1. | Front Matter Pages I - IX |
ORIGINAL RESEARCH | |
2. | Effect of Glycemic Control on Platelet Indices in Children with Type 1 Diabetes Mellitus Kamile Yucel, Sekibe Isik Disci, Mehtap Yucel PMID: 39021682 PMCID: PMC11249991 doi: 10.14744/SEMB.2024.56767 Pages 139 - 145 Amaç: Çalışmanın amacı Tip 1 diyabetes mellitüs (T1DM) tanısı alan çocukları bazı laboratuvar parametreleri ve trombosit indeksleri açısından sağlıklı kontrollerle karşılaştırmaktır. Yöntemler: Bu çalışma retrospektiftir. Hastaları <%7 (iyi) ve ≥%7 (kötü) olarak sınıflandırmak için hemoglobin A1c HbA1c değerlerini kullandık. Trombosit kütlesi (PM) değeri hemogram verilerinden hesaplandı (PM=PLTxMPV). Bulgular: Çalışmaya T1DM tanısı almış toplam 87 hasta ve 120 sağlıklı katılımcı dahil edildi. Açlık glukozu, üre, kreatinin, hemoglobin (HGB), eritrosit (RBC), ortalama trombosit hacmi (MPV) ve trombosit dağılım genişliği (PDW) hasta grubunda sağlıklı kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksekti. Trombosit (PLT), trombositokrit (PCT) ve trombosit kütlesi (PM), kötü glisemik kontrolde, iyi glisemik kontrol ve sağlıklı gruplara göre anlamlı derecede düşüktü. Sağlıklı kontrol grubundaki PDW, iyi ve kötü glisemik kontrol gruplarına göre istatistiksel olarak anlamlı derecede düşüktü. Glisemik kontrolü kötü olan grupta MPV ile HbA1c düzeyi arasında pozitif ve anlamlı bir korelasyon mevcuttu (r=0.401, p<0.05). Sonuç: Özetlemek gerekirse, sonuçlarımız MPV ve PDW'nin T1DM'li çocuklarda sağlıklı kontrollere kıyasla anlamlı derecede yüksek olduğunu göstermektedir. Glisemik kontrolün zayıf olduğu grupta PLT düzeyleri diğer iki gruba göre anlamlı derecede düşüktü ve PCT ve PM düzeylerinde düşüşe yol açtı. PLT seviyelerindeki azalmanın PLT'nin hiperaktivitesinden ve hızlı dönüşümünden kaynaklanıp kaynaklanmadığını anlamak için daha kapsamlı yapılacak çalışmalara ihtiyaç vardır. (SETB-2023-12-233) Objectives: The aim of this study is to compare children diagnosed with type 1 diabetes mellitus (T1DM) with healthy controls in terms of some laboratory parameters and platelet indices. Methods: This study is retrospective. We used glycated hemoglobin (HbA1c) values to classify patients as <7% (good) and ≥7% (poor). The platelet mass (PM) value was calculated from the hemogram data (PM=PLTxMPV). Results: The study included a total of 87 patients who had been diagnosed with T1DM and 120 healthy participants. Fasting glucose, urea, creatinine, hemoglobin (HGB), red blood cell (RBC), mean platelet volume (MPV) and platelet distribution width (PDW) were significantly higher in the patient group than in the healthy control group. Platelet (PLT), plateletcrit (PCT) and PM were significantly lower in the poor glycemic control than in the good glycemic control and healthy groups. The PDW in the healthy control group was statistically significantly lower than in the good and poor glycemic control groups. In the group with poor glycemic control, there was a positive and significant correlation between the MPV and the level of HbA1c (r=0.401, p<0.05). Conclusion: To sum up, our results show that the MPV and the PDW are significantly higher in children with T1DM than in healthy control. In the group with poor glycemic control, PLT levels were significantly lower than in the other two groups, leading to a decrease in PCT and PM levels. Further studies are needed to understand whether the decrease in PLT levels is due to the hyperactivity and rapid turnover of PLT. |
3. | Evaluation of Quality of Life and Psychosocial Problems in Children with Type 1 Diabetes Mellitus Elida Yuksel, Lida Bulbul, Semra Yilmaz, Sami Hatipoglu, Esra Deniz Papatya Cakir PMID: 39021699 PMCID: PMC11249999 doi: 10.14744/SEMB.2024.21456 Pages 146 - 154 Amaç: Tip 1 diyabetli (T1DM) 8-18 yaş arası çocuk ve ergenlerde psikososyal sorunların sıklığını ve yaşam kalitesini etkileyen faktörleri değerlendirmek. Gereç ve Yöntem: Çalışmada, T1DM tanısıyla en az 6 ay boyunca takip edilen 8-18 yaş arası çocuk ve ergenler değerlendirilerek, sağlıklı çocuk ve ergenlerle karşılaştırıldı. Her iki grubun hastalık takibi ve sosyodemografik özelliklerine ilişkin veriler çalışma formuna kaydedildi. Ayrıca her iki gruba da Çocuklarda Depresyon Envanteri (CDI), Çocuklarda Anksiyete İle İlgili Bozukluklar Taraması (SCARED) ve Çocuklarda Yaşam Kalitesi Anketi (KINDL: KINDerLebensqualitätsfragebogen) uygulandı. T1DM grubu ile kontrol grubunun ölçek puanları karşılaştırıldı. Bulgular: Bu çalışma için 81'i T1DM grubunda ve 100'ü kontrol grubunda olmak üzere toplam 181 çocuk veya ergen değerlendirildi. Ortalama yaş T1DM grubunda 13,1±2,4 yıl, kontrol grubunda ise 12,4±2,1 yıl idi. Ortalama CDI, SCARED ve KINDL puanları sırasıyla; T1DM grubunda 15,3±7,2, 23,6±11,9, 53,5±13,7, kontrol grubunda ise 7,9±6,8, 14,7±13, 60±11,6 idi. İki grup arasında ortalama CDI, SCARED ve KINDL skorları açısından istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (tüm p değerleri <0,001). Evde diyabet diyetine uyum azaldıkça ortalama CDI skorunda anlamlı artış (p=0,005), KINDL skorunda ise anlamlı düşüş (p=0,002) görüldü. Ev dışında diyabetik diyete uyum azaldıkça KINDL skorunun anlamlı düzeyde azaldığı görüldü (p=0,001). Sonuç: T1DM'li çocuklarda sağlıklı çocuklara göre yaşam kalitesi daha düşük, depresyon ve anksiyete düzeyleri daha yüksektir. Bu nedenle Tip 1DM'li çocuklara tanı anından itibaren psikososyal destek sağlanması gerekmektedir. (SETB-2024-01-013) Objectives: To evaluate the frequency of psychosocial problems and the factors affecting the quality of life in children and adolescents aged between 8 and 18 years with type 1 diabetes mellitus (T1DM). Methods: In the study, children and adolescents aged between 8 and 18 years who had been followed for at least 6 months for T1DM were evaluated (T1DM group), and compared with healthy children and adolescents who applied to the general pediatric outpatient clinic and did not have any chronic disease (control group). Data on disease follow-up of children and adolescents with T1DM were obtained from medical records. Sociodemographic characteristics of both groups were recorded in the study form. In addition, the Children's Depression Inventory (CDI), Screen for Child Anxiety Related Disorders (SCARED) and Children Quality of Life Questionnaire (KINDL: KINDerLebensqualitätsfragebogen) were applied to both groups. The scale scores of the T1DM group and the control group were compared. Factors affecting the scale scores of the T1DM group were evaluated. Results: A total of 181 children or adolescents, 81 of whom were in the T1DM group and 100 in the control group, were evaluated for this study. The mean age was 13.1±2.4 years in the T1DM group and 12.4±2.1 years in the control group. The mean CDI, SCARED, and KINDL scores, respectively; it was 15.3±7.2, 23.6±11.9, and 53.5±13.7 in the T1DM group and 7.9±6.8, 14.7±13, 60±11.6 in the control group. There was a statistically significant difference between the two groups in terms of mean CDI, SCARED, and KINDL scores (all p values <0.001). As compliance with the diabetic diet decreased at home, there was a significant increase in the mean CDI score (p=0.005) and a significant decrease in the KINDL score (p=0.002). It was observed that KINDL score decreased significantly as compliance with the diabetic diet decreased outside the home (p=0.001). Conclusion: Quality of life is lower, and levels of depression and anxiety are higher in children with T1DM compared to healthy children. Psychosocial support should be provided from the moment of diagnosis in order to improve the psychosocial problems and quality of life of children with T1DM. |
