, cerrahın deneyimi, malignite olasılığını içeren multipl faktörler temelinde belirlenir. Primer tümör rezeksiyonu tümör persistan ve reküren riskini tam ortadan kaldırmaz. Bundan dolayı, cerrahi tedavi edilen FPG’li bütün hastalar reküren hastalık ve yeni tümör oluşumu için en az 10 yıl takip edilmelidirler. Cerrahi rezeksiyon PPGL'ler için tek küratif tedavi olmasına rağmen, metastatik hastalıkta rezektabl lokorejyonel metastazlar veya izole uzak metastazlar dışında cerrahi tedavi palyatiftir. Palyatif tedavide amaç hormon salgılanmasını azaltmak ve kritik bir anatomik lokalizasyondaki metastaz ile ilişkili komplikasyonları önlemektir. PCC/PGL’li hastalarda genellikle kombine α- ve β- adrenerjik blokaj uygulanmaktadır. Bazı hastalar, hayatı tehdit eden ve kadiyovasküler, pulmoner, nörolojik, gastrointestinal, renal, hepatik ve metabolik sistemleri tutabilen feokromositoma multisistem krizi ile başvurabilir. Feokromositoma krizi spontan olabilir veya tümörün manipülasyonu, travma, kortikosteroidler, β blokerler, anestezik ilaçlar gibi değişik tedaviler, adrenal cerrahi dışı cerrahi streslerin uyarısı ile ortaya çıkabilir. Bu hastalar cerrahi acilden öte medical acil olarak düşünülmelidir. Bu derlemede, FPG’li hastalarda preoperatif, peroperatif ve postoperatif tedavi, küratif ve palyatif cerrahi tedavi, postoperatif sonuçlar ve takibin değerlendirilmesi amaçlandı. (SETB-2020-08-137) |
ORIJINAL ARAŞTIRMA | |
2. | Hipertansiyon Tanılı COVID-19 Hastalarında Kronik Renin-Anjiotensin-Aldosteron Sistem Blokerleri Kullanımı ile Hastane İçi İstenmeyen Olaylar Arasındaki İlişki The Association between Chronic Use of Renin–Angiotensin-Aldosterone System Blockers and in-Hospital Adverse Events among COVID-19 Patients with Hypertension Gokhan Cetinkal, Betul Balaban Kocas, Ozgur Selim Ser, Hakan Kilci, Suleyman Sezai Yildiz, Safiye Nur Celebi, Yildiz Verdi, Mustafa Altinay, Kadriye KilickesmezPMID: 33364877 PMCID: PMC7751238 doi: 10.14744/SEMB.2020.15689 Sayfalar 399 - 404 Amaç: Hipertansiyon tanısı olan COVID-19 hastalarının kronik renin-anjiyotensin-aldosteron sistemi (RAAS) blokeri kullanımının hastane içi istenmeyen olaylar ve hastalığın ciddiyeti üzerine etkisi halen belirsizliğini korumaktadır. Bu çalışmada COVID-19 nedeni ile hastanede yatan hipertansif hastalarda RAAS inhibitörlerinin kronik kullanımı ile hastane içi advers olaylar arasındaki ilişkiyi belirlemeyi amaçladık. Yöntem: Bu tek merkezli ve retrospektif çalışmaya COVID-19 tanısı konmuş 349 hipertansif hastayı dahil ettik. Bütün hastalar hastane yatışı öncesinde kronik olarak anjiotensin dönüştürücü enzim inhibitörü (ADEI)/anjiotensin II reseptör blokeri (ARB) veya diğer antihipertansif tedavileri alıyordu. İstenmeyen klinik olaylar; hastane içi ölüm, yoğun bakıma gidiş,yüksek akım oksijen ihtiyacı ve entübasyon olarak belirlendi. Bulgular: Hastalar antihipertansif tedavi tipine göre iki gruba ayrıldı. (ADEI/ARB kullananlar, n=201; ADEI/ARB kullanmayanlar n=148). ADEI/ARB kullananlarla kullanmayanlar arasında hastane içi ölüm (29(14.4%) vs 20(13.5%), p=0.81), yoğun bakıma gidiş (45(22.4%) vs 27(18.2%), p=0.34), yüksek akım oksijen ihtiyacı (97(48.3%) vs 68 (45.9%), p=0.67) ve entübasyon (32(15.9%) vs 23(15.5%),p=0.92) gibi hastane içi istenmeyen olaylar açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık yoktu. Ayrıca enfekfsiyon şiddeti de gruplar arasında benzerdi. Lojistik regresyon analizinde yaş, nötrofil/lenfosit oranı, prokalsitonin ve ferritin düzeyleri hastane içi ölüm için bağımsiz ön gördürücüler olarak saptandı. Sonuç: Sonuçlarımız COVID-19 nedeniyle hastanede yatan hipertansif hastalarda kronik ADEI/ARB kullanımının hastane içi istenmeyen olay sıklığını artırmadığını düşündürmektedir. Son dönemde yapılan çalışmaların sonuçları çelişkili olsa da; hipertansiyonu olan COVID-19 hastalarının hastane yatışı boyunca kronik ADEI/ARB kullanımının kesilmesi önerilmemektedir. (SETB-2020-09-159) |
3. | Kadınlarda D Vitamini Seviyesi ve Alt Üriner Sistem Semptomları Arasındaki İlişki The Relationship between Vitamin D Level and Lower Urinary Tract Symptoms in Women Sibel Serin, Ozlem Pehlivan, Aysun Isiklar, Ahmet Tahra, Sema BasatPMID: 33364878 PMCID: PMC7751233 doi: 10.14744/SEMB.2020.01709 Sayfalar 405 - 410 Amaç: Literatürde D vitamininin alt üriner sistem semptomları (LUTS) üzerindeki etkisi ile ilgili çalışmalar mevcuttur. Bu çalışmalarda çelişkili sonuçlar bildirilmiştir. LUTS kadınlarda daha yaygındır. Bu çalışmada kadın hastalarda D vitamini ve LUTS arasındaki ilişkiyi, üroflovmetrik yöntemle değerlendirmeyi amaçladık. Material/metod: Bu retrospektif kohort çalışmaya LUTS ile başvuran 186 kadın hasta dahil edildi. Demografik özellikler, tıbbi öykü, kalsiyum (Ca) ve D vitamini içeren laboratuvar verileri ve maksimum idrar akış hızı (Qmax), ortalama idrar akış hızı (Qav) ve geçersiz hacim (V) olarak üroflovmetri sonuçları kaydedildi. Hastalar yaş (18-50 ve ≥51) ve D vitamini seviyelerine (<20 ve ≥20) göre iki gruba ayrıldı. Laboratuvar parametreleri, üroflovmetri sonuçları gruplar arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Yaş ortalaması 56,85 ± 12,95 idi. Ortalama D vitamini seviyesi 21.19 ± 13.93 ng / mL (2.5-83.5) idi. Ortalama