DERLEME | |
1. | Recent Developments of Intraoperative Neuromonitoring in Thyroidectomy Recent Developments of Intraoperative Neuromonitoring in Thyroidectomy Nurcihan Aygun, Mehmet Kostek, Adnan Isgor, Mehmet UludagPMID: 34712067 PMCID: PMC8526228 doi: 10.14744/SEMB.2021.26675 Sayfalar 273 - 285 Günümüzde tiroidektomide yüzey elektrotlu endotrakeal tüp ile intraoperatif sinir monitorizasyonu (IONM) standart yöntem olup, aralıklı (I-IONM) veya sürekli IONM (C-IONM) şeklinde uygulanabilmektedir. I-IONM’nin tiroidektomiye olan değerli katkısına rağmen kayıt elektrotları veya uyarı probu ile ilgili bazı sınırlılıkları bulnmaktadır. IONM’nin sınırlılıklarını aşabilmak ve yöntemi geliştirmek için yeni yaklaşımlar dikkat çekmektedir. Yüzey elektrotlu endotrakeal tüp ile IONM’de teknik problemlerin büyük bölümü, tüp elektrotlarının vokal kordlara uygun temas etmemesi ile ilgilidir. Günümüzde farklı kayıt elektrotlarının etkinliği araştırılmaktadır. Bu kayıt elektrotları tiroaritenoid veya posterior krikoaritenoid kasa uygulanan iğne elektrotlar, posterior krikoaritenoid kas yüzey elektrotları, trakeal kartilaja uygulanan iğne veya adheziv yüzey elektrotlar ve cilde uygulanan adesiv veya iğne elektrotlar gibi farklı tipte olup, bunlar da endotrakeal tüp elektrotları gibi güvenli EMG kaydı yapabilmektedirler. İğne elektrotları invaziv olmasına rağmen tüp elektrotlardan daha yüksek EMG amplitüdü kaydederler. Adheziv yüzey elektrotları ile amplitüd değerleri genelde tüp elektrottan daha düşük olmakla birlikte güvenilir EMG kaydı yapılabilmektedir. Bu farklı tip elektrotlar tüp elektrotlara göre trakeal manipülasyondan daha az etkilenmekte ve amplitüd değişimleri daha azdır. C-IONM’de vagus çepeçevre diseke edilerek vagusa ek bir uyarı probu uygulanmaktadır. Son zamanlarda vagusa prob uygulamadan trakeabronşial ağacı yabancı cisimlerin aspirasyonundan koruyan istemsiz, primitive bir beyin sapı refleksi olan laringeal adductor reflex (LAR) arkının duyu, merkezi ve motor bileşenlerini kullanan sürekli monitorizasyon yöntemi olan sürekli LAR-CIONM yöntemi klinik olarak uygulanmaya başlanmıştır. LAR’ın afferent yolu superior laringeal sinirin internal dalı ile laryngeal mukozadan beyin sapına ulaşıp, eferent yolu RLN yoluyla larinkse ulaşmaktadır. LAR aktivasyonunun toplam sonucu bilateral vokal kord adduksiyonu ile laringeal girişin kapanmasıdır. LAR-CIONM’de yüzey elektrotlu endotrakeal tüpün bir tarafındaki elektrottan uyarı verilerek, LAR’ın operasyon tarafındaki vokal kordun amplitude cevabı takip edilmektedir. Son zamanlarda disektör veya enerji cihazlarına uygulanan uyarı probu kabloları ile I-IONM ile diseksiyon sırasında gerçek zamanlı EMG cevabı sağlanabileceği bildirilmiştir. (SETB-2021-08-236) |
ORIJINAL ARAŞTIRMA | |
2. | Tersiyer Referans Bir Endokrin Cerrahi Merkezinde 2020’de Covid-19 Pandemisinin Yıllık Tiroid, Paratiroid ve Adrenal Cerrahi Hacimine Etkisi Impact of the Coronavirus Disease Pandemic on the Annual Thyroid, Parathyroid, and Adrenal Surgery Volume in a Tertiary Referral Endocrine Surgery Center in 2020 Fatih Tunca, Yalin Iscan, Ismail Cem Sormaz, Nihat Aksakal, Yasemin SenyurekPMID: 34712068 PMCID: PMC8526220 doi: 10.14744/SEMB.2021.64920 Sayfalar 286 - 293 Amaç: Bu çalışmanın amacı COVID-19 pandemisinin endokrin cerrahi hacimleri üzerindeki etkisini değerlendirmektir. Metod: 2020 yılında pandemi nedeniyle ülkemizde periyodik olarak cerrahi kısıtlamalar getirilmiştir. Cerrahi kısıtlamaların endokrin cerrahi hacimine etkisini araştırmak için İstanbul Tıp Fakültesi Endokrin Cerrahisi Bölümünde 2019 ve 2020 yıllarındaki endokrin cerrahi hacimleri karşılaştırıldı. Bulgular: 2020 yılında 2019 yılına göre tiroid, paratiroid ve adrenal cerrahi hacminde sırasıyla %20, %54,5 ve %40 azalma saptandı. 