ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
The Medical Bulletin of Sisli Etfal Hospital - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 30 (3)
Volume: 30  Issue: 3 - 1996
ORIGINAL RESEARCH
1.Cardiovascular and Arterial Blood Gas Changes During Laparoscopic Cholescystectomy
Sibel Oba, Yeşim Koçkesen, Gürkan Yetkin, Sadık Yıldırım, Berrin Yalçın, Raife Torun
Pages 7 - 11
AMAÇ: Bu çalışmada laparoskopik kolesisrektomik uygulanan hastalarda kardiovasküler değişiklikler ve kan gazlarının incelenmesi amaçlandı.
MATERYAL VE METOD: Tiyopenron, atrakuryum, isofluran, N2O + 02 ile genel anestezi verilmiş ASA 1 ve 2 grubuna dahil 24 laparoskopik kolesistektomi olgusu üzerine çalı­şıldı. Radial arter katerizasyonu uygulandı. Preoperatuvar, indüksiyon sonrası, intraperitoneal CO2 insflasyonu sonrası insuflasyondan 60 dakika sonra ve ekstübasyonda olmak üzere 5 kez, kalp tepe atımı (KTA). ortalama arter basıncı. (OAB) kaydedildi ve arter kan gazları analizleri (AKGA) yapıldı. AKGA ile arteryel pH. PaO2, PaCO2, HCO3 ve BE saptandı.
BULGULAR: İnsuflasyon sonrası bütün ölçümlerde KTA,
OAB ve PaCO2de anlamlı bir artış(p<0.05), pH'da belirgin bir düşüş görüldü (p<0.00/ ). Insuflasyondan 60 dakika sonra HCO3 değerleri anlamlı bir azalma gösterirken, BE değerleri negatif yönde anlamlı yüksek bulundu (p<0.05).
SONUÇ: LK anestezisinde hasta seçiminde dikkatli olunması ne ortaya çıkabilecek komplikosyonları önlemek için yakın bir kardiovasküler sistem ne kan gazı takibinin önemi vurgulandı.
OBJECTIVE: In this study cardiovascular and arterial blood gas changes during laparoscopic cholescystectomy were investigated.
STUDY DESIGN: This study was based on 24 ·patients­ who underwent lapuroscopic cholecysrectomy (LC). Thiopentone, atracurium, isoflurone, N2O + O2] were used for general anesthesia. In all patients radial arter was catheterisated. Heart rate (HR), mean arterial blood pressure (MABP) and arterial blood gazes were measured in preoperative period, after indication just after jıeritımeal insufflation of CO2 60 minutes after insufflation and at extubation. Arterial blood gazes analyses covered arterial pH PaO2, PaCO2, HCO3 and BE.
RESULTS: After insufflation, in all measurements HR, MABP PaCO2 were increased (p<0.05). and pH decreased significantly (p<0.001). HCO3 value 60 minures after insufflation was decrased, BE value was increased in negative way (p<0.05).
CONCLUSION: We conclude that the complications of LC can he avoided by a careful monitoring of cardiovascular system and arterial blood gazes.

2.Endothelin-1 Levels at the Essential Hypertansion and Atherosclerosis
Ziyaettin Durakoğlu, Ilker Öner, Hikmet Yurtsever
Pages 12 - 20
AMAÇ: Bu çalışma esansiyel hipertansiyonlu ve aterosklerozu olan normotansif hasralarda endotel disfonksiyonunun bir göstergesi olan plazma endotelin-1 (ET-1) düzeylerinin saptanması ve sağlıklı kişilerin düzeyleri ile karşılaştırılması amacı ile yapılmıştır.
MATERYAL VE METOD: 45 esansiyel hipertansiyonlu ve 15 normotansif atemskleroıik kormıer kalp hastası ve 15 sağlıklı korıtml gruhıınuıı plazma ET-1 düzeyleri radio immünassay (RİA) metodu ile saptandı.