Qmax değeri 35.41 ± 12.63 iken ortalama Qav 19.13 ± 9.89 ve ortalama V 446.60 ± 165.08 mL idi. D vitamini düzeyleri yaş gruplarına göre farklılık gösterdi (p = 0.044). Qmax, Qav ve V değerlerine göre gruplar arasında anlamlı fark gözlenmedi (p> 0.05). D vitamini düzeyi ile Qmax, Qav ve V değerleri arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı. Bununla birlikte, düşük D vitamini grubunda serum Ca düzeyi ile V değerleri (p = 0.042) arasında negatif korelasyon saptandı. Sonuç: Üroflovmetrik açıdan D vitamini düzeyleri ile LUTS arasında direkt ilişki bulamadık. Bununla birlikte, D vitamini düşük olan hastalarda Ca düzeylerinin üroflovmetri parametresini etkilediğini tespit ettik. LUTS hastalarda vitamin D düzeylerine ek olarak serum Ca düzeylerini vurgulayan çalışmalara ihtiyaç olduğuna inanıyoruz. (SETB-2020-07-114) |
4. | Non-alkolik yağli karaciğer hastalarinda insülin direncinin karaciğer hasari ile ilişkisi The Relationship between Insulin Resistance and Liver Damage in non-alcoholic Fatty Liver Patients Elif Guven Cetin, Nazan Demir, Ilker SenPMID: 33364879 PMCID: PMC7751232 doi: 10.14744/SEMB.2018.83604 Sayfalar 411 - 415 Amaç: Non-alkolik yağlı karaciğer hastalığı (NAYKH), insülin direnci ile karakterize olan obezite, diyabetes mellitus, metabolik sendrom gibi hastalıklarla yakından ilişkilidir. Metabolik sendromun karaciğerdeki tezahürü olduğu düşünülmektedir. Karaciğer fibrozisinin non-alkolik steatohepatitte (NASH) prognostik önemi yüksektir. Bu çalışmada biyopsi ile kanıtlanmış NAYKH olgularında insülin direnci ile karaciğerdeki histopatolojik değişiklikler arasındaki ilişki incelenmiştir. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 85 kişilik biyopsi ile kanıtlanmış NAYKH hastası (64’ü NASH, 21’I NASH olmayan) ve 40 kişilik kontrol grubu alındı. İnsülin direnci ‘homeostasis model assessment of insulin resistance’ (HOMA-IR) kullanılarak hesaplandı. Sonuçlar: NAYKH grubunda C reaktif protein, total kolesterol, düşük dansiteli lipoprotein, trigliserit, vücut kitle indeksi (VKİ), HOMA-IR düzeyleri kontrol grubuna göre istatistiksel açıdan anlamlı şekilde yüksekti. NASH grubunda NASH olmayan gruba göre HOMA-IR düzeyi anlamlı düzeyde (p=0.026) yüksekti. İleri düzeyde fibrozisi olan (evre 3-4, n=27) ve olmayan (evre 0-2, n=58) NAYKH hastaları karşılaştırıldığında, ileri fibrozis grubunda hafif fibrozis grubuna göre VKİ (35.2±4.6 kg/m2 ve 32.7±4.1 kg/m2 sırasıyla, p=0.031) ve HOMA-IR (6.3 [5.8-6.8] ve 3.4 [2.6-4.8] sırasıyla, p=0.001) seviyelerinin yüksek olduğu gözlendi. Kovaryans analizinde, ileri fibrozis grubunda HOMA-IR yüksekliğinin; VKİ, yaş, cinsiyet gibi karıştırıcı faktörler düzeltildiğinde de istatistiksel olarak anlamlı biçimde devam ettiği görüldü. Sonuç: Fibrozis düzeyi ileri derecede olan NAYKH hastalarında HOMA-IR değerinin yüksek olduğu gözlenmiştir. Günlük pratikte kolaylıkla ölçülebilen HOMA-IR’nin fibrozis için bağımsız bir prediktör değer olduğu görülmüştür. (SETB-2018-11-163) |
5. | Bazal bolus insülin tedavisi alan tip 2 diyabetiklerde insülin çeşidi ve günlük dozların tedavi başarısına etkisi The Effect of Type and Daily Doses of Insulin to Treatment Success in Type 2 Diabetes Patients who are Receiving Basal-bolus Insulin Therapy Yuksel Asli Ozturkmen, Suna Avci, Aslihan Calim, Elif Guven Cetin, Nazan Demir, Emrah Erkan Mazi, Fatih Borlu, Yuksel AltuntasPMID: 33364880 PMCID: PMC7751243 doi: 10.14744/SEMB.2018.58234 Sayfalar 416 - 423 GİRİŞ: Çalışmamızın amacı sık aralıklı insülin tedavisi almakta olan tip 2 diyabet hastalarında farklı insülin tiplerini günlük insülin doz ihtiyacı ve tedavi başarısı açısından karşılaştırmak, yüksek dozlara rağmen tedavi başarısızlığının sebeplerini irdelemektir YÖNTEM: Retrospektif olarak dizayn edilmiş olan çalışmamıza bazal bolus insülin tedavisi altındaki 198 tip 2 diyabet hastası dahil edildi. Hastalar aldıkları insülin tiplerine göre 3 gruba ayrıldı (Grup 1: Kısa ve uzun etkili analog insülin alanlar(n: 83), Grup 2: Kısa ve uzun etkili regüler insülin alanlar(n: 58), Grup 3: Regüler insülin + uzun etkili analog insülin alanlar(n: 57)) Hasta takip dosyalarından demografik veriler ve günlük insülin doz bilgileri kaydedildi. Bu veriler ve hedef HbA1c düzeyine ulaşma oranları gruplar arasında karşılaştırıldı. Ayrıca, glisemik hedeflere ulaşılabilen ve ulaşılamayan hastaların insülin dozları karşılaştırıldı. BULGULAR: 198 hastanın 123’ü (%62,1) kadın 65’i (%47,9) erkektir. Üç grubun yaş ortalaması sırasıyla 55,81± 8,1, 58,3 ± 8,9, 58,3± 8,8 dir. HbA1c düzeyleri Grup 1 de 8,72± 1,65, Grup 2 de %9,02± 1,98, Grup 3 de ise %9,05 ± 2,24 saptanmıştır. Hedef A1c değeri %7 nin altına ulaşma oranları analog tedavi grubunda %27,7, regüler tedavi grubunda %25,9, regüler+analog tedavi grubunda ise %31,6 dır (p >0,05). Üç grubun günlük bolus ve bazal insülin dozu, total ve kg başına insülin dozu ve bazal bolus oranı anlamlı farklılık göstermemiştir(p > 0,05). Grup 1 ve Grup 2 de glisemik kontrol hedefine ulaşılamayan hastalarda günlük total insülin dozları,Grup 3 de ise bazal insülin dozu hedefe ulaşılanlardan anlamlı olarak daha yüksek saptandı. SONUÇ: Analog ve regüler insülinler arasında doz analizlerinde belirgin farklılık saptamadığımız çalışmamızda en önemli sonuç olarak yüksek insülin dozlarına çıkmanın glisemik kontrol için yeterli olmayabileceği ortaya konulmuştur. Bu hastalarda altta yatan neden aranmalı, düzeltilebilecek nedenler ortadan kaldırılmalıdır. (SETB-2018-10-140) |