2020’de benign nodüler guatr nedeniyle tiroidektomi ve paratiroidektomi hacimleri anlamlı olarak azalırken, adrenal cerrahi hacminde 2019'a göre anlamlı bir fark gözlenmedi. Yıllık tiroid kanseri ve adrenokortikal kanser cerrahisi hacminde iki sene arasında anlamlı bir fark saptanmadı. Tartışma: COVID-19 salgını esnasındaki cerrahi kısıtlamalar, yıllık benign guatr nedeni ile tiroidektomi ve paratiroidektomi hacminde anlamlı bir azalmaya yol açarken, tiroid kanseri ve adrenal cerrahisi hacimleri üzerine anlamlı bir etkisi saptanmadı. (SETB-2021-06-191) |
3. | Rekürren laringeal sinirin en sık anatomik varyasyonu: Ekstralaringeal dallanma The Most Common Anatomical Variation of Recurrent Laryngeal Nerve: Extralaryngeal Branching Mehmet Kostek, Ozan Caliskan, Ceylan Yanar, Yasin Cakir, Mehmet UludagPMID: 34712069 PMCID: PMC8526224 doi: 10.14744/SEMB.2021.93609 Sayfalar 294 - 303 Giriş: Rekürren laringeal sinirin (RLN) ekstralaringeal dallaması sıktır. Çalışmalarda intraoperatif sinir monitörizasyonunun (İONM) ekstralaringeal sinir dallanmasının saptanma oranını arttırdığı bildirilmiştir. Biz de İONM klavuzluğunda tiroidektomi uygulanan hastalardaki ekstralaringeal dallanma özelliklerini ve diğer anatomik varyasyonlarla ilişkisini değerlendirmeyi amaçladık. Gereç-Yöntem: Ocak 2016-Aralık 2019 tarihleri arasında İONM kılavuzluğunda tiroidektomi uygulanan ve RLN trasesinin larinkse girişine kadar ortaya koyulduğu risk altındaki sinirler çalışmaya alındı. RLN’nin larinkse girmeden 5 mm ve öncesinde dallanması ekstralaringeal dallanma olarak kabul edildi. RLN’nin Berry bölgesinde vasküler bir yapı veya Berry ligamanı lifleri ile posteriorundan tuzaklanması ve RLN-ITA ilişkisi değerlendirildi. Bulgular: Yaş ortalaması 49,1±13,4 (18-89) olan 696 hastada (536K, 160E) 1127 boyun tarafı değerlendirildi. Sinir dallanması oranı %35.3 olup, kadınlarda erkeklerden daha yüksekti (sırasıyla %38.2% ve %25.8, p<0.0001). Ekstralaringeal dallanan 398 sinirin 368’i (%92.5) 2 dal, 27’si (%6.8) 3 dal, 3’ü (%0.7) 4 daldı. RLN’nin ITA’yı anterior ve dallar arasından çaprazlama oranları dallanmamış sinirlere göre daha yüksek (sırası ile %47.7 ve %44.4, %12.8 ve %7.6), posteriorundan çaprazlaması (sırası ile %38.5 ve %48) daha düşüktü (p=0.001). RLN’nin Berry bölgesinde tuzaklanması dallanmış sinirlerde daha yüksekti (%25.9 vs %17.5; p=0.001). Berry tuzaklaması sağ tarafta sola göre hem dallanmış sinirlerde (%31.5 ve %19.4, p=0.008) hem dallanmamış (nonbranching) sinirlerde (%20.6 ve %14.4) daha yüksekti. Sonuç: RLN’nin ekstralaringeal dallanması nadir olmayıp, genellikle 2 daldır. Kadınlarda dallanma oranı erkeklerden daha fazladır. Dallanmış sinirlerde ITA anteriorundan ve dallar arasından geçme oranı daha yüksek, dallanmamış sinirlerde ise posteriordan seyir daha sıktır. Dallanmış sinirlerde Berry bölgesinde sinirin tuzaklanma olasılığı daha yüksektir. Hem dallanmış, hem de dallanmamış sinirlerde sağ tarafta Berry bölgesinde tuzaklama daha fazladır. Ekstralaringeal dallanma, RLN arter ilişkisi ve Berry bölgesinde tuzaklanma sık görülen ve değişken olabilen anatomik varyasyonlar olup preoperatif öngörülemez. RLN’nin ITA düzeyinde bulunup larinks girişine kadar takip edilmesi ile ekstralaringeal dalların büyük bölümü ve diğer anatomik varyasyonlarla ilişkisi saptanabilir. (SETB-2021-05-155) |