4. | Evaluation of Cross-Reactivity Between Penicillins and Cephalosporins in Children with a History of Cephalosporin Allergy Nursah Eker, Gunsel Kutluk, Feyzullah Cetinkaya PMID: 39021692 PMCID: PMC11250002 doi: 10.14744/SEMB.2024.08286 Pages 155 - 158 Amaç: Sefalosporinler ve penisilinler arasındaki çapraz reaksiyon daha çok penisilin alerji öyküsü olan hastalarda değerlendirilmiştir. Ancak sorunun diğer yönüne, yani öncelikle sefalosporinlere karşı duyarlılığı olan deneklerdeki çapraz reaksiyona ilişkin çok az veri mevcuttur. Bu prospektif çalışma ile, sefalosporinlere karşı alerjik reaksiyon öyküsü olan hastalarda penisilinlere ve diğer bazı sefalosporinlere karşı çapraz reaksiyonu değerlendirmek amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya en az bir sefalosporine karşı alerjik reaksiyon öyküsü olan 21 çocuk dahil edildi. Deri testi, penisilinler ve yaygın olarak kullanılan üç sefalosporinin (sefazolin, sefuroksim ve seftriakson) minör ve majör determinan karışımlarından oluşan bir panel ile gerçekleştirildi. Bulgular: Çocuklar önceki yılda herhangi bir beta-laktam antibiyotiğin 5,14 ± 4,91 (1-15) katı kullanmış ve en sık suçlanan sefalosporinler seftriakson (%42,92) ve sefuroksim, sefazolin, sefiksim, sefprozil ve sefotaksim (%9,5 her biri için) olmuştur. On dört (%66,7) olguda herhangi bir sefalosporin ile, 15 (%71,4) olguda ise penisilin alerjenleri ile deri testleri pozitif saptandı. Toplamda sefalosporin allerjisi pozitif olan çocukların %85,7'sinin penisiline veya üç sefalosporinden herhangi birine duyarlı olduğu belirlendi. Sonuç: Sefalosporinlere karşı tip I aşırı duyarlılık reaksiyonu öyküsü olan çocuklarda penisilin ve diğer sefalosporinlere karşı advers reaksiyon gelişme riski yüksek görünmektedir. Bu nedenle sefalosporin allerjisi öyküsü olan hastalarda, kullanılmadan önce hem sefalosporinler hem de penisilinlerle deri testi yapılmalıdır. (SETB-2023-12-220) bjectives: The cross-reactivity problem between cephalosporins and penicillins has mainly been evaluated in the context of patients allergic to penicillins. However, we have little data regarding the opposite aspect of the problem, i.e. the cross-reactivity in subjects primarily sensitized to cephalosporins. This prospective study aims to evaluate the cross-reactivity to penicillins and some other cephalosporins in patients with immediate allergic reactions to cephalosporins. Methods: The study included 21 children with immediate allergic reactions to at least one cephalosporin. Skin testing was performed with a panel of minor and major determinant mixtures of penicillins and three commonly used cephalosporins (cephazoline, cefuroxime and ceftriaxone). Results: The children had used 5.14±4.91 (1-15) times any beta-lactam antibiotic in the previous year and the most common cephalosporins accused were ceftriaxone (42.92%), and cefuroxime, cefazolin, cefixime, cefprozil and cefotaxime (9.5% each). Skin tests were positive for any cephalosporin in 14 (66.7%) subjects and penicillin allergens in 15 (71.4%) subjects. Totally, 85.7% of children with a positive allergy history to cephalosporins were found to be sensitive to either penicillin or any one of three cephalosporins. Conclusion: There seems to be a high risk of adverse reactions to penicillins and other cephalosporins in children with a history of type I hypersensitivity reaction to cephalosporins. Therefore, skin testing with both cephalosporins and penicillins should be performed in patients with a history of cephalosporin allergy. |
5. | The Impact of the Pandemic on Cat and Dog Allergies Guler Yildirim, Begum Nalcakan Gunes, Nilay Caliskan, Hamit Bologur, Hilal Gungor, Muhammed Fatih Erbay, Merve Karaca Sahin, Ozlem Terzi, Deniz Ozceker PMID: 39021696 PMCID: PMC11250001 doi: 10.14744/SEMB.2024.93797 Pages 159 - 164 Amaç: Koronavirüs hastalığı (COVID-19) pandemisinin alerjik hastalar üzerine etkisi net olarak anlaşılamamıştır. Bu çalışmanın amacı, İstanbul’da solunum yolu alerjisi olan hastalarda, COVID-19 pandemisinin, kedi ve köpek alerjen duyarlılığı üzerindeki değişiklikleri araştırmaktır. Yöntem: Pandemi öncesi (2018 mart-2020 mart) ve pandemi dönemi ve sonrası (2020 mart-2022 mart) deri testi uygulanan total 5499 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların yaş, cinsiyet, tanı, total IgE ve eozinofil değerleri kaydedildi. Hastalar 2-6 yaş, 7 yaş ve üstü olmak üzere iki gruba alındı. Her iki grupta pandemi öncesi ve sonrası kedi ve köpek duyarlanma sıklığını araştırıldı. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 5499 çocuğun ortanca yaşı 77 aydı ve aralığı 2 ile 221 ay arasındaydı. Ayrıca, çocukların %55,7'si erkekti. Çocukların %59,1’i pandemi öncesi ve %40,9’u pandemi ve sonrası dönemde muayene edilmişti. Muayenelerde 1628 (%29,6) çocukta alerjik rinit, 1829 (%33,3) çocukta astım ve 2042 (%37,1) çocukta hem astım hem de alerjik rinit olduğu belirlendi. Çocukların 247’sinde (%4,5) kediye karşı, 166’sında (%3,0) köpeğe karşı alerji olduğu tespit edildi. Yaş gruplarını kendi içinde, pandemi öncesi ile pandemi döneminde kedi alerjisi görülme sıklığı açısından karşılaştırıldığında 7 yaş ve üstü grubunda duyarlılığın pandemi öncesine göre düşmüş olduğu ve istatistiksel farkın anlamlılığa oldukça yakın olduğu belirlendi (p=0,08). Ancak köpek alerjisi açısından, 7 yaş ve üstü grubunda pandemi öncesi %5,6 olan köpek duyarlılığı pandemi döneminde %2,6’ya düşmüştü ve bu düşüş istatistiksel düzeyde çok anlamlı bulundu (p<0,001). Sonuç: Çevresel alerjen maruziyetin alerjik hastalıkların fenotipi üzerinde önemli etkisi vardır. Salgın günlerinde hastaların yaşam tarzı değişiklikleri ve evde geçen sürenin artması, dış ortamdaki kedi ve köpek alerjenleriyle temasın azalması kedi ve köpek duyarlılığı sıklığının azalmasına neden olmuş olabilir. Ayrıca pandemiyle birlikte hayatımıza giren maske-mesafe- el yıkama /dezenfektan kurallarının da kedi ve köpek alerjenleriyle teması azalttığı ve buna bağlı alerji sıklığının azalmış olabileceği düşünüldü. (SETB-2023-12-229) Objectives: The impact of the COVID-19 pandemic on allergic patients is not clearly understood. The aim of this study is to investigate the changes in sensitivity to cat and dog allergens in patients with respiratory allergies in Istanbul during the COVID-19 pandemic. Methods: Before the pandemic (March 2018 - March 2020) and during and after the pandemic (March 2020 - March 2022), a total of 5499 patients who underwent skin testing were retrospectively evaluated. The patients' age, gender, diagnosis, total IgE, and eosinophil values were recorded. Patients were divided into two groups: 2-6 years old and 7 years and older. The frequency of sensitization to cats and dogs was investigated in both groups before and after the pandemic. Results: The median age of the 5499 children included in the study was 77 months, with a range of 2 to 221 months. Furthermore, 55.7% of the children were male. Of the children, 59.1% were examined before the pandemic, and 40.9% during and after the pandemic. During the examinations, allergic rhinitis was identified in 1628 children (29.6%), asthma in 1829 children (33.3%), and both asthma and allergic rhinitis in 2042 children (37.1%). Allergies to cats were found in 247 children (4.5%), and to dogs in 166 children (3.0%). When comparing the age groups, the frequency of cat allergy in the 7-years and older group was found to have decreased compared to the pre-pandemic period, and the statistical difference was close to significance (p=0.08). However, regarding dog allergy, in the 7 years and older group, the sensitivity to dogs, which was 5.6% before the pandemic, had decreased to 2.6% during the pandemic, and this decrease was found to be statistically highly significant (p<0.001). Conclusion: Environmental allergen exposure has a significant impact on the phenotype of allergic diseases. Changes in patients' lifestyles and increased time spent at home during the pandemic may have led to a decrease in contact with outdoor cat and dog allergens, resulting in a reduced frequency of cat and dog sensitivity. Additionally, the introduction of mask-distance-handwashing/disinfection rules during the pandemic is believed to have reduced contact with cat and dog allergens, potentially contributing to a decrease in allergy frequency. |