BULGULAR: Esansiyel hipertansiyonlu hastalarda, hipetansiyonun şiddeti ve organ hasarı arttıkça ET-1 düzeylerininde anlamlı bir şekilde arttığı saptandı. ET-1 düzeyleri ile yaş, hipertansiyonun süresi, vücut kitle indeksi, sistolojik ve diastolik kan basınçları, sigara kullanımı, plazma glikoz, total kolesterol, LDL kolesteml düzeyleri ile pozitif korelasyon, HDL kolesterol düzeyleri ile negatif korelasyon saptandı. Aterosklerotik koroner kalp hastalığı olan normotansif hastalarda da plazma ET-1 düzeyleri anlamlı derecede yüksek bulundu.
SONUÇ: Endotel disfonksiyonunun bir göstergesi olan ET-1, her iki hastalığın etyopatogenezinde ve komplikasyonların gelişiminde önemli rol oynamaktadır.
OBJECTIVE: The aim of this study was to determine the levels of endothelin-1 (ET-1) which is indicator for disfunction of endoethelin at the normotensive patients who have essential hypertension and atherosclerosis and to compare with the levels of ET-1 in healty people.

STUDY DESIGN: The levels of plasma ET-1 is determined at the 45 patients who have a essential hypertansion and 15 patients who have normotensive atherosclerotic coronary heart disease and 15 healthy people with the met­hod of radio immunassay (RİA).

RESULTS: It is determined that when the intensity of hypertension and damage of the organ are increased at the patients who have essential hypertension, the fevels of ET-1 increased significantly too. There was a positive correlation between the levels of ET-1 and age,duration of hyper­tension, body mass index, sistolic and diastolic blood pressure, smoke, the levels of plasma glucose, total cholestem/ and negative correlation with the levels of HDL choleste­rol. The levels of plasma ET-1 was high significantly at the normotensive patients who have atherosclerotic coronary heart disease.

CONCLUSION: ET-1 wlıich is an indicator of disfunction of endothel plays an important role in the etiopatogenes of both disease and the development of complications.

3.Efficancy of lmmunosuppressive Therapy in lg A Nephropathy
Aydoğan Özbek, Ümit Ince, Hakkı Arıkan, Özlem Harmankaya, Akif Eran
Pages 21 - 24
AMAÇ: lg A nefropatisi en sık görülen primer glomerulonefrittir. Bununla beraher tedavi yaklaşımı konusunda henüz kesin bir görüş birliği sağlanamamıştır.Bu çalışmada lg A nefropatisinde immunsupressif tedavinin etkinliğini araştırdık.
MATERYAL VE METOD: Böbrek biopsisi ile tanısı konmuş yaşları 15-62 arasında değişen, 9'u erkek, 5'i kadın toplam 14 hasta değerlendirildi. Böbrek fonksiyonları normal bulunan 12 hastaya (Cer 74-120 mi/dk) dört ay 'süre ile "prednisolorıe" (40 mg/gün) ve "azathioprine" (100 mg/gün) uygulandı. Başlangıçta renal yetersizliği olan (Ccr<60 ml/dk) iki hastaya "prednisolone" (40 mg/gün) ve "cydophosphamide" ( I00 mg/gün) dört ay süresince verildi.
BULGULAR: Dört aylık tedavi sorumda bir hasta dışında tüm hastalarda hematüri kayboldu. Başlangıçta saptanan proteinüride (ortalama 1.25±0.39 gr/gün) tedaviden sonra (ortalama 0.11±0.08 gr/gün) anlamlı bir azalma görüldü (p<0.05 ). Proteinürisi olan dokuz hastanın yedisinde proteinüride tam remisyon elde edildi; iki hastada proteinüride azalma saptanmadı. Başlangıçta renal yetersizliği olan iki hastada, tedaviden sonra böbrek fonksiyonlarında anlamlı bir düzelme saptandı (p<0.05). 1-6 yıl süre ile takip edilen hastaların birbirinde böbrek fonksiyonlarında azalma gözlenmedi.