4. | Endemik Bir Bölgede Transoral Endoskopik Tiroidektomi Vestibüler Yaklaşım (TOETVA) İçin Hasta Uygunluğu Patient Eligibility for Transoral Endoscopic Thyroidectomy Vestibular Approach in an Endemic Region Ozgun Cevdet Kose, Yigit Turk, Murat Ozdemir, Ozer Makay, Recep Gokhan IcozPMID: 34712070 PMCID: PMC8526231 doi: 10.14744/SEMB.2021.87160 Sayfalar 304 - 309 Amaç: Vestibüler yaklaşımlı transoral endoskopik tiroidektomi (TOETVA), vücudun doğal açıklıkları kullanılarak tiroidektomi yapılmasını sağlayan izsiz bir yöntemdir. TOETVA yapan cerrahlar arasında bile yaygın olan inanç, bu ameliyatın tiroidektomi uygulanan hasta grubu içerisinde küçük bir yüzdeyi kapsadığı yönündedir. Bu çalışma ile şu anda kabul gören dışlama kriterlerine dayanarak, endemik bir bölgede tiroidektomi uygulanmış olan hastaların aslında yüzde kaçının TOETVA’ya uygun olduğunu belirlemeyi amaçladık. Yöntem: Ocak 2017-Aralık 2019 yılları arasında, kliniğimizde tiroid patolojisi nedeni ile cerrahi uygulanan 1197 ardışık hasta geriye dönük olarak incelendi. Güncel dışlanma kriterlerine göre preoperatif değerlendirmelerinde; boyun cerrahisi geçirmemiş, tiroid bezi uzun çapı 10 cm’den küçük, tiroid bezi hacmi 45 ml’den az, malign nodül çapı 2 cm’den küçük, benign nodül çapı 4 cm’den küçük, retrosternal uzanımı olmayan, radyoterapi öyküsü olmayan ve lenf nodu diseksiyonu uygulanmamış hastalar TOETVA prosedürüne uygun görülerek çalışmaya dahil edildi. Bulgular: Kriterlere göre 513 hasta (%42,8) TOETVA yaklaşımı için uygun bulundu. Hastaların 421 (%82)’i kadın ve 92 (%18)’si erkek idi. Ortalama yaş 46.2 ± 13.2 idi. Bu hastaların; 192 (%37) kadarı benign nedenlerle, 321 (%63)’si ise malignite veya malignite şüphesi sebebiyle ameliyat edildi. Benign hastalarda ortalama nodül boyu 1,9 cm, ortalama tiroid hacmi 23,8 ml idi. Malign hastalarda ise ortalama nodül boyu 1,7 cm, ortalama tiroid hacmi 21,8 ml idi. Hastalardan 462’sine (%90.1) total tiroidektomi, 51’ine (%9.9) ise hemitiroidektomi uygulandı. Bu tarihler arasında 29 hastaya TOETVA uygulanırken 4 hastaya ise bilateral aksiller meme yaklaşımlı (BABA) tiroidektomi ameliyatı uygulandı. Hastaların kesin patoloji sonuçları irdelendiğinde; 301 (%58,7) hastada papiller tiroid karsinomu, 192 (%37,4) hastada benign patolojiler, 20 (%3,9) hastada da diğer patolojiler saptandı (tiroidin folliküler karsinomu, Hürthle hücreli neoplazi, az diferansiye karsinom… vb.). Sonuç: Her ne kadar ‘hasta isteği’ gibi bir faktör çalışmaya dahil edilemese de TOETVA’ya uygun hasta havuzu sanılanın aksine daha geniştir. Kozmetik kaygıların giderek önem kazandığı günümüzde, güvenilirlik bakımından etkin olan TOETVA yönteminin, yaygınlaşmaya devam edeceğini ve yakında rutin cerrahi asistan eğitimi içerisinde de yerini alacağını düşünmekteyiz. (SETB-2021-05-145) |
5. | Diferansiye tiroid kanserinde santral boyun diseksiyonunun komplikasyonlar üzerine etkisi Effects of Central Neck Dissection on Complications in Differentiated Thyroid Cancer Mehmet Taner Unlu, Nurcihan Aygun, Zeynep Gul Demircioglu, Adnan Isgor, Mehmet UludagPMID: 34712071 PMCID: PMC8526218 doi: 10.14744/SEMB.2021.80588 Sayfalar 310 - 317 Amaç: Total tiroidektomi (TT)’ye ek olarak santral boyun diseksiyonu (SBD) uygulanmasının komplikasyon riskini arttırıp arttırmadığı halen tartışmalıdır. Bu çalışmada diferansiye tiroid kanseri (DTK)’de TT’ye göre SBD’nin komplikasyon gelişimi üzerine etkisini değerlendirmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: DTK nedeni ile opere edilen yaş ortalaması 48,73+14.78 (17-82) olan 186 hastanın (136 kadın, 50 erkek) verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar TT(Grup 1) ve SBD+TT/tamamlayıcı tiroidektomi+lateral boyun diseksiyonu(Grup 2) yapılanlar olarak 2 gruba ayrıldı. Grupların komplikasyon oranları karşılaştırıldı ve komplikasyonlar üzerine etkili risk faktörleri değerlendirildi. Bulgular: Grup 1’de 117 (91 K, 26 E), grup 2’de 69 (45 K, 24 E) hasta vardı. Grup 2’de grup 1’den sırası ile paratiroid ototransplantasyonu %42, %6 (p=0.000), istenmeyen paratiroidektomi %37.7, %9.4 (p=0.000) anlamlı olarak yüksekti. Grup 2’de grup 1’den toplam postoperatif hipoparatiroidizm (sırası ile %58 vs %21.4; p=0.000), geçici hipoparatiroidizm (sırası ile %52.2 vs %20.5; p=0.000) anlamlı olarak daha yüksek, kalıcı hipoparatiroidizm oranları istatistik olarak anlamlı değildi (sırası ile %5.8 vs %0.9; p=0.064) (Tablo 2). Multinominal lojistik regresyon analizinde sadece SBD hem total hem geçici hipoparatiroidizm artışı için bağımsız risk faktörü olarak saptandı. SBD’nin total hipoparatirtoidizm için relatif riski (RR): 5.2 (odd ratio (OR): 0.192); p=0.007, geçici hipoparatiroidizm,çin RR 3.5 kat (OR: 0.285); p=0.036) daha yüksekti. Risk altındaki sinir sayısına göre 119 boyun tarafına SBD, 253 boyun tarafına sadece tiroidektomi uygulandı. SBD uygulananlarda sadece tiroidektomi uygulananlara göre total vokal kord paralizisi (VKP) oranı (sırası ile 9 (%7.6) vs 6 (%2.4); p=0.017), geçici VKP oranı (sırası ile 7 (%6) vs 4 (%1.6); p=0.021) anlamlı olarak yüksekti. Multinominal lojistik regresyon analizinde sadece SBD yapılması total VCP için bağımsız risk faktörü olup, total VKP RR’yi yaklaşık 5.34 kat (OR: 0.184; p=0.007) arttırmaktadır. Sonuç: Sonuç olarak total tiroidektomiye göre SBD kalıcı hipoparatiroidizm ve VKP oranlarını arttırmadan uygulanabilmesine rağmen, total ve geçici hipoparatiroidi, total ve geçici VKP riskini arttıran bir girişimdir. SBD yapılan hastalar geçici hipoparatiroidi açısından dikkatli takip edilmelidirler. (SETB-2021-07-202) |
6. | Retrosternal Tiroid ve Mediastinal Paratiroid Patolojilerinde Split Sternotomi Split Sternotomy in Retrosternal Thyroid and Mediastinal Parathyroid Pathologies Selda Gucek Haciyanli, Serkan Karaisli, Nihan Acar, Bortecin Eygi, Mehmet HaciyanliPMID: 34712072 PMCID: PMC8526232 doi: 10.14744/SEMB.2021.76401 Sayfalar 318 - 324 Amaç: Mediastinal yerleşimli tiroid ve paratiroid patolojilerinde genellikle servikal kesiler yeterli olsa da bazen mediastinal yaklaşımlara ihtiyaç duyulmaktadır. Son yıllarda median sternotomi yerine daha az invaziv yöntemler kullanılmaktadır. Bu çalışmada, kliniğimizde retrosternal guatr (RG) ve mediastinal paratiroid patolojisi nedeniyle split sternotomi yapılan hastalarda kesinin yeterliliği ve morbidite araştırıldı. Yöntem: Ocak 2010- Ocak 2021 tarihleri arasında kliniğimizde retrosternal tiroid patolojisi veya mediastinal ektopik paratiroid adenomu nedeniyle servikal kesiye ek olarak ya da ayrı vertikal kesi ile sternal çentikten üçüncü interkostal aralığa uzanan split sternotomi uygulanan hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Operatif başarı, split sternotominin sağladığı ekspojur ve komplikasyon oranları incelendi. Bulgular: Çalışmaya split sternotomi uygulanan 12 hasta dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 57,25±12,62 (44-83) olarak hesaplandı. Hastaların 8’i (%66,7) kadın, 4'ü (%33,3) ise erkekti. Ameliyat endikasyonu 3 (%25) hastada multinodüler guatr (MNG), 3 (%25) hastada nüks MNG, 3 (%25) hastada hiperparatiroidi ve 3 (%25) hastada tiroid kanseriydi. Ameliyat sonrası 6 (%50) hastada geçici hipokalsemi ve 1 (%8,3) hastada geçici unilateral vokal kord paralizisi gelişmiş olup, ortalama 3 haftalık sürede tüm komplikasyonlar spontan düzeldi. Yine hiçbir hastada medyan sternotomi gerekmedi. Sonuç: Split sternotomi servikal yaklaşımla eksize edilemeyen RG ve mediastinal paratiroid patolojilerinde ameliyatın başarısı için yeterli ve uygulanabilir bir yöntemdir. (SETB-2021-05-136) |