6. | Risk Factors and Mortality in Newborns with Persistent Pulmonary Hypertension: A Six-Year Single-Center Experience Ozlem Sahin, Nazife Reyyan Gok, Derya Colak, Taliha Oner, Omer Guran, Funda Yavanoglu Atay, Ilke Mungan Akin PMID: 39021700 PMCID: PMC11249988 doi: 10.14744/SEMB.2024.78614 Pages 165 - 170 Amaç: Yenidoğanın persistan pulmoner hipertansiyonu(PPHT), hipoksemiye neden olan ekstrapulmoner sağdan sola şantlarla birlikte yüksek pulmoner vasküler direnç ile sonuçlanan bir dolaşım geçiş bozukluğudur. Bu çalışmada, hastanemiz yenidoğan yoğun bakım ünitesinde(YYBÜ) son altı yılda PPHT nedeniyle takip edilen hastaların risk faktörleri, uygulanan tedaviler ve mortalitelerini değerlendirmeyi amaçladık. Yöntem: Ocak 2017-Kasım 2022 tarihleri arasında şiddetli PPHT tanısı ile YYBÜ’de takip edilen hastalar çalışmaya dahil edildi. Olguların sosyodemografik verileri, pulmoner hipertansiyona neden olabilecek tanıları, konjenital anomali varlığı, solunum destek tedavi ve hastanede izlem süreleri, PPHT için uygulanan tedaviler, mortalite oranları değerlendirildi. Yaşayan ve kaybedilen hastalar risk faktörleri, ventilasyon ve tedavi özellikleri açısından değerlendirildi. Bulgular: Persistan pulmoner hipertansiyon tanısı alan 21 olgunun 9’u(%42.9) erkekti. Hastaların ortalama gestasyon yaşı 37.6±3.7 hafta ve doğum ağırlığı 3006± 819gr, APGAR skoru 1. ve 5. dakikalarda sırasıyla 4(2-7) ve 6(3-8) saptandı. Antenatal dönemdeki risk faktörleri: fetal distres %38.1, oligohidramnios %23.8, intrauterin gelişme geriliği %23.8, gestasyonel diyabet %14.3, preeklampsi %4.8, koryoamniyonit %4.8 oranındaydı. Solunum destek tedavisi ihtiyacı olan olguların invaziv mekanik ventilasyonda izlem süresi medyan 20.1gün, non invaziv ventilasyon süresi medyan 3.7 gün saptandı. Persistan pulmoner hipertansiyon tanısıyla izlenen olgulara inhale nitrik oksit (iNO) (%76.2), milrinon (%66.7), sildenafil (%52.4), iloprost (%14.3) tedavileri uygulandı. Hastaların hastanede yatış süresi ortalama 38.4 gündü ve 9(%42.9) hasta eksitus oldu. Eksitus olan olguların ağır PPHT ile birlikte fetal inflamatuar yanıt sendromu (FIRS), konjenital kalp hastalığı, pulmoner hipoplazi, pnömotoraks, hipoksik iskemik ensefalopati, konjenital anomali tanıları mevcuttu. Sonuç: Persistan pulmoner hipertansiyon, şiddetli hipoksemi ile karakterize, kısa ve uzun dönemde oluşabilecek morbiditeleri ve mortaliteyi önlemek için erken müdahale edilmesi gereken, başlıca tedavisi altta yatan nedene yönelik olan bir yenidoğan acilidir. Erken başlanan tedavilere rağmen majör anomalisi olan, ciddi ek hastalığa sahip ve organ disfonksiyonları engellenemeyen hastaların kaybedilmesi kaçınılmazdır. (SETB-2023-10-199) Objectives: Persistent pulmonary hypertension (PPHT) of the newborn is a disorder of circulatory transition resulting in high pulmonary vascular resistance with extrapulmonary right-to-left shunts causing hypoxemia. In this study, our aim was to evaluate the risk factors, administered treatments, and mortality of patients followed in our neonatal intensive care unit (NICU) due to PPHT over the past six years. Methods: Patients diagnosed with PPHT and followed in the NICU between January 2017 and November 2022 were included in the study. The sociodemographic characteristics, diagnoses that could lead to pulmonary hypertension, the presence of congenital anomalies, the duration of respiratory support treatment and hospital follow-up, treatments administered for PPHT, and mortality rates were evaluated. Results: Out of 21 patients diagnosed with persistent pulmonary hypertension, 9 of them (42.9%) were male. The mean gestational age of the patients was 37.6±3.7 weeks, and their birth weight was 3006±819grams. The APGAR scores at 1 and 5 minutes were 4(2-7) and 6(3-8), respectively. Risk factors during the antenatal period included fetal distress (38.1%), oligohydramnios (23.8%), intrauterine growth restriction (23.8%), gestational diabetes (14.3%), preeclampsia (4.8%), and chorioamnionitis (4.8%). The median duration of invasive mechanical ventilation for cases requiring respiratory support was 20.1 days, while the median duration of non-invasive ventilation was 3.7 days. Patients with a diagnosis of persistent pulmonary hypertension were treated with inhaled nitric oxide (iNO) in 76.2% of cases, milrinone in 66.7% of cases, sildenafil in 52.4% of cases, and iloprost in 14.3% of cases. The length of hospital stay for patients was 38.4 days, and 9 (42.9%) patients died. The patients who died had severe PPHT along with fetal inflammatory response syndrome (FIRS), congenital heart disease, pulmonary hypoplasia, pneumothorax, hypoxic-ischemic encephalopathy (HIE), and congenital anomalies. Conclusion: Persistent pulmonary hypertension, characterized by severe hypoxemia, is a neonatal emergency that necessitates early intervention, effective treatment of the underlying cause to prevent potential short-term and long-term morbidities and mortality. Effective treatment of the underlying cause in patients diagnosed with PPHT could reduce morbidity and mortality. It is inevitable to avoid the loss of patients with major abnormalities, severe comorbidities, and unpreventable organ dysfunctions. |
7. | Relationship Between Platelet Parameters and Eosinophils with Disease Severity, CRP and Treatment in Stable COPD Zeynep Mine Yalcinkaya Kara, Sema Yagci, Mufide Arzu Ozkarafakili, Mustafa Ilteris Bardakci PMID: 39021694 PMCID: PMC11249985 doi: 10.14744/SEMB.2024.84453 Pages 171 - 178 Giriş: Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), öncelikle solunumu bozan aynı zamanda hemostazı da etkileyebilen karmaşık inflamatuar bir durumdur. Bu çalışmada KOAH hastaları ile sağlıklı kontroller arasında trombosit ile ilişkili parametreler ve eozinofil açısından farklılıkların belirlenmesi amaçlandı. Gereç ve yöntem: Sağlık Bilimleri Üniversitesi Şişli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Göğüs Hastalıkları Bölümü'ne başvuran 149 stabil KOAH hastası ve 30 sağlıklı kontrol çalışmaya dahil edildi. Hemogram parametrelerinden ortalama trombosit hacmi (MPV), trombosit dağılım genişliği (PDW), plateletcrit (Pct), trombosit oranları (MPV/Plt, MPV/Pct, PDW/Plt, PDW/Pct), platelet/lenfosit oranı (PLR) ve eozinofil sonuçları incelendi. Bulgular: KOAH hastaları ve kontrol grubu trombosit parametrelerinden Plt, Pct, PDW, MPV, PDW/Pct, MPV/Pct) anlamlı farklılık göstermedi. PLR hasta gruplarında kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksekti (p= 0,009). Trombosit sayısı ile PLR arasındaki korelasyon sınırda anlamlılık gösterdi (p= 0,047; p= 0,05). Ancak hastaların CRP düzeyleri ile Pct, PDW, PDW/Pct, MPV/Pct ve MPV değerleri arasında korelasyon bulamadık. Uzun etkili muskarinik antagonist (LAMA) kullanan ve kullanmayan hastalarda trombosit parametrelerinde anlamlı farklılık saptanmadı. KOAH şiddet dereceleri arasında eozinofil düzeyleri açısından farklılık bulamadık. Sonuç: Çalışmamızda KOAH'ta PLR'nin yüksek olduğunu tespit ettik. PLR, stabil KOAH'ta devam eden inflamasyonu değerlendirmek için yararlı ve kolay erişilebilir bir parametre olabilir. KOAH'ta trombosit ve eozinofil parametrelerinin rolünü araştırmak için geniş ölçekli çalışmalara ihtiyaç vardır. (SETB-2023-11-204) Objectives: Chronic obstructive pulmonary disease (COPD) is a complex inflammatory condition that primarily impairs respiration but can also affect hemostasis. This study aimed to determine differences in platelet-related parameters and eosinophil between COPD patients and healthy controls. Methods: We included 149 patients with stable COPD and 30 healthy controls who were recruited from the outpatient department of Chest Diseases. Complete blood count, including platelet count (Plt), and C-reactive protein were measured. Other platelet-related parameters were determined, including mean platelet volume (MPV), platelet distribution width (PDW), plateletcrit (Pct), their ratios (MPV/Plt, MPV/Pct, PDW/Plt, PDW/Pct), and platelet to lymphocyte ratio (PLR). Results: COPD patients and controls did not show significant differences in platelet parameters (Plt, Pct, PDW, MPV, PDW/Pct, MPV/ Pct). PLR was significantly higher in the patient groups than in the control group (p=0.009). Correlation between platelet count and PLR (p=0.047; p=0.05) showed borderline significance. However, we found no correlation between the patients’ CRP levels, Pct, PDW, PDW/Pct, MPV/Pct and MPV values. There were no significant differences in platelet parameters in patients using and not using long-acting muscarinic antagonists (LAMA). We did not find differences in eosinophil levels among COPD severity grades. Conclusion: In our study, we found that PLR is elevated in COPD. PLR could be a useful and easily accessible parameter to evaluate ongoing inflammation in stable COPD. Large-scale studies are warranted to further investigate the role of platelet and eosinophil parameters in COPD. |