6. | Kronik Ürtikerli Hastalarda Etiyolojik Faktörlerin Değerlendirilmesi The Etiological Evaluation of Patients with Chronic Urticaria Yasemin Erdem, Ilknur Altunay, Ezgi Ozkur, Onur SivazPMID: 33364881 PMCID: PMC7751234 doi: 10.14744/SEMB.2018.98216 Sayfalar 424 - 427 Giriş: Kronik ürtiker(KÜ) 6 haftadan uzun süren deri lezyonları ve anjioödem ile karakterize sık görülen bir deri hastalığıdır. Etiyolojide otoimmün hastalıklar, enfeksiyonlar, ilaçlar, maligniteler gibi birçok faktör suçlanmakla birlikte hastaların önemli bir bölümünde herhangi bir neden saptanamaz. Bu çalışmada amacımız kronik ürtikerli hastalarda etiyolojide rol alan faktörleri araştırmaktır. Gereç ve yöntemler: Dermatoloji Kliniği Alerji Polikliniği’nde kronik ürtiker tanısı ile izlenen 62 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalara ait klinik ve laboratuvar verileri hasta dosyaları ve hastane otomasyon sisteminden elde edildi. Elde edilen veriler kategorik değişkenler için sayı ve yüzde, sayısal değişkenler için ortalama, standart sapma, minumum, maksimum olarak verildi. Bulgular: Çalışma grubunu 33(%53.2)’ü kadın, 29(%46.8)’u erkek toplam 62 hasta oluşturdu. Anjioödem sıklığı %51.6, eşlik eden fiziksel ürtiker %40.3 olarak hesaplandı. On dört(%22.6) hastada otoimmün hastalık, 15 (%24.2) hastada enfeksiyon eşlik etmekteydi. Hastaların % 24,5’inde tiroid otoantikorları, %69’unda helikobakter pylori (H.pylori) antijeni pozitif bulundu. Sonuç: Kronik ürtikerli hastalarda otoimmün tiroid hastalıkları ve enfeksiyonlar sıklıkla eşlik eden hastalıklar olarak öne çıkmaktadır. (SETB-2018-10-150) |
7. | Demir eksikliği anemisi ile yatan hastaların etyolojik değerlendirilmesi Evaluation of In-patients with Iron Deficiency Anemia in terms of Etiology Aslihan Calim, Evren Kanat, Emrah Erkan Mazi, Suayp Oygen, Umut Karabay, Fatih BorluPMID: 33364882 PMCID: PMC7751250 doi: 10.14744/SEMB.2018.47354 Sayfalar 428 - 432 AMAÇ: Bu çalışmamızda demir eksikliği anemisi ile yatan hastaların etyolojik olarak değerlendirilmesini amaçladık. MATERYAL-METOD: Çalışmamızda 2005-2010 tarihleri arasında Şişli Etfal Hastanesi İç Hastalıkları Kliniğinde demir eksikliği anemisi tanısı ile yatan 60’ı erkek, 90’ı kadın toplam 150 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Anemi için hemoglobin değeri kadınlarda <12 g/dl, erkeklerde <13 g/dl, demir eksikliği için transferrin satürasyonu ≤ %15 anlamlı olarak kabul edildi. BULGULAR: Çalışmamıza 60 erkek, 90 kadın dahil edildi. Hastalarda tespit edilen etyoloji incelendiğinde 150 hastanın 35’inde ( %23,3 ) eroziv gastrit, 15’inde ( %10 ) mide karsinomu, 14’ünde ( %9,3 ) kolon polibi, 14’ünde ( %9,3 ) myom, 13’ünde ( %8,6 ) divertikülozis, 7’sinde ( %4,6 ) kolon karsinomu, 7’sinde( %4,6 ) menometroraji, 6’sında ( %4 ) hemoroid, 6’sında ( %4 ) malabsorbsiyon, 4’ünde ( %2,6 ) çölyak hastalığı, 3’ünde ( %2 ) mesane karsinomu, 3’ünde ( %2 ) hematolojik malignite, 23’ünde (%15,3) diğer nedenler ( nedeni belirlenemeyen ) saptandı. SONUÇ: Demir eksikliği anemisi saptandığında altta yatan ciddi bir hastalığın habercisi de olabilir. Olguların çoğunda sebep üst ve alt gastrointestinal sistem kaynaklı hastalıklardır. Endoskopik incelemeler tanı açısından önemlidir. Demir eksikliği anemisi tanısı alan olgularda gastroskopi, kolonoskopi incelemesinin birlikte yapılmasını önermekteyiz. (SETB-2018-09-134) |
8. | Antenatal Steroid Tedavisinin Preterm Bebeklerin Laboratuvar Değerleri Üzerine Etkisi The Effects of Antenatal Steroid Treatment on Preterm Infants’ Early Laboratory Analysis Gulsum Kadioglu Simsek, H. Gozde Kanmaz Kutman, Fuat Emre CanpolatPMID: 33364883 PMCID: PMC7751240 doi: 10.14744/SEMB.2019.68916 Sayfalar 433 - 437 Amaç: Antenatal steroid tedavisinin (AST) prematüre morbidite ve mortalitesi üzerine olumlu etkileri bilinmektedir ancak laboratuvar belirteçleri üzerine etkisi hakkında az sayıda çelişkili veriler mevcuttur. Prematüre bebeklerde AST’nin erken dönem laboratuvar değerleri üzerine etkisinin incelenmesi amaçlandı. Yöntem: Hastanemizde 2008 - 2013 yılları arasında doğan, gebelik süresi ≤32 hafta olan, tıbbi kayıtlarına ulaşılabilen bebeklerin dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Antenatal steroid tedavisi, betametazon tek (12 mg) veya iki doz (24 mg) uygulanmış bebekler ve hiç uygulanmadan doğmuş bebekler iki gruba ayrıldı. Gruplar arasında demografik özellikler, erken dönem klinik ve laboratuvar bulguları ve yatış sürecinde ortaya çıkan morbiditeler karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışma dönemi içerisinde doğmuş 603 bebeğin tıbbi kayıtları incelendi. Toplam 515 bebeğin verisi analiz edildi. Antenatal steroid alan grupta (n=304), almayanlara göre (n=211), preeklampsi ve oligohidramniyoz sıklığı daha fazla, APGAR 5. dakika skorları daha yüksek ve doğum salonunda entübe olma oranı daha düşük saptandı. Yatış sonrası ilk laboratuvar değerlendirmelerine göre AST grubunda beyaz küre (BK) sayılarının düşük ancak trombosit sayılarının ise daha yüksek olduğu belirlendi. İnterlökin-6 (IL-6) ve C reaktif protein (CRP) seviyeleri iki grup arasında benzer bulundu. Sonuç: Bu retrospektif kohortta AST’nin preterm bebeklerin inflamatuvar belirteçleri üzerine anlamlı etkisi gösterilememiştir. (SETB-2018-12-181) |