7. | Adrenal Bez Cerrahisinde Kitlenin Hormon Aktif Olması Cerrahiyi Zorlaştırır mı? Hormonally Active Adrenal tumors; Challenges and Outcomes for Different Surgical Approaches Husnu Aydin, Ahmet Cem Dural, Nuri Alper Sahbaz, Sezer Bulut, Deniz Guzey, Cevher Akarsu, Evin Bozkur, Mehmet KarabulutPMID: 34712073 PMCID: PMC8526223 doi: 10.14744/SEMB.2021.13845 Sayfalar 325 - 332 Amaç: Hormon aktif ve fonksiyonel olmayan adrenal kitlelerde farklı cerrahi yaklaşımların intraoperatif ve kısa dönem sonuçlarını karşılaştırmak. Yöntem: 2012-2020 yılları arasında kliniğimizde adrenal bez cerrahisi geçiren 206 hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Hastalara ait ameliyat öncesi poliklinik kayıtları, görüntüleme yöntemleri, laboratuvar sonuçları ve ameliyat kayıtları, ameliyat süreleri, kanama miktarı, hastanede kalış süresi, komplikasyonlar değerlendirildi. Hastalar, non-fonksiyonel kitlesi olanlar (n=80) ve hormon-aktif kitlesi olanlar (n=126) şeklinde 2 gruba ayrıldı. Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 56,5 (19-83) olup %77,2’si kadındı. İki grup arasında demografik bulgular benzerdi. Kitle boyutları fonksiyonel kitlelerde daha büyük olup (p=0,311), feokromositoma alt grubunda fark daha belirgindi (p=0,088). Her iki grupta açık cerrahiye geçiş oranı benzer olup (0,959), robotik olgularda laparoskopi veya konvansiyonel açık cerrahiye geçiş yapılmadı. İki grup arasında, ameliyat süresi (p=0,669), ortalama kan kaybı miktarı (p=0,834) ve ortalama hastanede kalış süresi de benzerdi (p=0,195). Hormon aktif grupta yer alan hastaların alt grup analizlerine bakıldığında; Conn, Cushing ve Feokromositoma nedeniyle ameliyat edilen hastalar arasında ameliyat süresi ve tahmini kan kaybı açısından fark saptanmazken (p=0,086 ve p=0,099; sırasıyla), hastanede yatış süresi Cushing’li hastalarda daha uzun olarak bulundu (p=0,001). Sonuç: Hormon aktif adrenal kitlelerin cerrahi sonuçları non-fonksiyonel kitlelerle benzer olarak bulunmuştur. Kitlenin hormonal durumunun cerrahi prosedürün zorluk derecesini değiştirmediği düşünülmekle birlikte robotik yaklaşımın bu kitlelerde manipülasyonu kolaylaştırmak için tercih edilmesi düşünülmelidir. (SETB-2021-05-147) |
8. | Yetişkin populasyonda adrenal morfometri ve adrenal bez hacmi ile bel çevresi arasındaki ilişkinin MDBT ile değerlendirilmesi Evaluation of Normal Adrenal Gland Volume and Morphometry and Relationship with Waist Circumference in an Adult Population Using Multidetector Computed Tomography Enes Gurun, Mustafa Kaya, Kubra Hasimoglu GurunPMID: 34712074 PMCID: PMC8526233 doi: 10.14744/SEMB.2021.96462 Sayfalar 333 - 338 Amaç: Bu çalışmanın amacı, adrenal bezlerin sağ, sol, toplam hacim, şeklinin normal değer aralığını belirlemek ve adrenal bez hacmi ile cinsiyet, yaş, boy, kilo, vücut kitle indeksi (VKİ), bel çevresi arasındaki ilişkiyi multi dedektör bilgisayarlı tomografi (MDBT) ile değerlendirmektir. Yöntem: Çalışmaya 56'sı erkek ve 59'u kadın olmak üzere 115 MDBT taraması dahil edildi. Adrenal bez hacmini ölçmek için adrenal bezin konturları yarı otomatik olarak çizildi. Daha sonra her bir kesitteki alan otomatik toplanarak hacimler ölçüldü. Tekrarlanan ölçümlerde gözlemci güvenilirliğini analiz etmek için %95 güven aralığı ile sınıf içi korelasyon katsayısı testi kullanıldı. Katılımcının yaşı, cinsiyeti, kilosu, boyu, VKİ'si ve bel çevresi kaydedildi. P değerinin 0.05'ten düşük olması istatistiksel açıdan anlamlı kabul edildi. Bulgular: Katılımcıların ortalama yaşı 49.5 ± 17.7 (19-81) dir. Ortalama sağ adrenal bez hacmi, sol adrenal bez hacmi ve toplam adrenal bez hacmi sırasıyla 3.47 ± 1.33, 4.77 ± 1.33 ve 8.25 ± 2.74 cm3 olarak hesaplandı. Tüm ölçümler için sınıf içi korelasyon katsayı değerleri > 0.80–0.90 idi ve bu mükemmel uyumu gösteriyordu. Sol adrenal bez hacmi, sağ adrenal bez hacminden daha yüksek olarak ölçüldü. Adrenal bez hacimleri ile VKİ ve bel çevresi arasında orta derecede pozitif korelasyonu gözlendi. Sonuç: Obezitenin göstergesi olan VKİ ve bel çevresindeki artış, adrenal bez hacimlerindeki artışla ilişkili olup, bu bulgu obezitedeki muhtemel hipotalamik-hipofiz-adrenal aks fizyopatolojisinin aydınlatılmasına katkıda bulunabilir. (SETB-2021-05-140) |