8. | What are the Barriers of Chronic Obstructive Pulmonary Disease (COPD) Patients in Smoking Cessation? Mufide Arzu Ozkarafakili, Metin Yangin, Gulhan Ayhan Albayrak, Mustafa Ilteris Bardakci PMID: 39021688 PMCID: PMC11249986 doi: 10.14744/SEMB.2024.42709 Pages 179 - 188 Amaç: Tütün kullanımı, halen tüm dünyada önlenebilir ölüm nedenlerinden biridir. Sigarayı bırakmak, KOAH’lı hastalarda solunum fonksiyon testlerindeki yıllık 1. saniye zorlu expiratuvar akım hacmi kaybı ve mortalitenin önlenmesindeki en önemli etkendir. Ancak tüm girişimlere rağmen, dünyada sigarayı bırakma oranları ve sigarayı bıraktırma başarısı istenilen düzeyde değildir. Biz de bu çalışmada, sigara içmeye devam eden ve sigarayı bırakmış olan KOAH hastalarında, sigarayı bırakma motivasyonu ile ilişkili faktörleri ve bu hastaların farklı klinik özelliklerini bulmayı amaçladık. Materyal Metot: Göğüs Hastalıkları Polikliniğinde onsekiz yaş üzeri, çalışmaya katılmak için gönüllü olan, en az iki yıldır takip edilen, tedavi altında ve stabil evrede, 200 aktif sigara içicisi ve 132 sigara içmeyi bırakmış, KOAH hastası çalışmaya alındı. Hayatı boyunca hiç sigara içmemiş olanlar, psikiyatrik hastalık tanısı ile tedavi görenler, son dört hafta içerisinde alevlenme nedeniyle hastaneye başvuranlar, kontrolsüz eşlik eden hastalığı bulunanlar çalışmaya dahil edilmedi. Tüm katılanlara deneyimli bir teknisyenle solunum fonksiyon testi yapıldı. Hastaların dispne skalaları (mMRC, BORG) ve semptom skorları (CAT) bunların Türkçeye çevrilmiş formlarıyla yapılarak ölçüldü. Hastalara BECK anksiyete anketi uygulandı Bulgular: Halen sigara içenler ile geçmişte sigara içenler arasında yaş ve cinsiyet farkı bulunmadı. Aktif sigara içmeye devam edenlerin solunum fonksiyon bozukluklarının, sigarayı bırakanlara göre daha ciddi olduğu, daha uzun süredir KOAH tanılarının olduğu, sigara içme süresinin bu hastalarda daha uzun olduğu ve sigaraya başlama yaşının daha genç yaşta olduğu belirlendi p<0,05. Sigarayı bırakma üzerine etkili olan faktörlerin incelendiği çok değişkenli analizde ise, daha düşük FEV1% değerleri, daha yüksek semptom (CAT) ve BAI skorları, daha yüksek trombosit ve C reaktif protein düzeylerinin sigarayı bırakma olasılığını azalttığı belirlendi p<0,05. Ayrıca diyabet, koroner arter hastalığı ve hipertansiyona sahip olmak sigarayı bırakma ile ters orantılıydı p<0,05. Sonuç: Çalışmamızda, KOAH'lı hastaların yarısından fazlasının, hava akımı kısıtlılığının ciddiyetine, semptomlarına ve hatta eşlik eden hastalıklarına rağmen halen sigara içmeye devam ettiğini gözlemledik. Dispne ve inflamasyon belirteçlerinin sigarayı bırakma üzerinde olumsuz etkileri olduğu ve bu hastaların sigarayı sürdürmesine neden olan ortak faktörün anksiyete olabileceğini düşündürdü. Bu hastalarda tütün bağımlılığı ve tıbbi durumların tedavisini aynı anda entegre etmenin bir yolunu bulmak için daha fazla çabaya ihtiyaç olduğu açıktır. (SETB-2023-12-221) Objectives: Smoking is the major determinant of developing chronic obstructive pulmonary disease (COPD). A substantial proportion of patients with COPD continue smoking although they have significant respiratory symptoms, exacerbation history and comorbidities. We aimed to find the associated factors and clinical features of the patients who maintain smoking. Methods: 200 current smokers and 132 former smokers with a spirometry-confirmed diagnosis of COPD were recruited from the outpatient department. Demographic characteristics, smoking backgrounds, treatment status, comorbidities, exacerbation history of the previous year, pulmonary function tests, blood biochemistry, dyspnea scales, symptom scores, and BECK anxiety scores were all recorded. Results: No age and gender differences were found between current and former smokers. Compared to former smokers, current smokers were less qualified, had more cardiovascular diseases, more frequently exposed to tobacco smoke at home and at work place, more severe pulmonary function impairment, longer duration of COPD, longer time of smoking, earlier age of commencement in smoking, higher scores of BECK anxiety scores (BAI), higher levels of inflammatory markers in blood tests p<0.05. In multivariable analysis, lower values of FEV1%, higher scores of CAT and BAI, higher levels of platelet and CRP were found to decrease the likelihood of smoking cessation p<0.05. Additionally having diabetes, coronary artery disease and hypertension were inversely correlated with quitting smoking p<0.05. Conclusion: COPD is a systemic inflammatory disease. We found over half of the patients with COPD were currently smoking, despite the severity of their airflow limitation, symptoms and even the comorbidities. Furthermore, 2 out of 5 of the current smokers reported having moderate to severe anxiety. Dyspnea and inflammatory markers had negative effects on smoking cessation, and anxiety might be the cause that led these patients to keep smoking. |
9. | The Effects of Ketamine-Propofol and Remifentanil-Propofol Combinations on Integrated Pulmonary Index During Sedation in Gastrointestinal System Endoscopy Zuhal Cavus, Dondu Genc Moralar, Ayfer Kaya Gok, Ali Selman Gunaydin PMID: 39021693 PMCID: PMC11249984 doi: 10.14744/SEMB.2024.37043 Pages 189 - 196 Amaç: Endoskopik işlemler sırasında farklı sedo-analjezi ve izleme yöntemleri kullanılmaktadır. Yine de optimal sedasyon ajanları konusunda fikir birliği yoktur. Bu çalışmada temel amaç ketamin-propofol ve remifentanil propofol sedo analjezi protokollerini entegre pulmoner indeks (IPI) monitorizasyonu ile karşılaştırmaktır. Yöntem: Hastalar iki gruba ayrıldı: Grup Ketamin anestezi başlangıcında 0,25 mg/kg ketamin ve 0,75 mg/kg propofol aldı. Grup Remifentanil hastalarına anestezi indüksiyonunda 1 mcg/kg remifentanil ve 0,75 mg/kg propofol verildi. Anestezi idamesi ilaç dozlarının Ramsey sedasyon skalasına göre titrasyonu ile sağlandı. Anestezi indüklemeden hemen önce, sedasyon indüklendikten beş dakika sonra, on dakika sonra ve tedavi bittikten beş dakika sonra olmak üzere dört farklı zamanda ölçümler alındı. Bulgular: Gruplar arasında T1 zaman periyodunda ölçülen solunum hızı, SPO2 ve EtCO2 gibi solunum parametrelerinde anlamlı fark yoktu. T2 zaman diliminde entegre pulmoner indeks (IPI), sPO2, solunum hızı ve sistolik basınç parametrelerinde gruplar arasında anlamlı fark bulundu, grup ketaminde anlamlı olarak yüksek bulundu. T3 zaman periyodu sonuçları şu üç parametrede daha yüksekti: IPI, sPO2 ve solunum hızı. T2,T3, T4 zaman dilimlerinde solunum sayımı parametresinde gruplar arasında fark vardı ve ketamin grubunda daha yüksek bulundu. Sonuç: Ketamin iyileşmede hafif bir uzamaya neden olsa da endoskopik işlemler sırasında kullanılabilecek güvenli ve etkili bir ilaçtır. (SETB-2023-08-140) Objectives: Different sedo-analgesia and monitoring methods are used during endoscopic procedures. And yet, there is no consensus on optimal sedating agents. In this study, the main aim is to compare ketamine-propofol and remifentanil propofol sedo-analgesia protocols by monitoring integrated pulmonary index (IPI). Methods: The study population is divided into two groups: Group ketamine received 0.25 mg/kg ketamine and 0.75 mg/kg propofol at the beginning of anesthesia. 1 mcg/kg of remifentanil and 0.75 mg/kg propofol were administered to group remifentanil patients at the induction of anesthesia. Anesthesia maintenance was provided by titration of drug doses according to the Ramsey sedation scale. Measurements were taken at four different points in time: just before anesthesia was induced, five minutes after sedation was induced, ten minutes later, and five minutes after the treatment was finished. Results: There was no significant difference in respiratory parameters such as respiratory rate, SPO2, and EtCO2 measured in the T1 time period between the groups. In the T2 time period, a significant difference was found between the groups in the integrated pulmonary index (IPI), sPO2, respiratory rate, and systolic pressure parameters were found to be significantly higher in group ketamine. T3 time period results were higher in these three parameters: IPI, sPO2, and respiration rate. In the T2, T3, T4 time periods, there was a difference between the groups in the respiration count parameter and it was found to be higher in group ketamine. Conclusion: Although it causes slight prolongation in recovery, ketamine is a safe and effective drug that can be used during endoscopic procedures. |