9. | Baş Boyun Skuamöz Hücreli Kanserlerde Tümör İnfiltre Edici Lenfosit Yoğunluğunun Histopatolojik Parametrelerle Karşılaştırılması ve Prognoz Üzerine Etkisi Comparison of Tumor Infiltrating Lymphocyte Density with Histopathological Parameters and Effect on Prognosis in Head and Neck Squamous Cell Cancers Elif Sari, Taskin Tokat, Ozge Tarhan, Huseyin Dag, Yetkin Zeki Yilmaz, Haydar Murat YenerPMID: 33364884 PMCID: PMC7751247 doi: 10.14744/SEMB.2019.48208 Sayfalar 438 - 443 Amaç: Baş-boyun kanserleri, görülme ve ölümlere neden olma sıklıkları açısından diğer kanser türlerine göre daha alt sıralarda yer almasına rağmen, yerleşim bölgesinin anatomik ve işlevsel özellikleri nedeniyle ayrı bir öneme sahiptir. Multidisipliner tedavi rejimlerinde büyük ilerlemelere rağmen, uzun süreli sağkalımın iyileştirilimesi için daha spesifik biyobelirteçleri tanımlamaya ihtiyaç vardır. Bu çalışmada; baş boyun squamöz hücreli kanserlerde tümör infiltre edici lenfosit yoğunluğunu histopatolojik parametrelerle karşılaştırmayı ve prognoza olan etkisini değerlendirmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntemler: Ocak 2010 – Kasım 2013 tarihleri arasında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Anabilim Dalı’na başvuran baş boyun kanseri teşhisi konup cerrahi müdahale yapılan 114 hasta retrospektif tarama ile incelendi. Hastaların yaş, cinsiyet, alkol-sigara kullanım alışkanlıkları, tümör lokalizasyonu kaydedildi. Tümörün boyutu, histolojik differansiyasyonu, tümöre karşı immün cevabı gösteren lenfosit infiltrasyon yoğunluğu, desmoplazik stromal yanıt, kan damarı, perinöral ve lenfovasküler invazyon varlığı, lenf nodu metastazı ve perinodal yayılım olup olmadığı değerlendirildi. Patolojik preparatlar Hematoksilen-Eozin boyama yapılıp paraffin bloklar halinde kesitler alındı, tümör dokusu içerisinde infiltre edici lenfosit yoğunluğu açısından, her biri ayrı şekilde, semi-kantitatif olarak değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya alınan 114 hasta primer tümör lokalizasyonuna göre değerlendirildiğinde; 97 hasta (% 85.1) ile larinks kanseri çoğunluğu oluşturmaktaydı. Diğer 17 hastanın 10’u (% 8.8) oral kavite, 7’si (% 6.1) orofarenks kanseriydi. Lenfosit infiltrasyon yoğunluğu; tümör boyutu, lenfatik, kan damarı ve perinöral invazyon, lenf nodu metastazı, perinodal yayılım, histolojik grade ve evre ile karşılaştırıldı, aralarında anlamlı fark saptanmadı. Desmoplazik stromal yanıt; tümör boyutu (p: 0,014), lenfatik invazyon (p: 0,000), kan damarı invazyonu (p: 0,037), perinöral invazyon (p: 0,002) ve evre (p: 0,006) ile karşılaştırıldı ve aralarında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu. Hastaların 5 yıllık sağ kalım oranlarına bakıldığında tümör infiltre edici lenfosit yoğunluğunun ve desmoplazik stromal yanıtın prognoz üzerine olumlu etkisi olmasına rağmen istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı. Sonuç: Klinik TNM evrelemesi ve histolojik parametrelerin yanı sıra kansere karşı oluşan immün hücrelerin prognoz ve yeni tedavi modelleri belirlenmesinde yol gösterici olacağını öngörmekteyiz. Kanser immünoterapisinde, tümör infiltre edici lenfositlerin anti-tümör etkilerinin artırılarak, mevcut kanser terapilerini değiştireceğini ve umut verici sonuçlar vereceğini düşünmekteyiz. (SETB-2018-12-167) |
10. | Endoskopik Retrograd Kolanjiyopankreatografi işlemlerinde sedasyon uygulamalarında kullanılan Bispektral İndeks Monitorizasyonu (EEG) solunum depresyonunu erken dönemde belirleyebilir mi? Can Bispectral Index Monitoring (EEG) be an Early Predictor of Respiratory Depression under Deep Sedation during Endoscopic Retrograde Cholangiopancreatography? Ebru Tarikci Kilic, Suleyman SayarPMID: 33364885 PMCID: PMC7751237 doi: 10.14744/SEMB.2020.10476 Sayfalar 444 - 450 Amaç Endoskopi işlemlerinde sedasyon ne kadar sık yapılırsa, yan etki sıklığı da o kadar artmaktadır; işte bu nedenle endoskopi ünitelerinde gelişmiş monitorizasyon giderek daha önemli hale gelmiştir. Bu çalışmanın amacı, Bispektral İndeks (BIS) monitorizasyonunun işlemlerde gelişebilecek solunum depresyonunu erken dönemde tespit edip etmediğini değerlendirmek ve yaygın olarak kullanılan klinik sedasyon skoru ile arasındaki uyumunu belirlemektir. Materyal ve Metot Çalışmaya, etik kurul onayı alınmasını takiben Endoskopik RetrogradKolanjiyopankreatografi (ERKP) yapılması planlanan Amerikan Anesteziyologlar Derneği (ASA) fiziksel durumu I olarak belirlenen 18 ila 50 yaşları arasındaki 60 hastanın verileri dahil edildi. Tüm hastalara sedasyon sırasında propofol kullanıldı. Sedasyon derinliğini değerlendirmek için klinik sedasyon skoru olarak Ramsay sedasyon skoru (RSS) kullanıldı. Tüm katılımcılar BIS monitörüne bağlandı. Perioperatif hemodinamik değerler, BİS değerleri, ortalama propofol dozu, işlem süresi, apne sıklığı, desatürasyon sıklığı ve hava yolu ile ilgili yapılan müdahaleler, demografik parametreler kaydedildi. BIS