9. | The Differences Between the Right and Left Side Laparoscopic Donor Nephrectomy Outcomes: A Comparative Analysis of Single-Center Outcomes The Differences Between the Right and Left Side Laparoscopic Donor Nephrectomy Outcomes: A Comparative Analysis of Single-Center Outcomes Kadir Omur Gunseren, Mehmet Cagatay Cicek, Yavuz Mert Aydın, Cagdas Gokhun Ozmerdiven, Ismet YavascaogluPMID: 34712075 PMCID: PMC8526235 doi: 10.14744/SEMB.2021.82085 Sayfalar 339 - 343 Amaç: Bu çalışma, tek bir merkezin sağ ve sol taraf laparoskopik donör nefrektomi (LDN) sonuçlarını karşılaştırmayı amaçlamaktadır. Gereç ve Yöntemler: 2008-2020 yılları arasında kliniğimizde LDN uygulanan hastaların sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. Verici böbreğin tarafına göre iki grup oluşturuldu. Gruplar arasında cinsiyet, yaş, vücut kitle indeksi, ameliyat süresi, kanama miktarı, sıcak iskemi süresi, dren çekilme süresi, hastanede kalış süresi ve komplikasyonlar karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışmaya toplam 314 hasta dahil edildi. Altmış altı hastaya sağ LDN ve 248 hastaya sol LDN uygulanmıştı. Gruplar arasında yaş, operasyon süresi, kanama miktarı, sıcak iskemi süresi ve komplikasyonlar açısından fark yoktu (p>0.05). Bununla birlikte dren çekilme süresi ve hastanede kalış süresi sol LDN grubunda daha uzun bulundu (p<0.05). Sonuçlar: Sağ LDN, sol LDN ile benzer intraoperatif sonuçlara sahiptir. Bununla birlikte sol LDN sırasında lenfatik yapıların disseksiyonunun titizlikle yapılmaması, şilöz drenaj ve uzamış hastanede kalış süresine neden olabilir. (SETB-2021-01-020) |
10. | Pulmoner Hamartom Akciğer Kanseri Riskini Artırır mı? 38 Pulmoner Hamartom Olgusunun Sonuçları Does Pulmonary Hamartoma Increase the Risk of Lung Cancer? Outcomes of 38 Pulmonary Hamartoma Cases Volkan Erdogu, Ece Yasemin Emetli, Ali Cevat Kutluk, Selin Onay, Aysegul Ciftci, Salih Bilen, Semih Erduhan, Nisa Yildiz, Hasan Akin, Muzaffer MetinPMID: 34712076 PMCID: PMC8526217 doi: 10.14744/SEMB.2020.06936 Sayfalar 344 - 348 Amaç: Hamartomlar akciğerin sık görülen iyi huylu tümörleridir. Nadiren, teşhis sırasında veya takip sırasında akciğer kanseri görülebilir. Yöntem: 2016-2019 yılları arasında ameliyat edilen ve akciğer hamartomu tanısı alan 38 hasta klinikopatolojik özellikleri açısından retrospektif olarak incelendi. Olgular yaş, cinsiyet, radyolojik bulgular, nodüllerin lokalizasyonu, cerrahi yöntemler ve akciğer kanseri insidansına göre analiz edildi. Sonuçlar: Ortalama yaş 50.2 ± 11.1 (dağılım 28-76) idi. 23 erkek (%60.5) ve 15 kadın (%39.5) hasta vardı. Ortalama çap 2.7 ± 1.8 (dağılım 0.8-10 cm) idi. 28 hastada hamartom çapı <3 cm (%73,6) idi. 18 olguda (%47.4) hamartom lokalizasyonu üst lobdaydı. 6 olgu (%15.8) hamartom santral yerleşimliydi. 10 olguda (%26.3) multiple nodül tespit edildi. Tanı anında 4 olguda (%10.5) akciğer kanseri ve hamartom birlikte görüldü. 29 olguya (%76.3) video yardımlı torakoskopik cerrahi (VATS) uygulandı. Cerrahi yöntem olarak, 4 olguda (%10.5) enükleasyon, 28 olguda (%73.7) wedge rezeksiyonu ve 6 olguda (% 15.8) lobektomi yapıldı. Ameliyat sonrası erken dönem takiplerde mortalite görülmedi. Sonuç: Pulmoner hamartomlar sıklıkla benign radyolojik bulguları olan soliter pulmoner nodüller olarak görülür. VATS wedge rezeksiyon, tanı ve tedavide güvenle kullanılabilecek bir yöntemdir. Hamartomlar tanı veya takip sırasında akciğer kanseri ile birliktelik gösterebilir, bu nedenle hamartom teşhisi konan hastalarda görülen farklı bir nodülün akciğer kanseri ile ilişkili olabileceği akılda tutulmalıdır. (SETB-2020-06-097) |