10. | An Evaluation of the Vestibular System in Individuals Aged 40-65 Years with Sensorineural Hearing Loss Fatmanur Uysal, Selim Sermed Erbek, Osman Halit Cam PMID: 39021681 PMCID: PMC11249995 doi: 10.14744/SEMB.2024.23080 Pages 197 - 203 Amaç: Çalışmamızın amacı; 40-65 yaş aralığında sensörinöral işitme kaybı olan ve olmayan bireylerde hem objektif hem subjektif olarak vestibüler sistemin değerlendirilmesidir. Materyal ve metot: Çalışma prospektif vaka-kontrol çalışması olup 40-65 yaş aralığında cinsiyet farkı gözetmeksizin her bir grupta 31 kişi olmak üzere toplam 62 kişi dahil edilmiştir. Vaka grubu içerisinde yer alan bireyler işitme kaybı derecesi olan hafif, orta, ileri ve çok ileri şeklinde sınıflandırılmıştır. Tüm katılımcılara saf ses odyometri testi ile hava yolu ve kemik yolu eşikleri, konuşmayı alma eşiği, konuşmayı ayırt etme yüzdesi, rahatsız edici ses yüksekliği, immitansmetrik değerlendirme, VNG (videonistagmografi), VHIT (video head ımpulse test) gibi objektif test bataryasının yanı sıra Dizziness Engellilik Envanteri (Dizziness Handikap Inventory) ile subjektif değerlendirme de yapılmıştır. Bulgular: Çalışmamızda vaka ve kontrol grupları arasında yaş ve cinsiyet açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamaktadır. Ancak VNG(Videonistagmografi) bulguları karşılaştırıldığında HeadShake testi, sağ ve sol Dix-Hallpike testi ve sağ Roll testinde istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmuştur. Tüm katılımcıların Dizzines Handikap Envanteri Skorları ile VNG bulguları arasında pozitif yönlü korelayon mevcuttur. VHIT (video head ımpulse test) Velocity Regression Gain Asymmerty (VRG) değerleri karşılaştırıldığında sadece LARP (sol anterior-sağ posterior) pozisyonu istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardır. (p<0,05) Sonuç: Koklea ile vestibüler sistem anatomik olarak yakın komşuluklarından dolayı sensörinöral işitme kaybı beraberinde vestibüler fonksiyon bozukluklarına da neden olabilir. Yaptığımız bu çalışma literatürdeki diğer çalışmalara göre yaş sınırlaması ve işitme kaybı derecesi ile sınıflandırıldığından daha değerlidir. Ayrıca objektif test yöntemlerinin uygulanmasının yanı sıra subjektif olarak da değerlendirilerek de bir bütün olarak ele alınmıştır. (SETB-2023-10-196) Objectives: Vestibular dysfunction occasionally accompanies sensorineural hearing loss (SNHL) due to anatomical proximity of cochlea and vestibule. The aim of the present study was to evaluate the vestibular system objectively and subjectively in 40-to 65-year-old individuals with and without SNHL. Methods: This study included participants of both sexes, between the ages of 40 and 65 years old. There were 31 participants with SNHL and 31 control participants. First of all, participants were grouped in the control and SNHL groups based on the results of their hearing test, which included audiometry and immitance evaluation. Subsequently, for vestibular evaluation, each participant was evaluated subjective with "Dizziness Handicap Inventory" (DHI) as well as with objective tests battery that included positional tests with videonystagmogrophy (VNG) and vestibuloocular reflex (VOR) assessment using the vestibular head impulse test (vHIT). Results: Peripheral nystagmus was found to be significantly higher in patients with SNHL based on the head shake and positional tests (p<0.05). There was a positive correlation between DHI scores and positional test findings of the participants with SNHL (p<0.05). When the VHIT VOR gain values were compared between groups, there was no significant difference (p<0.05). Conclusion: In our study, vestibular involvement was frequently observed in 40- to 65-year-old individuals with SNHL. Therefore, vestibular evaluation should be considered along with the assessment of hearing in individuals with SNHL who are over 40 years old. |
11. | Choroidal Thickness in Mild Autonomous Cortisol Secretion Sezin Dogan Cakir, Akin Cakir, Feyza Yener Ozturk, Seda Erem Basmaz, Adnan Batman, Emre Sedar Saygili, Rumeysa Selvinaz Erol, Esra Cil Sen, Muhammed Masum Canat, Yuksel Altuntas PMID: 39021683 PMCID: PMC11250000 doi: 10.14744/SEMB.2024.12258 Pages 204 - 209 Amaç: Ilımlı Otonom Kortizol Sekresyonu (IOKS) olan hastaları koroid kalınlığı (KK) açısından değerlendirmek ve KK'nın IOKS yönetiminde bir tanı aracı olup olamayacağını araştırmak. Yöntem: Bu kesitsel karşılaştırmalı çalışmaya IOKS saptanan 27 hasta ile yaş ve cinsiyet açısından uyumlu 25 sağlıklı kontrol grubu olarak dahil edildi. Tüm katılımcılara Spektralis Optik Koherens Tomografi (Heidelberg Engineering, Heidelberg, Almanya) cihazı kullanılarak subfoveal, 500-1000-1500 µm nazal ve 500-1000-1500 µm temporal foveolada geliştirilmiş derin görüntüleme modu kullanılarak KK ölçümü yapıldı. Bulgular: Gruplar sferik ekivalan, yaş ve aksiyal uzunluklar açısından benzerdi. Ortalama KK, tüm ölçüm kadranlarında IOKS hastalarında kontrollere göre anlamlı derecede daha kalındı (p<0.001). Koroid kalınlığı ile adenom büyüklüğü, 1mg deksametazon supresyon testi, tükrük kortizolü, 24 saat idrar serbest kortizolü, bazal kortizol, ACTH ve DHEAS düzeyleri arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı. Ancak 2 mg deksametazon supresyon testi sonuçlarının temporal 500-1000 ve 1500 µm kadranlarda KK ile anlamlı düzeyde ilişkili olduğu görüldü (r=0.436, p=0.023; r=0.443, p=0.021 ve r=0.488, p=0.010; sırasıyla). IOKS grunuda 5 (%18.5) hastada pakikoroid pigment epitelyopati izlendi. Sonuç: Ilımlı Otonom Kortizol Sekresyonu olan hastalarda, KK ve pakikoroid pigment epitelyopati sıklığı artmaktadır. Ilımlı Otonom Kortizol Sekresyonu olan hastalarda daha kalın koroid, hem hiperkortizoleminin derecesi hem de hiperkortizolemi ilişkili komorbidite varlığı için tanısal bir araç olarak yeni bir biyobelirteç olabilir. (SETB-2023-11-206) Objectives: To evaluate the patients with mild autonomous cortisol secretion (MACS) by means of choroidal thickness (CT) and also investigate whether CT may be a diagnostic tool in the management of MACS or not. Methods: Twenty-seven patients with MACS and 25 age-sex-matched healthy controls were enrolled in this cross-sectional comparative study. All the participants underwent CT measurement by using Spectralis optical coherence tomography (Heidelberg Engineering, Heidelberg, Germany) with enhanced deep imaging mode at the subfoveal, 500-1000-1500 μm nasal and 500-1000- 1500 μm temporal to the foveola. Results: The groups were similar in terms of spherical equivalence, age and axial lengths. The mean CT was significantly thicker in patients with MACS than controls in all measurement quadrants (p<0.001). There was no significant correlation between CT, size of the adenoma, basal cortisol, 1mg dexamethasone suppression test, salivary cortisol, 24-hour total urine-free cortisol, ACTH and DHEAS levels. However, 2 mg dexamethasone suppression test results were found to be significantly correlated with CT in temporal 500-1000 and 1500 μm quadrants (r=0.436, p=0.023, r=0.443, p=0.021 and r=0.488, p=0.010, respectively). Five (18.5%) eyes had pachychoroid pigment epitheliopathy in the MACS group. Conclusion: CT increases in patients with MACS and those tend to have pachychoroid pigment epitheliopathy more frequent than healthy individuals. A thicker choroid in the patients with MACS may be a novel biomarker both as a diagnostic tool for the degree of hypercortisolemia and cortisol-related comorbidity. |