SONUÇ: Uyguladığımız immunsupressif tedavi ile elde ettiğimiz sonuçlar, lg A nefropatisinde immunsupressif tedavinin önemli bir yeri olduğu kanaatini uyandırmıştır.
OBJECTIVE: lg A nephropathy is the most common primary glomerulorıephritis, no consensus has emerged to permit a unified disease, spesific approach to treatment. In this study we evaluated the efficacy of immunosuppressive therapy in lg A nephropathy.
STUDY DESIGN: Our study was carried out in 14 patients with biopsy-proven lg A nepropatlıy (9 males and 5 females, aged between 15-62 years, mean aıe 30.5±14.1 years). Their presenting symptoms were macroscopic/microscopic hematuria aııd proteinuria ranging between 0.5-2 gr/day. Twelve patients with normal renal function (Cer 74-120 ml/min) underwent combined therapy using prednisolone (40 mg/day) and azathioprine (100 mg/day) for four months. Two patients who displayed renal failure (Ccr<60 ml!mirı) were treated with prednisolone (40 mg/day) and cyclophosphamide (100 mg/day).
RESULTS: By four months of therapy hematuria disappeared in all patients except one. Seven of the nine patients with proteirıuria underwent total remission of proteinuria within four months. Two patients had no significant decrease in proteirıuria. Two patients with renal failure showed significant improvement in renal functiorn.
CONCLUSION: These data may suggest that immunosupressive therapy reveals encouraging results in the management of Ig A nephropatlıy.

4.To Show The Physiological Hypoxia of Healthy Newborn by Comparing Cord Blood Gases with Apgar Scores
Sinan Uslu, Güner Karatekin, Ayşegül Taplamacı, Asiye Nuhoğlu
Pages 25 - 27
AMAÇ: Bu çalışma, yenidoğanın değerlendirilmesinde uzun yıllardır rutin olarak kullanılan Apgar skorlaması ile umbilikal kord kan gazları arasındaki ilişkiyi saptamak ve yenidoğanlarda fizyolojik hipoksiyi ortaya koymak amacıyla planlanmıştır.
MATERYAL VE METOD: Şişli Etfal Hastanesi Kadın Doğum Kliniklerinde doğan 18 sağlıklı term bebeğin Apgar skorlaması ile beraber umbilikal kord kan gazları tayinleri yapıldı.
BULGULAR: 1. ve 5. dakika Apgar skorları 7'nin üzerinde tespit edilen tüm bebeklerde umbilikal kord kanı pH değerleri ortalama 7.26 (7.19-7.39), P02 ortalama 23.36 (17.4-3 I.2) mnıHg, PC0 2 ortalama 45.49 (31.8-61.2), Base excess ortalama -6.00 (-1.00--/4.9) olarak saptandı.
SONUÇ: Literatür bilgilerine uygun olarak bulunan umbilikal kord kan gazlan değerleri sağlıklı yenidoğanlarda fizyolojik hipoksiyi tanımlamada yararlı ve geçerli bir yöntemdir.
OBJECTIVE: This study is planned to confirm the relation between Apgar scores and umbilical cord blood gases and to assignee the physiological hypoxia of' newborn infants.
STUDY DESIGN: The Apgar scores and umbilical cord blood gases of 18 healthy term newborn infants, who were born at the Obstetric and Gynecology Department at Istanbul Şişli Etfal Hospital were selected.
RESULTS: Those infants who had Apgar scores over 7 at 1 and 5 minutes, had the average umbilical cord blood pH value 7.26 (7./9-7.39), the average P02 value 23.36 ( 17.4- 31.2) mmHg, the average PC02 value 45.49 (31.8-61.2) mmHg and the average hase excess value of-6.00 (-1.00-- 14.9).