11. | Farklı Lokasyonlardaki Kompleks Kafa Derisi Defektlerinin Rekonstrüksiyonu: Bulmaca için Öneriler Reconstruction of Complex Scalp Defects in Different Locations: Suggestions for Puzzle Soysal Bas, Cagatay Oner, Hikmet Ihsan Eren, Semra Hacikerim Karsidag, Adem YilmazPMID: 34712077 PMCID: PMC8526234 doi: 10.14744/SEMB.2020.98475 Sayfalar 349 - 358 Amaç: Travma, radyoterapi, onkolojik rezeksiyon ve tekrarlayan ameliyatlar sonrasında saçlı deri defektleri ortaya çıkabilir. Saçlı kafa derisinin iki rolü vardır, bu da kalvaryumu korumak ve estetik görünüme katkıda bulunmaktır. "Rekonstrüktif merdiven" yaklaşımı küçük ve orta büyüklükteki kafa derisi kusurlarını kapatmak için kullanılabilirken, kalvaryumu içeren daha büyük olanlar veya radyasyon tedavisi geçmişi için geçerli değildir. Bu çalışmanın amacı, karmaşık kafa derisi defektleri nedeniyle ameliyat edilen vakaları sunmak, komplikasyonları analiz etmek ve rekonstrüksiyon seçimini tartışmaktır. Gereç ve Yöntemler: Çalışma, Aralık 2017 ile Ağustos 2019 tarihleri arasında karmaşık kafa derisi defekti nedeniyle opere edilen 14 hastadan oluşmaktadır. Hastalar yaş, cinsiyet, etiyoloji, radyasyon tedavisi öyküsü, defekt boyutu ve yeri, rekonstrüksiyon aşamaları, kraniyoplasti ve duraplasti seçenekleri, serbest flep tipi, alıcı arter, ven greft gereksinimi ve komplikasyon açısından değerlendirilmiştir. Bulgular: On bir erkek ve üç kadından oluşan hastaların yaş ortalaması 56,7 idi. Skalp defektlerinin etiyolojisi bazoskuamöz karsinom, skuamöz hücreli karsinom, dev bazal hücreli karsinom, anjiyosarkom, atipik menenjiyom, glioblastoma multiforme ve anaplastik oligodendrogliomu içermekte idi. Defektler dokuz vakada tam kalınlıkta kalvaryum ve beş vakada perikranyumu içeriyordu. Kranioplastiler kaburga grefti (n = 1), kemik grefti (n = 1) ve titanyum meş (n = 7) ile yapıldı. Rekonstrüksiyon için kullanılan serbest flepler; muskulokutanöz latissimus dorsi (n = 4), latissimus dorsi kas (n = 3), anterolateral uyluk (n = 4), muskulokutanöz anterolateral uyluk (n = 1), vastus lateralis kas (n = 1) ve rektus abdominis kas flebi (n = 1) idi. Flep kaybı gözlenmedi. Hastaların dördünde komplikasyon oluştu, bunlar kısmi greft kaybı, yara ayrılması, seroma ve tatmin edici olmayan estetik sonuç idi. Sonuç: Kompleks skalp defektlerinin rekonstrüksiyonu için lokal flepler yerine serbest doku transferleri seçilmelidir, çünkü lokal fleplerin başarısızlığı çok daha büyük kusurlar ve daha kötü sonuçlar yaratabilir. Düzgün rekonstrüksiyon için birçok seçenek vardır ve her vakanın komorbid koşullarını hesaba katarak uygun olanı seçmek önemlidir. (SETB-2020-10-199) |
12. | Acil Serviste Yatak Başı Geçici Transvenöz Kalp Pili Takılması: Tek Merkez Deneyimi Bedside Temporary Transvenous Pacemaker Insertion in the Emergency Department: A Single-Center Experience Bihter Senturk, Servan Kucuk, Sevilay Vural, Erdal Demirtas, Figen CoskunPMID: 34712078 PMCID: PMC8526238 doi: 10.14744/SEMB.2021.86836 Sayfalar 359 - 365 Amaç: Geçici transvenöz pacemaker (GTPM) takılması, acil serviste (AS) uygulanan hayat kurtarıcı müdahalelerden biridir. Bu çalışmanın amacı, acil serviste hemodinamik açıdan stabil olmayan bradiaritmi nedeniyle GTPM takılan hastaların demografik, klinik özelliklerini ve hastane içi sonuçlarını belirlemekti. Yöntem: Çalışmamıza Ocak 2014 ve Ekim 2019 tarihleri arasında, ASʼde yatak başı GTPM takılan ardışık 234 hasta dahil edildi. Hastaların etiyolojik özellikleri, elektrokardiyografi (EKG) bulguları, kalıcı pacemaker (KPM) gereksinimleri ve hastane içi mortalite geriye dönük olarak