12. | Evaluation of Depression, Self-esteem, Anxiety, and Dermatological Quality of Life Index in Adolescent Acne Patients: A Case-Control Study Didem Kazan, Burcu Bahar Inci, Selin Ilchan, Defne Ozkoca PMID: 39021686 PMCID: PMC11249996 doi: 10.14744/SEMB.2024.38268 Pages 210 - 215 Amaç: Akne vulgaris (AV), adölesan dönemde sık görülen ve kişilerin psikolojik durumlarını etkileyebilen bir dermatolojik hastalıktır. Bu çalışmada adölesan dönemdeki akne vulgarisli hastaların depresyon ve anksiyete semptomlarının, benlik saygısı seviyelerinin ve dermatolojik yaşam kalitesi indekslerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Yöntemler: Çalışmaya yaşları 10-19 arasında değişen toplam 160 akne vulgaris hastası ve 100 sağlıklı kontrol dahil edildi. Tüm katılımcılar tek başlarına ve bağımsız olarak Reynolds Ergenler Depresyon Ölçeği (REDS), Beck Ergenler Kaygı Ölçeği (BEKÖ), Coopersmith Benlik Saygısı Araştırma Ölçeği'ni (CBSAÖ) tamamladı. Çalışma grubunun akne hastalık şiddeti, dermatoloji uzmanları tarafından Global Akne Derecelendirme Sistemi kullanarak değerlendirildi ve yaşam kalite indekslerininÇocukların Dermatolojik Yaşam Kalitesi İndeksi (ÇDYKİ) değerlendirildi. Tüm katılımcıların yaş, cinsiyet ve ölçek sonuçları daha ileri istatiksel analiz için vaka rapor formlarına kaydedildi. Bulgular: Çalışma grubunun REDS (%27,5 vs %12,5, p=0,003) ve BEAS skorları (%80 vs %64, p=0,001) kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksekti. Çalışma grubunda CBSAÖ skoru 20'nin altında olan hastaların yüzdesi kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksekti (p=0,001). Daha yüksek REDS ve BEAS skorları daha yüksek ÇDYKİ skorları ile ilişkiliydi (sırasıyla p=0,001, p=0,001), daha yüksek CBSAÖ skorları ise daha düşük ÇDYKİ skorları ile ilişkiliydi (p=0,001). Sonuç: Çalışmanın sonuçları akne vulgarisin adölesan hastaların depresyon ve anksiyete semptomları, benlik saygıları ve yaşam kalitesi düzeyleri üzerinde önemli bir etkiye sahip olduğu görülmektedir. Dermatoloji uzmanları adölesan akne hastalarının izlemlerinde, hastaların psikolojik iyilik hallerine dikkat etmeli ve gerekli durumlarda psikiyatrik değerlendirme için hastaları yönlendirmelidir. (SETB-2023-10-200) Objectives: Acne vulgaris is a common skin condition that affects adolescents and can have a significant impact on their mental health. In this study, we aimed to evaluate the depression and anxiety symptoms, self-esteem and dermatological quality of life indexes of adolescent patients with acne vulgaris. Methods: A total of 160 patients aged between 10 and 19 years with acne vulgaris and 100 healthy controls were included in the study. All participants completed the Reynolds Adolescent Depression Scale (RADS), Beck Adolescent Anxiety Scale (BAAS), and Coopersmith Self-Esteem Survey Scale (CSES), alone and independently. The dermatologists evaluated the acne disease severity of the study group using the Global Acne Grading System, while the Children's Dermatological Quality of Life Index (CDLQI) was evaluated in the same group. Age, gender, and scale results of all participants were recorded on case report forms for further analysis. Results: The study group had significantly higher RADS (27.5% vs 12.5%, p=0.003) and BAAS scores (80% vs 64%, p=0.001) than the control group. The percentage of patients with CSES scores below 20 in the study group was significantly higher than the control group (p=0.001). Higher RADS and BAAS scores were associated with higher CDLQI scores (p=0.001, p=0.001, respectively), while higher CSES scores were associated with lower CDLQI scores (p=0.001). Conclusion: The study shows that acne vulgaris has a significant impact on the depression, anxiety, and self-esteem levels of adolescent patients. Dermatologists should pay attention to the psychological well-being of patients and provide psychiatric evaluation if necessary. |
13. | Prediction of Major Adverse Cardiac Events After Transcatheter Aortic Valve Implantation: A Machine Learning Approach with GRACE Score Aslan Erdogan, Omer Genc, Duygu Inan, Abdullah Yildirim, Ersin Ibisoglu, Yeliz Guler, Duygu Genc, Ahmet Guler, Ali Karagoz, Ibrahim Halil Kurt, Cevat Kirma PMID: 39021695 PMCID: PMC11249994 doi: 10.14744/SEMB.2024.00836 Pages 216 - 225 Amaç: Öngörücü risk skorları, ciddi aort stenozu (AS) olan hastalarda hastane seçiminde ve müdahale sonrası komplikasyon olasılığını değerlendirmede önemli bir etkiye sahiptir. Bu çalışma, Global Registry of Acute Coronary Events (GRACE) skoru dahil olmak üzere öngörücü parametreleri analiz ederek, makine öğrenimi (ML) tekniklerinin 30 günlük major advers kardiyak olayları (MACE) tahmin etme konusundaki kullanılabilirliğini keşfetmeyi amaçlamaktadır. Metod: Bu retrospektif, çok merkezli, gözlemsel çalışma, Nisan 2020 ile Ocak 2023 tarihleri arasında transkateter aort kapak implantasyonu (TAVI) uygulanan ciddi AS tanısı almış 453 ardışık hastayı içermektedir. Birincil sonuç, prosedür sonrası 1 aylık takip döneminde meydana gelen MACE'yi içeren bir bileşim olarak tanımlandı. Geleneksel binomiyal lojistik regresyon ve ML modelleri tahmin amaçlı kullanıldı ve karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışma popülasyonunun ortalama yaşı 76.1'dir ve %40.8'i erkektir. Birincil sonuç, vakaların %7.5'inde gözlendi. Birincil sonuç bileşenlerinden, tüm nedenlere bağlı ölüm, prosedür sonrası miyokard enfarktüsü (MI), serebrovasküler olaylar (CVE) oranları sırasıyla %4.2, %2.4 ve %1.9 olarak rapor edildi. GRACE skoru ile birlikte kullanılan ML tabanlı Extreme Gradient Boosting (XGBoost) modeli, birincil sonucu tahmin etmede, GRACE skoru olmadan ML modeli ve geleneksel regresyon modeline kıyasla üstün ayırt edici performans gösterdi [Eğri Altındaki Alan (AUC)= 0.98 (0.91-0.99), AUC= 0.87 (0.80-0.98), AUC= 0.84 (0.79-0.96)]. Sonuç: ML teknikleri, özellikle GRACE skoru gibi kanıtlanmış klinik parametrelerle birlikte kullanıldığında, klinik uygulamalardaki sonuçları öngörmede önemli bir potansiyele sahiptir. (SETB-2024-01-028) Objectives: Predictive risk scores have a significant impact on patient selection and assessing the likelihood of complications following interventions in patients with severe aortic stenosis (AS). This study aims to explore the utility of machine learning (ML) techniques in predicting 30-day major adverse cardiac events (MACE) by analyzing parameters, including the Global Registry of Acute Coronary Events (GRACE) score. Methods: This retrospective, multi-center, observational study enrolled 453 consecutive patients diagnosed with severe AS who underwent transcatheter aortic valve implantation (TAVI) from April 2020 to January 2023. The primary outcome was defined as a composition of MACE comprising periprocedural myocardial infarction (MI), cerebrovascular events (CVE), and all-cause mortality during the 1-month follow-up period after the procedure. Conventional binomial logistic regression and ML models were utilized and compared for prediction purposes. Results: The study population had a mean age of 76.1, with 40.8% being male. The primary endpoint was observed in 7.5% of cases. Among the individual components of the primary endpoint, the rates of all-cause mortality, MI, and CVE were reported as 4.2%, 2.4%, and 1.9%, respectively. The ML-based Extreme Gradient Boosting (XGBoost) model with the GRACE score demonstrated superior discriminative performance in predicting the primary endpoint, compared to both the ML model without the GRACE score and the conventional regression model [Area Under the Curve (AUC)= 0.98 (0.91-0.99), AUC= 0,87 (0.80-0.98), AUC= 0.84 (0.79-0.96)]. Conclusion: ML techniques hold the potential to enhance outcomes in clinical practice, especially when utilized alongside established clinical tools such as the GRACE score. |