CONCLUSION: These results, which are the same as the scentific knowledge, proves us that the umbilical cord blood gases is an effective and current method, to describe the newborn physiological hypoxia

5.lmpaired Glucose Tolerance and Atherosclerosis
Ziyaettin Durakoğlu, Ilker Öner, Banu Kılıç, Sema K. Seber, Hikmet Yurtsever
Pages 28 - 32
AMAÇ: Bu çalışma bozulmuş glikoz toleransı (BGT) ve ateroskleroz arasındaki ilişkiyi araştırmak,akut myokard enfarktüsü sonrası meydana gelen glikoz metabolizma değişikliklerini izlemek, akut myokard enfarktüsü geçiren hastalarda, metabolik sendromun diğer parametreleri ile bozulmuş glikoz toleransı arasındaki ilişkile­ri değerlendirmek üzere yapıldı.
MATERYAL VE METOD: Şişli Etfal Hastanesi 2. Dahiliye Servisi ve Koroner Yoğun Bakım Ünitesinde yatan hastalardan basit rastlantısal örnekleme metodu ile seçilen ilk gruptaki 20 hastaya akut myokard enfarktüsü sonrası 14-21. günler arasında, ikinci gruptaki 24 hastaya, akut myokard enfarktüsü sonrası 16-18 ay sonrası oral glikoz tolerans testi (OGTT) yapıldı. Kontrol grubu olarak 24 sağlıklı kişiye OGTT yapıldı. Ayrıca ilk gruptaki hastalardan BGT saptanan 7 tanesine 3 ay sonra OGTT tekrar yapıldı.
BULGULAR: İlk gruptaki 20 hastanın 13 tanesinde (%65) BGT saptanırken, ikinci gruptaki 24 hastanın 13 tanesinde (%54) BGT saptandı. Kontrol gruhundaki 16 hastanın 1 tanesinde BGT saptandı. Kontrol grubu ile her 2 çalışma gruhu arasında istatistiksel olarak ileri derecede anlamlı fark saptanırken (p<0.001 p<l).001 ), çalışma grııptan arasında fark saplanmadı (p>0.5). İlk gruptaki BGT saptanan 13 hastadan, OGTT tekrarlanabilen 7 hastadan, 6 tanesinde BGT’nin devam ettiğini, 1 hastada ise diabetes mellitus geliştiği saptandı. Çalışma grupları birleştirilerek, BGT ile metabolik sendromun diğer parametreleri olan android ·ohl'Zite, hipertansiyon, total kolesterol, trigliserid, LDL ve VLDL kolesterol düzeyleri ile pozitif korelasyon, HDL kolesterol düzeyleri ile negatif korelasyon saptandı.
SONUÇLAR: 811 bulgulara göre; aterosklerotik koroner kalp hastalığı olanlarda BGT bulunma oranının normal kişilere göre ileri derecede yüksek olduğunu, BGT’nın ateroskleroz için bir risk faktörü olarak kabul edilmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Ayrıca akut myokard enfarktüsü sonrası, 2 hafta sonrasında glikoz metabolizmasında değişiklik olmadığını, BGT’nın metabolik sendromun diğer parametreleri ile bir arada bulunduğunu, aterosklerotik koroner kalp hastalığı olan hastalarda risk faktörleri araştırılırken BGT'nin de araştırılması gerektiğini savunuyoruz.
OBJECTIVE: This study is made to investigate the relationship between the impaired glucose tolerance (IGT) and atherosclerosis, to see the metabolic changes of glucose after myocardial infarction and to take into consideration the relationship between the IGT and other parameters of metabolic syndrom in patients with post myocardial infarction.
STUDY DESIGN: 2 groups of patients are selected from Şişli Etfal Hospital, II. Medicine Clinic and Coronary Intensive.Care Unit with simple sampling method. For the with acute myocardial infarction in the first group oral glucose tolerance test (OGTT) was made between the 14-21 days and for the other 24 patients­ with acute myocardial in farction in the second group. OGTT was made 16-18 month later. As for the control, group 24 healthy sample was selected and OGTT was made. Mean while for the 7 patients in the first group with the IGT.·OGTT was repeated 3 months later.