skorları RSS verilerine kör tutuldu. Bulgular Araştırmayı, 18-50 yaşlarında (ortalama: 36.10 ± 8.02) 60 hasta (36 kadın) oluşturmuştur. Ortalama işlem süresi ve Propofol dozu sırasıyla 32.70 ± 1.79 dk ve 287.17 ± 59.66 mg idi. Solunum depresyonu sırasında kaydedilen BİS değerlerini incelediğimizde; ölçümün 15. dakikasında 60 olan BİS skorunun % 96.2 duyarlılığa ve % 42.9 özgüllüğe; 20. dakikasında ölçülen 59.50'lik BİS skorunun % 98.2 duyarlılığa ve % 100.0 özgüllüğe ve ölçümün 25. dakikasında 59.00'lık BİS skorunun% 98.3 duyarlılığa ve % 50.0 özgüllüğe sahip olduğu görülmüştür. Regresyon analizi ise ortalama BİS puanının (p = 0.000,% 95 CI -0.110-0.043) RSS'de birim artışla 0.076 oranında arttığını göstermiştir. Sonuçlar BİS Monitorizasyonunun RSS ile uyumlu olduğu ve sedasyon sırasında gelişebilecek solunum depresyonunu önlemek için kullanılabileceği kanaatindeyiz. (SETB-2020-05-085) |
11. | Akut kolonik divertikülitte divertikül lokalizasyonu ve Hinchey evresinin nüks ve komplikasyon üzerine etkisi The Effects of Diverticulum Localization and Hinchey Classification on Recurrence and Complications in Acute Colonic Diverticulitis Mahmut Kaan Demircioglu, Zeynep Gul Demircioglu, Mustafa Fevzi Celayir, Mehmet Mihmanli, Cemal KayaPMID: 33364886 PMCID: PMC7751249 doi: 10.14744/SEMB.2020.03453 Sayfalar 451 - 456 Kolonun divertiküler hastalığı kas tabakasındaki bazı zayıflıklar nedeniyle mukozanın dışa doğru balonlaşması ile oluşan bir patolojidir. Divertiküler hastalık, semptomatik komplikasyonsuz divertiküler hastalıktan, akut divertikülit veya divertiküler kanama gibi komplikasyonları olan semptomatik hastalığa kadar değişebilir. Akut kolonik divertikülit, hastaların yaklaşık %10-25’inde görülmektedir. 2016-2019 yılları arasında hastanemiz acil kliniğine karın ağrısı şikayeti ile başvuran hastalar değerlendirilerek akut divertikülit tanısı ile yatırılarak tedavi uygulanan 134 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların cinsiyeti, yaş, ek hastalık varlığı, başvuru anında lökosit ve C-reaktif protein(CRP) yüksekliği, divertikül lokalizasyonu, hinchey sınıflaması, ortalama yatış süresi ve tedavi şekli değerlendirildi. Bu parametrelerin komplikasyon ve nüks üzerindeki etkileri istatistiksel olarak incelendi. Hastanede yatış süresinin, hinchey sınıflaması ile pozitif yönde istatistiksel olarak anlamlı ilişkili saptandı(p<0,001). Medikal olarak tedavi edilen hastaların 18'inde daha sonra nüks geliştiği görülürken bu oran istatistiksel olarak anlamlı bulundu(p<0,001). Hastalığın şiddeti ve nüks gelişmesi üzerine rol alabilecek faktörler incelendiğinde bunlardan biri olan lokalizasyonun çalışmamızdaki sonuçlarını değerlendirdiğimizde rektosigmoid yerleşimin nüks için önemli bir faktör olduğunu saptadık. Yaptığımız çalışmada kolondaki lokalizasyonun ve hastalığın şiddetinin akut divertikülitin prognozu üzerinde etkili olduğunu gördük. Bu hastalarda cerrahi planlanırken lokalizasyonun ve geçirmiş oldukları hastalığın şiddetinin göz önünde bulundurulması gerektiği kanaatindeyiz. (SETB-2020-08-141) |
12. | Gebelikte Akut Apandisit: Nasıl Yönetilir? Acute Appendicitis in Pregnancy: How to Manage? Ramazan Kozan, Huseyin Bayhan, Yagmur Soykan, Ahmet Ziya Anadol, Mustafa Sare, Abdulkadir Bulent AytacPMID: 33364887 PMCID: PMC7751242 doi: 10.14744/SEMB.2020.85453 Sayfalar 457 - 462 Amaç: Gebelikte akut apandisit ciddi maternal ve fetal komplikasyonlar ile ilişkili olabilmektedir. Gerek tanıda kullanılan klinik, laboratuvar ve radyolojik parametreler gerekse seçilen ameliyat yöntemi ve zamanlamasının sonuçlara etkisi tartışmalıdır. Bu çalışmada akut apandisit şüphesi olan gebe hastalarda ayırıcı tanıda kullanılan klinik yaklaşımın ve cerrahi tedavi yöntemlerinin komplikasyonlar ile olan ilişkisinin ortaya konulması amaçlandı. Yöntem: Aralık 2007 ile Ağustos 2019 tarihleri arasında apendektomi yapılan 21 gebe hasta çalışmaya dahil edildi. Yaş, gebelik yaşı, başvuru esansındaki şikayetler, lökosit sayısı, radyolojik inceleme sonuçları, cerrahi yöntem (konvansiyonel veya laparoskopik), histopatoloji sonuçları, başvurudan ameliyata kadar geçen süre, maternal ve fetal komplikasyonlar retrospektif olarak değerlendirildi. Bulgular: Komplikasyon gelişen hasta sayısı 6 (%28,6) idi. Bu hastaların yarısında (%14.3) erken doğum, diğer yarısında (%14.3) abortus gelişti. Trimester ile komplikasyon gelişimi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmadı (p=0.747). On dört hastaya (%66.7) laparoskopik cerrahi, 7 hastaya (% 33.3) konvansiyonel cerrahi uygulandı. Laparoskopik grupta komplikasyon oranı daha yüksek olmasına rağmen istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p=0.306). Serideki fetal kayıp oranı %14.3 olup tamamı laparoskopik gruptaydı. Ancak gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p=0.158). Sonuç: Gebeliğe bağlı sınırlayıcı faktörler akut apandisit tanısını zorlaştırmaktadır. Bu hastalar için standart klinik yaklaşımın ötesinde çok daha şüpheci bir tutum ve ek tanı araçları şarttır. Tedavide laparoskopik apendektomi güvenli bir seçenek olarak görünse de daha yüksek fetal kayıp riski ile olan ilişkisi göz önünde tutulmalıdır. (SETB-2020-05-078) |