14. | The Presence and Severity of Inferior Turbinate Hypertrophy in Patients with Hypertrophic Scars Duygu Erdil, Ozan Ozdemir, Vildan Manav PMID: 39021685 PMCID: PMC11249997 doi: 10.14744/SEMB.2024.78785 Pages 226 - 232 Amaç: Bu çalışmada hipertrofik skarlı (HTS) hastalarda alt konka hipertrofisinin (AKH) varlığı ve şiddetinin araştırılması amaçlandı. Yöntemler: Bu vaka-kontrol çalışması, dermatoloji polikliniği muayenesi sırasında hipertrofik skar tanısı alan hastalar ve hipertrofik skarı olmayan kontrol grubu ile yapıldı. Bir kulak burun boğaz uzmanı anterior rinoskopi ile AKH varlığını ve şiddetini inceledi. Bulgular: AKH, HTS hastalarında kontrol grubuna kıyasla daha sık görüldü (sırasıyla %64 ve %34) (p=0.014). HTS grubunda hastaların %48'inde grade 2 ve %16'sında grade 3 AKH vardı; kontrol grubunda ise hastaların %24'ünde grade 2 ve %10'unda grade 3 AKH vardı (p=0.046). Ayrıca, HTS ile birlikte kaşıntı veya ağrı şikayeti olan hastalarda (sırasıyla %83 ve %80) AKH varlığı, asemptomatik HTS hastalarına göre daha yüksekti (p=0.020). Sonuç: Kontrol grubuyla karşılaştırıldığında, özellikle skar ile ilişkili kaşıntı veya ağrı bildiren HTS'li hastalarda daha fazla sayıda alt konka hipertrofisi vardı. HTS ve AKH'nin tam patogenezi ve tedavisine ilişkin sınırlı bilgi göz önüne alındığında, birliktelikleri potansiyel olarak bu bağlantılı durumlara ilişkin yeni bilgiler sağlamaktadır. (SETB-2023-12-228) Objectives: This study aimed to investigate the presence and severity of inferior turbinate hypertrophy (ITH) in patients with hypertrophic scars (HTS). Methods: This case-control study was conducted with patients diagnosed with HTS during dermatologic examination and a control group without HTS. An otolaryngologist evaluated the presence and severity of inferior turbinate hypertrophy by anterior rhinoscopy. Results: ITH was more common in patients with HTS compared to the control group (64%, and 34%, respectively) (p=0.014). In the HTS group, 48% of patients had grade 2, and 16% had grade 3 ITH; in the control group, 24% had grade 2, and 10% had grade 3 ITH (p=0.046). Also, ITH was higher in patients who complained of pruritus or pain (83%, and 80%, respectively) in the HTS than in asymptomatic HTS patients (p=0.020). Conclusion: A higher number of patients with HTS had ITH compared to the control group, especially those who reported pruritus or pain associated with scar. Given the limited understanding of the full pathogenesis and treatment of HTS and ITH, their association potentially provides new insights into these related conditions. |
CASE REPORT | |
15. | Single Stage Bilateral Adrenalectomy (Cortical-Sparing) and Pancreatectomy (Corpus-Sparing) in a Patient with Von Hippel-Lindau Disease Mehmet Haciyanli, Turan Acar, Oguzhan Ozsay, Nihan Acar, Selda Gucek Haciyanli, Emine Ozlem Gur, Osman Nuri Dilek PMID: 39021689 PMCID: PMC11249989 doi: 10.14744/SEMB.2023.03743 Pages 233 - 236 Von Hippel–Lindau (VHL) hastalığı otozomal dominant aktarılan bir sendromdur ve birçok organı etkiler. Bu yazıda, eş zamanlı fonksiyon koruyucu adrenalektomi ve pankreatektomi yapılan bilateral feokromositoma ve çoklu pankreas nöroendokrin tümörü olan VHL hastasını sunmayı amaçladık. Hastaneye hipertansiyon yakınması ile başvuran 27 yaşındaki kadın hastanın bilgisayarlı abdominal tomografisinde sağ adrenal bezde 12x7 cm ve sol adrebal bezde 4x4 cm solid tümörü; aynı zamanda, pankreas başında iki ve kuyruk bölgesinde de üç adet solid kitlesi mevcuttu. 24 saatlik idrar metanefrin ve normetanefrin dışında tüm laboratuvar testleri normal idi. I-123 MIBG sintigrafisinde her iki adrenal bezde tutulum görüldü. Bu bulgular bilateral feokromositoma ve çoklu pankreatik nöroendokrin tümörü ile uyumluydu ve VHL tanısı genetik testlerle konfirme edildi. Alpha-1 inhibitor ile süpresyon sonrasında, sağ total, sol korteks koruyucu adrenalektomi, pankreas baş lezyonları için Whipple prosedürü ve dalak koruyucu pankreatektomi yapıldı, pankreas korpusu korundu. Bu olgu, VHL hastalığı olan hastalarda çoklu fonksiyon koruyucu prosedürlerin onkolojik prensiplerle güvenli bir şekilde uygulanabileceğini göstermektedir. (SETB-2023-04-059) Von Hippel–Lindau (VHL) disease is an autosomal dominant syndrome and affects many organs. We aim to report an adult patient with VHL disease having bilateral adrenal pheochromocytoma and multiple neuroendocrine tumors of the pancreas who was successfully treated with simultaneous function-preserving adrenalectomy and pancreatectomy. A 27-year-old woman was admitted to hospital with hypertension. The computed tomography of the abdomen revealed a solid tu- mor in both adrenal glands with the sizes of 12x7 cm on the right and 4x4 cm on the left. She also had two pancreatic solid masses in the head and three in the tail with varying sizes. The laboratory tests are all within normal limits except elevated 24-hour urinary metanephrine and normetanephrine. I-123 MIBG scanning showed increased uptake in both adrenal glands. Fine needle aspiration biopsy of the tumor on head of pancreas via endoscopic ultrasonography showed neuroendocrine tumor. Those findings were compatible with bilateral pheochromocytoma and multiple pancreatic neuroendocrine tumors and genetic tests revealed the mutation which confirmed the diagnosis of VHL disease. After suppression with alpha-1 inhibitor, right total, left cortical-sparing adrenalectomy, Whipple procedure for the pancreatic head lesions and spleen-preserving distal pancreatectomy were performed and pancreatic corpus was preserved. This case showed that multiple function-preserving procedures can be safely performed with oncological principles in patients with VHL disease. |
16. | Choroid Plexus Papilloma Tumor of the Ovary: A Case Report Merve Aldikactioglu Talmac, Yuksel Ulu, Hilal Serap Arslan, Ilkbal Temel Yuksel PMID: 11249992 PMCID: PMC39021697 doi: 10.14744/SEMB.2023.74340 Pages 237 - 240 Bu, sağ adneksiyal bölgede matür kistik teratom içinde koroid pleksus papilloma tümörü olan 19 yaşındaki hiç doğum yapmamış bir hastanın vaka raporudur. Karın ağrısı ve dispepsi şikayeti olan hastada başlangıçta sağ adneksiyal bölgede dermoid kist olarak yorumlanan 9 cm çapında solid/kistik komponentli kitle görüldü. Matür kistik teratom iyi huylu bir germ hücreli tümördür ve üreme döneminde kadınlarda sık görülür. Koroid pleksus papillomu da nadir görülen bir beyin tümörüdür. Over koroid pleksus papillomunun tanısı manyetik rezonans görüntüleme veya bilgisayarlı tomografi gibi görüntüleme testleri ile konulabilir ve tedavisi genellikle cerrahi olarak çıkarılmasıdır. İngiliz literatüründe koroid pleksus papillomlu sadece dört over teratomu olgusu bildirilmiştir ve bu beşinci vakadır. (SETB-2023-04-064) This is a case report of a 19-year-old nulligravid patient with a choroid plexus papilloma tumor in a mature cystic teratoma in the right adnexal area. The patient, who had abdominal pain and dyspepsia, showed a 9 cm diameter mass with a solid/cystic component, initially interpreted as a dermoid cyst in the right adnexal region. Mature cystic teratoma is a benign germ cell tumor and is common in women during the reproductive period. However, choroid plexus papilloma is a rare brain tumor. The diagnosis of ovarian choroid plexus papilloma can be made with imaging tests such as magnetic resonance imaging or computed tomography, and treatment is usually by surgical removal. Only four cases of ovarian teratoma with choroid plexus papilloma have been informed in the English literature, and this issue is the fifth. |
17. | Primary Classic Penile Kaposi’s Sarcoma in a Middle Age Circumcised HIV-Negative Patient: Presentation of an Unusual Case Rifat Burak Ergul, Mazhar Ortac, Senol Tonyali, Gizem Pehlivan, Sule Ozturk Sari, Ozge Hurdogan, Ates Kadioglu PMID: 39021691 PMCID: PMC11249993 doi: 10.14744/SEMB.2023.46034 Pages 241 - 243 Risk faktörü olmayan genç hastalarda penil lezyonlarının ayırıcı tanısında Kaposi sarkomu da düşünülmelidir. 37 yaşında, ek hastalığı olmayan, heteroseksüel erkek hasta üç aydır kaşıntısız ve ağrısız penil lezyon ile başvurdu. ELISA testi ile HIV 1-2 serolojisi negatifti. Lezyonun histopatolojik analizi, kısmen ülsere bir yüzeyin altında atipik iğsi hücrelerden oluşan bir tümördü. Ayrıca neoplastik hücreler içinde karıştırılmış bol miktarda plazma hücresi vardı. Hastaya HIV negatif, HHV-8 pozitif Kaposi sarkomu tanısı konuldu. Penil Kaposi sarkomu son derece nadir olmakla birlikte, penil lezyonların ayırıcı tanısında klasik Kaposi sarkomu da düşünülmelidir. (SETB-2023-01-07) Kaposi's sarcoma should be considered in the differential diagnosis in young patients with penile lesions and no risk factors. A 37-year-old heterosexual man with no other medical history applied presented with a non-itchy and painless penile lesion, for three months. The HIV 1-2 serology was negative via ELISA test. Histopathological analysis of the lesion revealed a tumor composed of atypical spindle cells, below a partially ulcerated surface. There was also an abundance of plasma cells admixed within the neoplastic cells. The patient was diagnosed as HIV-negative, HHV-8 positive Kaposi sarcoma. Although penile Kaposi sarcoma is extremely rare, classical Kaposi sarcoma should be considered in the differential diagnosis of penile lesions. |