RESULTS: In the first group 13 patients out of 20 (65%)had IGT, in the second group 13 patients out of 24 (54%) had IGT. in the control group I patient out of I6 had IGT. Between the control group and the other two groups, there has been a great difference statistically (p<0.001, p<0.001). On the other hand no difference between the study groups has been seen(p>0.5 ). Gathering the results of study groups a positive correlation has been detected between the IGT and other parameters of metabolic syndrom like android obesity, hypertension, blood levels of total cholestaol, trigliserid, LDL and VLDL cholesterol. As well as that a negative correlation has been detected between the IGT and blood levels of HDL cholesterol.
CONCLUSION: According to these results we can say that patients with the atherosclerotic coronary heart disease have more frequent IGT with respect to normal people and IGT is a risk factor for atherosclerosis. Also we detected no change in glucose metabolism 2 weeks after myocardial infarction and we claim that IGT is among the parameters of metabolic syndrom and there is need to investigate IGT with the other risk factors in patients with the atherosclerotic coronary heart disease.

CASE REPORT
6.Çocuk Premedikasyonunda Oral Midazolam-Triclofos Sodium Alfentanyl ve Plasebonun Karşılaştırılması
P. Akduygu, A. Başgül, A. Hancı, N. Sivrikaya
Pages 33 - 38
Çocuklarda premedikasyon amacı ile oral yolla Midazolam, Triclofos sodium, Alfentanyl kullanarak etkilerini plasebo ile karşılaştırdık.
Çalışmaya 1-10 yaş arası ASA I/II grubundan 53 hasta dahil edildi.
Değerlendirmede sodasyon skalası, ebeveynlerinden ayrılmadaki tavırları, indüksiyon yöntemine gösterdikleri tepki (IV-Maske), Sistolik Arter Basıncı (SAB),Diastolik Arter Basıncı (DAB), Kalp Atım Hızı, sP02 ve kusma parametreleri göz önüne alındı.
Premedikosyon uygulanan 3 grup hastada sedasyon skalası plaseboya göre ileri derecede anlamlıydı.
Midozolam ve Alfentanyl kullanılan çocuklar ebeveynlerinden ayrılmada plaseboya göre ileri derecede rahattır.
Çonıklarda oral premedikasyonda yüksek sedasyon etkisi ve yan etkisinin azlığı nedeniyle Midazolomu önermekteyiz.
ln 53 children patients aged between 1-10 years and ASA I-II, we compared the effects of peroral applicated Midazolam, Triclofos sodium Alfentanyl versus placebo, as premedicant agents.
For evaluation sedation scale, atitudes while separeted from parents, reactions to induction methods (IV or mask applications), Systolik and Diastolik Arterial Pressure (SAP and DAP), heart rate, sP02 and vomiting episodes were examined.
According to the placebo, sedation scales were significant evident in the 3 groups and children who applicated Midazolam or Alfentanyl were calm while separated from parents.
We can propose Midazolam causing less side effects and more sedation as orally premedicant agent in children.

ORIGINAL RESEARCH
7.The Effect of ACE lnhibitor Treatment on Proteinııria in Cases with Renal Amyloidosis
Hakkı Arıkan, Gürkan Yurteri, Özlem Harmankaya, Akif Eran, Aydoğan Öbek
Pages 39 - 42
AMAÇ: Lireratürde ACE İnhibitörlerinin son yıllarda nefrotik sendromlu hastalarda proteinüri üzerine olumlu etkisi olduğuna dair yayınlara rastlanmaktadır. Kliniğimizde nefrotik sendrom vakalarında, renal amiloidoza oldukça sık rastlanmaktadır (32%). Bu nedenle diğer nefirotik sendromlar yanında ACE inhibitörlerinin, renal amiloidozda proteinüri üzerine etkisini araştırmak istedik.