13. | Relationship between Gastric pH Measurement and Intra-abdominal Pressure in Patients Undergoing Laparoscopic Surgery Relationship between Gastric pH Measurement and Intra-abdominal Pressure in Patients Undergoing Laparoscopic Surgery Ayse Surhan Cinar, Pinar Sayin, Mustafa Fevzi CelayirPMID: 33364888 PMCID: PMC7751236 doi: 10.14744/SEMB.2020.34437 Sayfalar 463 - 468 Objective: Laparoscopic surgery (LS) is a safe and widely used technique. During LS, carbon dioxide insufflation may produce significant hemodynamic and ventilatory consequences, such as elevated intra-abdominal pressure (IAP) and hypercarbia. Splanchnic and cardiovascular blood flow can be affected by the elevated IAP, which can result in ischemia in the splanchnic region prior to hemodynamic changes. Changes in gastric pH may be an early precursor of changes in splanchnic blood circulation. This study investigated the relationship between gastric pH measurement and IAP in patients undergoing LS. Materials & Methods: This study included 49 patients aged 18 – 65 years with American Society of Anesthesiologists (ASA) physical status I – III who were undergoing elective laparoscopic cholecystectomy. A gastric pH tonometer probe was applied using an orogastric catheter. Simultaneously, insufflation pressure, cardiac apex beat (CAB), and mean arterial blood pressure (MAP) values were recorded. Indirect IAP was then measured through the bladder. Measurements were performed at baseline; at 15, 30, and 60 minutes after onset of insufflation (AI 15, AI 30, and AI 60, respectively); and at the end of insufflation (EI). Two pH measurements were obtained with a gastric tonometer pH probe, using an automated function of the gastric tonometer to improve measurement reliability. Results: IAP was significantly higher than baseline at AI 15, AI 30, AI 60, and EI (p < 0.001). The pH1 and pH2 levels were significantly lower at AI 15 and AI 30, compared with baseline (p < 0.001). There were no significant differences between pH1 and pH2 measurements at AI 60 and EI. Compared with baseline, CAB was significantly lower at AI 15, AI 30, AI 60, and EI (p = 0.001, p < 0.001, p = 0.006). There were no statistically significant differences in MAP changes at any time point. Conclusion: Elevated IAP caused by CO2 insufflation during LS led to reductions of pH1 and pH2. There was a correlation between gastric pH measurement and IAP. Measurement of gastric pH may be useful to assess blood circulation in the splenic area during LS. (SETB-2020-06-107) |
14. | Factors Influencing the Relationship of the External Branch of the Superior Laryngeal Nerve with the Superior Pole Vessels of the Thyroid Gland Factors Influencing the Relationship of the External Branch of the Superior Laryngeal Nerve with the Superior Pole Vessels of the Thyroid Gland Nurcihan Aygun, Mahmut Kaan Demircioğlu, Zeynep Gül Demircioğlu, Adnan Isgor, Mehmet UludagPMID: 33364889 PMCID: PMC7751235 doi: 10.14744/SEMB.2020.27448 Sayfalar 469 - 474 Objectives: In a thyroidectomy, the external branch of the superior laryngeal nerve (EBSLN) is a potential risk during the superior pole dissection due to its close anatomical relationship with the superior thyroid artery and its highly variable anatomy. In this study, we aimed to evaluate the relationship of EBSLN with the superior pole considering Cernea classification and the factors affecting this relationship. Methods: The data of thyroidectomized 126 patients (95 female, 31 male) with 200 neck sides (mean age of 45.6±12.1 years) using intraoperative neuromonitoring (IONM) for the EBSLN exploration were evaluated retrospectively. During the superior pole dissection, the EBSLN course was classified according to Cernea classification after being confirmed with IONM. It was defined as a large goiter in the case of the thyroid lobe volume being >50 cc. The factors influencing the presence of type 2b, which has the highest risk of injury, were evaluated using logistic regression analysis. Results: Of the 200 EBSLNs evaluated, 52 (26%) were type 1, 134 (68%) were type 2a, and 14 (7%) were type 2b. The mean volumes of the resected thyroid lobes were 22±25 cc (min-max: 2-136), 23±20 cc (3-163), and 39±24 cc (3-65) in type 1, 2a and 2b, respectively, which was significantly higher in type 2b (p=0.035). Presence of large goiter rates were 5.8% (n=3), 8.2% (n=11), 64.3% (n=9) in type 1, 2a, and 2b, respectively, and was significantly higher in type 2b (p=0.0001). There was no significant difference between EBSLN Cernea types concerning age, sex, nerve side, presence of cancer and hyperthyroidism. In logistic regression analysis, large goiter was the only independent factor associated with Cernea type 2b. In case of a lobe volume greater than 50 cc, the probability of type 2b presence was approximately 25 times higher (p<0.001, odds ratio: 25.262). Conclusion: Type 2b course of EBSLN is more common in large goiters, and it is 25 times more likely to be seen in the presence of a lobe volume over 50 cc. Thus, it should be considered that the probability of this high-risk course is significantly higher in large goiters. (SETB-2020-09-184) |