18. | Endocarditis, Intra-cardiac Thrombus, and Pulmonary Artery Aneurysm in a Patient with Behcet's Syndrome Fatih Yildiz, Bayram Kelle, Eren Erken PMID: 39021690 PMCID: PMC11249990 doi: 10.14744/SEMB.2023.80000 Pages 244 - 248 Behçet Sendromu (BS), etiyolojisi tam bilinmeyen kronik bir vaskülittir. Arteriyel tutulum genellikle pulmoner arterde ortaya çıkar, istisnai bir durumdur, kötü bir prognostik belirteçtir, akciğerlerde ciddi komplikasyonlara neden olur ve sıklıkla nadir bir intrakardiyak trombüs ile ilişkilidir. Pulmoner arter anevrizması (PAA) ve pulmoner tromboembolizm (PTE), BS'nin komplikasyonları olabilir ve yüksek morbidite ve mortalite ile ilişkilidir. 30 yaşında erkek hastada 38,4°C ateş, tekrarlayan oral-genital ülserleri, öksürük, nefes darlığı ve balgam şikayeti vardı. Bu vaka çalışmasında anamnez, klinik ve laboratuvar tetkikleri, radyografi, ekokardiyografi ve bilgisayarlı tomografi görüntüleme tetkikleri yapıldı. PAA, PTE, intrakardiyak ve sol popliteal ven trombüs ve enfektif endokardit mevcuttu. Hastaya Uluslararası Çalışma Grubu (ISG) kriterine göre BS tanısı konuldu. Intrakardiyak trombus için cerrahi operasyon yapıldı. Histopatolojik olarak trombüs içinde vejetasyon gösterildi. Hastanın klinik durumu ve laboratuvar testleri uygulanan girişim ve medical tedavilerle düzeldi. BS, PAA, PTE, intrakardiyak trombüs ve enfektif endokarditi olan bir hasta nadir görülmesine, kötü prognoza ve yüksek morbidite ve mortalite oranlarına rağmen pulmoner embolizasyon, antibiyotikler ve sistemik immünsupresyon ile başarılı bir şekilde tedavi edilmiştir. (SETB-2023-06-096) Behçet's Syndrome (BS) is a chronic vasculitis of unknown etiology. Arterial involvement occurring in the pulmonary artery is associated with poor prognosis. It may cause pulmonary thrombus (PTE) and aneurysm (PAA) which may also lead to a rare complication, intracardiac thrombus. PAA and PTE can be complications of BS and are associated with high morbidity and mortality. A 30-year-old male patient had a fever of 38.4°C, recurrent oral-genital ulcers, shortness of breath, cough, and sputum. In this case report, medical history, clinical and laboratory examinations, radiography, echocardiography, and computer tomography imaging examinations were performed. PAA, PTE, intracardiac and left popliteal vein thrombosis, and infective endocarditis were present. The patient was diagnosed with BS according to the International Study Group criteria. Surgery was performed for intracardiac thrombus. Vegetation within the thrombus was demonstrated histopathologically. The patient's clinical condition and laboratory tests improved with intervention and medical treatments. The patient with BS, PAA, PTE, intracardiac thrombus, and infective endocarditis was successfully treated with pulmonary embolization, antibiotics, and systemic immunosuppression, despite its rarity, poor prognosis, and high morbidity and mortality rates. |
19. | Biliary Cystadenoma with High Dysplasia Detected Incidentally in a Young Patient Admitted for Percutaneous Abscess Drainage Korcan Aysun Gonen, Hadi Sasani, Sami Acar, Ender Dulundu PMID: 39021698 PMCID: PMC11249983 doi: 10.14744/SEMB.2023.45578 Pages 249 - 253 Biliyer kistadenomlar, diğer kistik karaciğer lezyonları ile örtüşen klinik ve radyolojik özelliklere sahip nadir lezyonlardır. Bu makalede, karaciğer apsesi nedeniyle tedavi gören ve uzun süredir kist hidatik tanısı ile kliniğimize sevk edilen 37 yaşında kadın hastada saptanan biliyer kistadenomu tartışmayı amaçladık. (SETB-2023-07-124) Biliary cystadenomas are uncommon lesions with clinical and radiological characteristics that overlap with other cystic liver lesions. Here, we intended to discuss a biliary cystadenoma found in a 37-year-old female patient who had been treated for a liver abscess and had been sent to our clinic with a long-term hydatid cyst diagnosis. |
20. | Redo Tricuspid and Pulmonary Valve Replacement with On-X in Renal Transplant Patient: A Case Report Osman Fehmi Beyazal, Koray Apaydin, Mehmed Yanartas, Nihan Kayalar PMID: 39021684 PMCID: PMC11249998 doi: 10.14744/SEMB.2023.33254 Pages 254 - 257 Semptomatik şiddetli triküspit yetersizliği ve pulmoner yetersizliği olan hastalarda cerrahi tedavi önerilmektedir. Böbrek nakli hastaları kalp cerrahisi açısından yüksek riskli bir hasta grubu olmasına rağmen kalp kapak ameliyatları başarıyla gerçekleştirilebilmektedir. Literatürde bu konuyla ilgili yayınlanmış sınırlı sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu nedenle, böbrek nakli yapılmadan önce triküspit ring anüloplastis (TRA) yapılan ve daha sonra başarılı bir şekilde redo triküspit kapak replasmanı (TVR) ve pulmoner kapak replasmanı (PVR) yapılan bir olguyu sunuyoruz. (SETB-2023-09-179) Surgical treatment is recommended in patients with symptomatic severe tricuspid regurgitation and pulmonary regurgitation. Although renal transplant patients are a high-risk patient group for cardiac surgery, heart valve surgeries can be performed successfully. There are a limited number of studies published on this subject in the literature. Therefore, we present a case who underwent tricuspid ring annuloplasty (TRA) before being followed up with renal transplantation and then successfully performed redo tricuspid valve replacement (TVR) and pulmonary valve replacement (PVR). |
21. | Patient Presenting with Abscess Unresponsive to Treatment and Progressive to Osteomyelitis: A Rare Cause Burkholderia mallei Fatma Tugba Cetin, Ozlem Ozgur Gundeslioglu, Emel Bakanoglu, Ummuhan Cay, Derya Alabaz, Hale Gumus, Filiz Kibar, Bugra Kundakci PMID: 39021687 PMCID: PMC11249987 doi: 10.14744/SEMB.2023.70194 Pages 258 - 261 Ruam, Burkholderia mallei'nin (B. mallei) neden olduğu nadir görülen zoonotik bir hastalıktır. B. mallei, insanlarda pnömoni, apse, ciddi vakalarda osteomiyelit, sepsis ve hatta ölüme neden olabilir. Bu raporda kırsal kesimde yaşayan ve ruam tanısı alan 15 yaşında erkek hasta sunulmaktadır. Daha önce herhangi bir hastalığı olmayan hasta, öksürük ve karın ağrısı şikayetleri ile başvurduğu hastanede pnömoni tanısı ile takip edilirken; bacağında ağrı, kızarıklık ve şişlik gelişmesi ile bize başvurdu. Hastanın alt ekstremite manyetik rezonans görüntülemesinde sağ ayak 4. ve 5. metatarslarda osteomiyelit saptandı. Apse kültüründe B. mallei üremesi saptandı. Hastaya meropenem tedavisi başlandı. Hastanın semptomları tedavi ile geriledi. Hasta B. mallei eradikasyonu için oral siprofloksasin ile taburcu edildi. Ruam hastalığı genellikle enfekte hayvanlarla, özellikle at gibi tek tırnaklı hayvanlarla doğrudan temas yoluyla veya B. mallei içeren aerosolün solunması yoluyla bulaşır. Pnömoni ve apseye neden olan ve ağır vakalarda yaşamı tehdit edebilen nadir bir hastalıktır. İlk belirtiler spesifik olmadığı için ruam teşhisi zordur. B. mallei'nin kültürde izolasyonu ruam tanısında altın standarttır. Ruam tedavisinde net bir öneri yoktur ve antibiyotik duyarlılık testine göre imipenem, meropenem, seftazidim kullanılabilir. (SETB-2023-07-115) Glanders is a rare zoonotic disease caused by Burkholderia mallei (B. mallei). B. mallei can cause pneumonia, abscesses, osteomyelitis in severe cases, sepsis, and even death in humans. In this report, we present a 15-year-old male patient living in a rural area who was diagnosed with glanders. The patient, who did not have any previous disease, was followed up with a diagnosis of pneumonia in the hospital, where he was admitted with complaints of cough and abdominal pain and presented to us with pain, redness, and swelling in his leg. Magnetic resonance imaging of the lower extremity revealed osteomyelitis in the fourth and fifth metatarsals of the right foot. B. mallei growth was detected in the abscess culture. Meropenem treatment was started. The patient's symptoms regressed with treatment. The patient was discharged with oral ciprofloxacin for B. mallei eradication. Glanders are usually transmitted through direct contact with infected animals, especially single-hoofed animals such as horses, or through inhalation of aerosol containing B. mallei. It is a rare disease causing pneumonia and abscesses and can be life-threatening in severe cases. Diagnosis of glanders is difficult because the initial symptoms are non-specific. Isolation of B. mallei in culture is the gold standard for diagnosing the disease. There is no clear recommendation for treating glanders and imipenem; meropenem ceftazidime can be used based on antibiotic susceptibility tests. |