MATERYEL VE METOD: Çalışmaya, tanısı böbrek biyopsisi ile konmuş, ciddi proteinürisi olan (>3 gr/gün) 9 renal amiloidozlu hasta alınmıştır. Başlangıçta 1 hasta dışında diğerlerinin böbrek fonksiyonları normaldi. Hastaların tümü normotansifti. Kaptopril (25-100 mg/gün) Tedavi verilen hastalar 1-19 ay (ortalama: 7.12 ay) takip edildi.
BULGULAR: Başlangıçta saptanan proteinüride (ortalama: 7.86±4.4 gr/gün) tedavi ile (ortalama: 6.16±4.12 gr/gün) saptanan azalma istatistiki açıdan anlamlı bulunmadı (p>0.05 ). Bir hasta ciddi hipertansiyon geliştiği için çalışmadan çıkarıldı. Tedavi sırasında 2 hastada ortostatik hipotansiyon gelişti. Serum üre, kreatinin, Na, K değerlerinde tedavi ile anlamlı bir değişiklik olmadı.
SONUÇ: Ciddi proteinürisi olan 8 renal amiloidozlu vakada kaptopril tedavisi ile proteinüride anlamlı bir azalma olmadı.
OBJECTIVE: Although ACE inhibitors have heen used to reduce proteinuria in patients with nephrotic syndrome in recent years, their effect in renal amyloidosis has not yet been investigated. Nephrotic: syndrome due to renal amyloidosis is very frequent (32%) in our statistics. Therefore we intended to study the effect of ACE inhbitors on proteinuria in patients with nephrotic syndrome due to renal amyloidosis.
STUDY DESIGN: Nine patients (aged between 18-49 years, 5 males and 4 females) were included to our study. All the patients were normotensive and had normal renal function except one. The patients were commenced on captopril (25-100 mg/day) and were followed up for 1- 19 months (mean follow-up period was 7 months).
RESULTS: At the end of the follow-up period peroteinuria decreased from 7.96±4.42 g/day to 6.16±4./2 g/day. The decrease in proteinuria was not statistically significant (p>0.05). No signifıcant changes in serum urea, creatinine, sodium aııd potassium levels were observed. One patient was withdrawn from the study because of severe hypotension. In two patients orthostatic hypotension developed during the treatment.
CONCLUSJON: This study may suggest that ACE inhibitors had no sigrıifıcarıt ejfı: ct oıı rerıal amyloidosis witlı lıeavy prrıteiııııria. Orthostatic hypoteıısimı appeared to he a major problem in the treatment with ACE inhibitors.

8.The relationship between urinary volume in fetal bladder and amniotic fluid volume
Attila Çankaya, Levent Yaşar, Mustafa Seven, Kadir Savan, Bektaş Yıldırım
Pages 43 - 45
AMAÇ: Fetüs mesanesindeki idrar volümünün amniotik sıvıya oları katkısını araştırdık.
MATERYEL VE METOD: Polikliniğe başvuran 118 gebede yapılmıştır. Ultrasonografik olarak dört kadran amniotik sıvı indeksi tespit edildi ve fetüs mesanesi en uzun çapından ölçüldü. İkinci ölçüm birinci ölçümü takiben 1 saat sonra yapıldı. Elde edilen sonuçlar studen-t testiyle istatistiksel olarak değerlendirildi.
BULGULAR ve SONUÇ: Fetüs mesane volümünde istatistiksel olarak anlamlı derecede azalma saptanan olgularda antiotik sıvıdaki artışda anlamlı idi.
OBJECTIVE: We assess the effect of urinary volum in fetal bladder to amniotik fluid volume.
MATERIAL AND METHOD: Our study group consisted of 118 patients who applied to our polclinic. Amniotic fluid volume in four quadrants and tize greatest diameter of fetal urinary bladder were measured ultrasonographically. The second measurement was performed 1hour after the first. Statistical assesment of the results was performed using student-t test.
CONCLUSION: The cases where statistically meaningful decrease in fetal urinary volume present, the increase in amniotic fluid volume was also meaningful.