15. | Ön çapraz bağ rekonstrüksiyonu sırasında greftin tibial tesbit öncesi uygulanan siklik egzersizin etkinliği var mıdır? Is Cyclic Exercise Performed before Tibial Fixation Effective on Grafts during Anterior Cruciate Ligament Reconstruction? Burak Gunaydin, Yasar Mahsut Dincel, Abdulkadir Sari, Mehmet Umit Cetin, Cem Sever, Cagatay Tekin, Melih Guney, Yavuz KabukcuoğluPMID: 33364890 PMCID: PMC7751239 doi: 10.14744/SEMB.2020.07752 Sayfalar 475 - 482 Giriş: ÖÇB rekonstruksiyonunda tibial fiksasyon öncesi gerilmemiş otogreftin siklik egzersiz yaptırılarak gerdirilmesi gerekliliği bilinmemektedir. Çalışmanın amacı; ön çapraz bağ yırtığı sonrasında tek band yöntemi ile bağ rekonstruksiyonu yapılan hastaları retrospektif olarak değerlendirilerek, siklik egzersiz uygulanan hastalar ile uygulanmayan hastalarda anlamlı bir fark olup olmadığını karşılaştırmaktır. Gerec ve Yöntem: 2016–2018 yılları arasında ön çapraz bağ tamiri uygulanan en az 8 ay takibi olan 59 hasta saptandı. Bu hastalardan ameliyatı sırasında tibial tespit öncesi siklik egzersiz uygulanan 30 hasta (Grup 1) ile siklik egzersiz uygulanmayan 29 hasta (Grup 2) değerlendirildi Sonuçlar: Grup 1’in Lysholm skoru ortalaması 95.1 (dağılım 83–100), Grup 2’nin 87.1 (dağılım 78–100) saptandı. Grup 1‘in Modifiye Cincinnati skoru ortalaması 28.7 (24–30), iken Grup 2’nin 26.2 (21-30) saptandı. IKDC subjektif diz değerlendirme formu skoru ortalaması Grup 1’de 91,9 (dağılım 83–100) iken Grup 2’de 86.7 (dağılım 75–100) saptandı. Grup 1’ de ortalama uyluk atrofi değeri 1.5 cm, Grup 2’de 2.68 cm saptandı. Grup 1‘de tek ayağı üzerinde ileri atlama testinde sağlam tarafa göre %85 mesafenin üzerine 23 hasta atlarken, Grup 2 ‘de 11 hastanın başarıyla bu mesafeyi atlayabildiği saptandı. Bu sonuçlara göre ÖÇB rekonstruksiyonu esnasında siklik egzersiz yapılan hastaların klinik sonucu yapılmayanlara göre anlamlı derece de farklıdır Çıkarımlar: Ameliyat sırasında greftin tibial tesbiti öncesi siklik egzersiz uygulanmasının fonksiyel sonuçlar üzerine olumlu etkisi olduğu saptandı. Bu nedenle siklik egzersiz uygulamasının ÖÇB tamiri yapılan hastalarda ameliyat prosedürüne eklenmesi gerektiği kanısındayız. (SETB-2020-02-019) |
16. | Cross-Cultural Adaptation and Validation of the Turkish Version of the International Hip Outcome Tool – 12 Cross-Cultural Adaptation and Validation of the Turkish Version of the International Hip Outcome Tool – 12 Halis Atilla, Mutlu AkdoganPMID: 33364891 PMCID: PMC7751248 doi: 10.14744/SEMB.2020.33558 Sayfalar 483 - 489 Objectives: The present study aims to conduct a translation and transcultural adaptation of the International Hip Outcome Tool – 12 (IHOT-12) into Turkish and evaluate the psychometric characteristics of the Turkish version of IHOT-12 (IHOT-12-TR) for validity and reliability in Turkish patients with hip joint disorders. Methods: Following the translation and transcultural adaptation procedures, 109 patients completed the IHOT-12-TR and Western Ontario and McMaster Universities Osteoarthritis Index (WOMAC) scale. The retest was completed by 40 patients approximately one week after the initial assessments. The psychometric properties of the questionnaire were tested. Results: Cronbach's alpha of 0.927 revealed the internal consistency to be highly satisfactory. The overall Interclass coefficient (ICC) between test and retest was 0.927 (p<0.001). The correlation between IHOT-12-TR and WOMAC scores was strong and statistically significant (r=0.815, p<0.001). The explanatory factor analyses revealed that IHOT-12-TR had a single factor structure, explaining 61.9% of the total variance. There was no floor or ceiling effect on the items and overall scale scores. Conclusion: The results of the analyses in this study demonstrated that the Turkish version of the IHOT- 12 scale, the IHOT-12-TR, is a valid and reliable tool to evaluate the functionality of patients with hip pathologies. (SETB-2020-09-166) |
17. | Adneksiyal kitlelerin benign ve malign ayrımında malignite risk indeksi 3 ve pelvik kitle skorunun karşılaştırılması The Comparison of Pelvic Mass Score and Risk of Malignancy Index-3 in Discrimination of Benign and Malignant Adnexal Masses Aliya Isgandarova, Ayşe Ender Yumru, Suat Karataş, Burcu Dincgez Cakmak, Betul Dundar, Ulku Ayse TurkerPMID: 33364892 PMCID: PMC7751244 doi: 10.14744/SEMB.2019.67299 Sayfalar 490 - 496 Amaç: Benign ve malign kitlelerin ayrımı hastaların takibinde ve prognozunda kritik öneme sahiptir. Günümüzde tek başına hiçbir modalite yeterli sensitiviteye sahip olmadığından tüm parametrelerin kombinasyonunu içeren skorlama sistemleri kullanılmaktadır. Bu çalışmada pelvik kitle skoru (PKS) ve malignite risk indeksi (RMI-3) skorlama sistemlerinin adneksiyal kitlelerin malignite potansiyelini değerlendirmedeki rolü karşılaştırılmıştır. Yöntem: Prospektif gözlemsel nitelikteki çalışmamıza Mart-Ekim 2016 tarihleri arasında adneksiyal kitle tanısı konulan 15-79 yaşındaki 40 hasta dahil edildi. Hastalar benign(n=20) ve malign(n=20) grup olarak sınıflandırıldı. Yaş, gravida, parite, pelvik muayene bulguları, medikal ve aile öyküsü, laboratuvar değerleri, sonografik bulgular, histopatolojik sonuçlar, PMS ve RMI-3 skorları kaydedildi. Bulgular: Hastaların ortalama yaşı, CA-125 