9.MRI Findings of Patients with Partial Epilepsy
A. Destina Yalçın, Asuman Kaymaz, Hulki Forta
Pages 46 - 49
AMAÇ: Bu çalışmada parsiyel epilepsi tanısı oları 63 hastada Magnetik Rezonans (MR) görüntülemenin etyolojiyi belirlemedeki yeri araştırılmıştır.
MATERYEL VE METOD: Şişli Etfal Hastanesi Nöroloji Kliniği Polikliniğinde parsiyel epilepsi tanısı ile izlenen 63 hastanın MR bulguları retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalardaki nöbet tipleri hem kendilerinden alınan anamnez, hem de nöbeti yakından izlemiş olan kişilerden edinilen bilgiler ışığında belirlendi. Hastaların tümünde elektroansefalografi (EEG) yılda en az iki kez yinelendi. MR incelemesinde T1, T2 ve proton yoğunluğunda aksiyal,koronal ve sagital kesitler alındı.
BULGULAR: Hastaların 32'si kadın, 31 tanesi erkek olarak belirlendi. Nöbet tipi 6 hastada basit parsiyel, 14 hastada kompleks parsiyel ve 43 hastada sekonder jeneralize olarak saptandı. Elektroamefalografik (EEG) incelemelerde 47 hastada patoloji bulundu. 16 hastada ise EEG nor­maldi. MR 36 hastada patoloji gösterdi. MR bulguları 10 hastada arroji, 5 lıastada mu/tipi ak madde lezyonu, 4 has- tada yer kaplayıcı le: ymı, 4 hastada gelişimsel anomali, 3 hastada lıipoksik aıısejcılopati, 2 hastada mezial temporal skleroz, 2 hastada ventrikül asimetrisi, 2 hastada eski kalsifiye lezyon, 1 hastada hidrosefali, 1 hastada vasküler lezyon, 1 hastada nörofibromatozis ile uyumlu multipl nodüler ak madde lezyonu olarak sınıflandırıldı. Her iki oksipital bölgede az çok simetrik hiperintens iki lezyonu olan hastaya ise kesin tanı konulamadı.
SONUÇ: Parsiyel epilepsi tanısı alanlarda görüntülemede ilk seçilecek yöntem MR olmalıdır. MR bulguları, kraniyal bilgisayarlı tomografide (BT) gösterilemeyen migrasyon anmııa/ileri, mesial temporal skleroz ve demyelinizasyonla giden proçeslerin tanınmasına olanak sağlar.
OBJECTIVE: In this study we have investigated the role of magnetic resonance imaging (MRI) in determining the etiology in 63 patients with partial epilepsy.
MATERIALS AND METJIODS: The MRI findings of 63 patients with partial epilepsy followed by Epilepsy Outpatient Department of Şişli Etfal Hospital Neurology Clinic were investigated retrospectively. The type of seizure was detemıined by the informatiorı taken from the patients and their relatives who had seen the seizure. The electroecephalogram was recorded twice yearly in each patient. All patients were screened in T1, T2 and proton density.
RESULTS: Thirty-two patients were female and 31 were male. The seizure type was simpily partial in 6 patients, complex partial in 14 patients and secondarily generalised in 43. EEG was pathologic in 47 patients and normal in 16. Thirty-six of 63 patients had abnormal MRI. Ten patients had atrophy, followed by 5 multiple, small lesion in white matter, 4 space occupying leisons. 4 developmental abnormalities, 3 hypoxic encephalopaty, 2 mesial temporal sclerosis, 2 venturicular asymmetry, 2 calcified lesion. 1 hydrocephaly, 1 vascular lesion, 1 multipl hamartomatous lesions in white matter in accordance with neurofibromatosis. One patient with hyperintense symmetrical lesions in occipital lobe could not he classified.
CONCLUSION: We claim that MRI is a very important tool revealing the etiology in patients with partial seziures MRI allows us to determine the migration ubnormalities and demyelinating lesions which could not be shown in CT.

LookUs & Online Makale