seviyeleri, Sassone skorları ve ultrasonografi skorları malign grupta daha yüksek iken rezistans indeksi bu grupta daha düşük saptandı. Hem RMI-3 hem de PMS skorları malign grupta daha yüksekti (1728.14±325.3 vs 36.27±31.01, p<0.001 ve 55.31±40.96 vs 9.91±5.29, p<0.001, sırasıyla). PMS’nin maligniteyi öngördürme gücünü değerlendirmek için ROC eğrisi çizildi ve cut-off değer 14 alınarak eğri altındaki alan 0.955 ile sensitivite %95, spesifisite %80, pozitif ve negatif kestirim değerleri %82.6% ve %94.1 olarak hesaplandı (p<0.001). Benzer şekilde RMI-3’ün maligniteyi ayırt ettirici gücünü değerlendiren ROC analizinde ise eğri altındaki alan 0.930 ile >53.2 cut-off değeri için sensitivite %95, spesifite %75, pozitif kestirim değeri %79.1 ve negatif kestirim değeri %93.7 olarak bulundu (p<0.001). Sonuç: Yaş, menopoz durumu, tümör belirteçleri ve sonografik parametreler malignite potansiyelini öngörmede tek başlarına çok değerli veriler sağlasa da bunların birlikte kullanıldığı skorlama sistemleri maligniteyi belirlemede çok daha kuvvetli bir etkiye sahiptir. Çalışmamızın sonuçlarına göre PKS, RMI-3 sistemine göre daha hassas ve daha kolay uygulanabilir özelliklere sahiptir. (SETB-2018-11-159) |
OLGU SUNUMU | |
18. | Magnetik rezonans inceleme sayesinde menenjit tanısı konulan preseptal sellülit tanılı pediatrik olguların değerlendirilmesi Evaluation of Pediatric Preseptal Cellulitis Cases Diagnosed with Meningitis by Magnetic Resonance Imaging Lida Bulbul, Canan Hasbal Akkus, Nevin Hatipoglu, Figen Bakirtas Palabiyik, Zahide Mine Yazici, Sadık Sami HatipogluPMID: 33364893 PMCID: PMC7751241 doi: 10.14744/SEMB.2019.54289 Sayfalar 497 - 501 Rinosinüzit, yaygın bir enfeksiyon olup nadiren hayatı tehdit eden orbital ve intrakranial ciddi komplikasyonlara yol açabilir. Çalışmamızda rinosinüzit komplikasyonu olarak preseptal sellülit ve menenjit birlikteliği gelişen iki olgu literatür verileri eşliğinde sunulmuştur. Olgu 1: 9 yaş 2 aylık kız çocuk; ateş, sol gözde kızarıklık ve şişlik şikayetiyle getirildi. Fizik muayenede sol alt ve üst göz kapağında ileri derece eritem, ödem mevcuttu, göz hareketleri her yöne ağrısız ve normaldi. Sistem muayeneleri normal, meningeal iritasyon bulgusu yoktu. Manyetik rezonans (MR) görüntüleme sonucunda preseptal sellülit, etmoid, frontal ve sfenoid sinüzleri içeren rinosinüzit, sol serebral hemisferde dural meningeal kontrast tutulumu saptandı. Hastaya lomber ponksiyon işlemi sonucunda menenjit tanısı konuldu. Hasta 14 gün uygun antibiyotik tedavisi sonrasında iyileşerek taburcu edildi. Olgu 2: 8 yaş 5 aylık erkek çocuk; ateş, sol gözde kızarıklık ve şişlik şikayetiyle getirildi. Sol alt ve üst göz kapağında eritem ve ödem mevcuttu. Sistem muayeneleri normal, meningial iritasyon bulgusu yoktu. Bilgisayarlı sinüs tomografisinde pansinüzit ve preseptal sellülit bulguları saptandı. Tedavi altında ateşi devam eden, gözdeki eritem ve ödemi belirginleşen hastaya komplikasyon düşünülerek yapılan orbital MR görüntülemede sol frontal bölgede kontrast tutulumu izlendi. Lomber ponksiyon işlemi sonucunda hastaya menenjit tanısı kondu. Hasta 14 gün uygun antibiyotik tedavisi sonrasında iyileşerek taburcu edildi. Sonuç: Preseptal sinüzite bağlı olarak intrakranial komplikasyon nadir olarak görülmekte ancak hayatı tehdit edebilmektedir. Bu durumlarda radyolojik görütüleme yöntemi olarak MR tercih edilmesini önermekteyiz. (SETB-2019-06-092) |
19. | Yenidoğan Döneminde Anti-c Uyuşmazlığına Bağlı Hemolitik Anemi: Olgu Sunumu Hemolytic Anemia Due To Anti-c Incompatibility in The Newborn Period: A Case Report Ilkay Ozmeral Odabasi, Sinan Uslu, Evrim Kiray Bas, Ali Bulbul, Ebru Turkoglu Unal, Duygu Besnili Acar, Ahmet Tellioglu, Mehmet Fatih IleriPMID: 33364894 PMCID: PMC7751246 doi: 10.14744/SEMB.2019.10693 Sayfalar 502 - 504 Fetüs ve yenidoğanın hemolitik hastalığı, maternal alloantikorların fetüse geçmesi sonucu ortaya çıkan bir hastalıktır. Literatürde Rh (D) sensitizasyonuna bağlı yenidoğanın hemolitik hastalığın sıklığı, anti-D gammaglobulin kullanımının artması ile ters orantılı olarak azalmıştır. Bununla beraber minör kan grubu uygunsuzluklarının etyolojideki önemi artmıştır. Minör kan grubu uyuşmazlığına bağlı olgularda klinik prezentasyon; subklinik hemoliz bulgularından aktif hemoliz ve kan değişimi gerektiren hiperbilirubinemiye kadar değişkenlik gösterebilir. Bu yazıda anti-c antikor uyumsuzluğuna bağlı hemolitik anemi saptanan bir olgu sunulmuştur. (SETB-2019-02-023) |
20. | Kalçanın Geçici Osteoporozu: Olgu Sunumu Transient Osteoporosis of the Hip: A Case Report Selda Ciftci, Beril Dogu, Rana Terlemez, Figen Yilmaz, Banu KuranPMID: 33364895 PMCID: PMC7751251 doi: 10.14744/SEMB.2019.26879 Sayfalar 505 - 507 Kalçanın geçici osteoporozu; idiopatik, genellikle kendini sınırlayan, orta yaş erkek ve gebe kadınlarda görülen, travma öyküsü olmadan kalça ağrısıyla başlayan bir tablodur. Bu vaka sunumunda; kalça ağrısıyla başvuran ve kalçanın geçici osteoporozu saptanan bir erkek olgudan bahsedilecektir. Bu vaka sunumunun amacı; ani başlayan kalça ağrısında ayırıcı tanıda kalçanın geçici osteoporozunun da akla gelmesi gerektiğini vurgulamak ve bu konudaki literatürü gözden geçirmektir. (SETB-2018-10-152) |