incelendi. Bulgular: Stabil olmayan bradiaritmilerin en sık etiyolojisi ekstrinsik nedenlerdi (%57,6). Ekstrinsik etyolojilerin çoğunluğu ilaç tedavisiyle ilişkili faktörlerdi (%60,7). Bradiaritmi, ekstrinsik nedenler ortadan kaldırıldıktan sonra hastaların %60'ında devam etti. En sık EKG bulgusu yüksek dereceli atrioventriküler bloktu (%62). Hastaların %44ʼüne KPM implante edildi. Hastane içi mortalite oranı %19,7 idi. Çok değişkenli regresyon analizinde sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu (LVEF) ve başvuru anında ölçülen diyastolik kan basıncı (DKB) (p<0,001; p<0,001, sırayla) hastane içi mortalitenin bağımsız öngörücüleri olarak belirlendi. Sonuç: Acil serviste ilk tanı ve müdahale stabil olmayan bradiaritmili hastalar için büyük önem taşımaktadır. Acil serviste mümkün olan en hızlı şekilde GTPM takılması özellikle düşük LVEF’li ve düşük DBP'li hastalarda hayati organların hipoperfüzyonuna maruz kalma süresini azaltarak mortaliteyi azaltabilir. Ayrıca, potansiyel olarak dış faktörlere bağlı olarak ortaya çıktığı düşünülen bradiaritmilerde de altta yatan bir latent iletim sistemi hastalığı olabileceği akılda tutulmalıdır. (SETB-2021-02-059) |
13. | Hidrops Fetalis Sıklığı ve Prognozu: 10 YıllıkTek Merkez Deneyimi Frequency and Prognosis of Hydrops Fetalis: A 10-Year Single-Center Experience Ebru Turkoglu Unal, Ali Bulbul, Evrim Kiray Bas, Sinan UsluPMID: 34712079 PMCID: PMC8526230 doi: 10.14744/SEMB.2021.65632 Sayfalar 366 - 373 Amaç: Hidrops fetalis (HF) tanısı ile yatırılarak tedavi edilen yenidoğan bebeklerin etiyolojik dağılım ve prognozunun değerlendirilmesi Yöntem: Bu retrospektif tanımlayıcı çalışmaya, hastanemizde son on yıllık süre içerisinde doğan ve HF tanısı ile yatırılan tüm infantlar çalışmaya alındı. Bebeklerin demografik özellikleri, saptanan etiyolojik dağılımlar ile uygulanan tedavi girişimleri ve prognoz bilgileri geriye yönelik olarak kaydedildi. Bebek verileri tam olmayan infantlar çalışma dışı bırakıldı Bulgular: Çalışmaya alınan 21 HF tanılı olgunun ortalama gestasyonel yaşı 33,6±3,1 hafta, ortalama doğum ağırlığı 2444±792 gram idi. HF olgularının %90,5’i sezeryan ile doğmuştu ve prenatal tanı oranı %42,9 idi. Doğum salonunda, doğumda canlandırma uygulanan bebeklerin %57.1’i entübe edilmişti. Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi’nde %81 olgu entübe edilmiş ve %71,4’ü surfaktan tedavisi almıştı. HF bulgularından en sık asit (%81) ve cilt altı ödem (%81) saptandı. Olgulara en sık girişimsel işlem olarak parasentez (%81) ve torasentez (%52,4) uygulanmıştı. İmmun HF nedeni ile 2 olguya (%9,5) kan değişimi uygulanmıştı. Çalışma grubunda mortalite %52,4 idi. Çalışma grubunda HF olgularının etyolojik dağılım değerlendirildiğinde, 3 olguda (%14,3) immun HF ve 18 olguda (%85,7) non-immun hidrops fetalis (NIHF) saptandı. İmmun HF olgularında altta yatan neden rhesus (Rh) uyuşmazlığı idi. NIHF saptanan olgularda, etyolojide en sık idiyopatik (%23.8) ve kardiovasküler hastalık (19,04%) saptandı. Doğum salonu uygulamaları ile mortalite arasında anlamlı ilişki saptandı. Kaybedilen olgularda doğumhanede entübasyon gereksinimi anlamlı yüksek iken yaşayanlarda doğumhanede sadece pozitif basınçlı ventilasyon uygulanma sıklığı anlamlı yüksek idi ( p sırasıyla; 0,017 ve0,013). İmmun HF olgularında sağkalım %66,7, NIHF olgularında sağkalım %44,4 idi. Sonuç: Hidrops fetalis tanılı bebeklerde perinatal mortalite riski altta yatan nedene bağlı olarak yüksektir. Çalışmamızda HF’in büyük bir oranda non immün nedenler ile geliştiği, prenatal tanı ve izlemin bu bebeklerde yetersiz olduğu ve doğumhanede uygulanan girişimlerin HF’li yenidoğan bebeklerde mortaliteyi öngörmede etkili bir faktör olduğu saptandı. (SETB-2021-06-189) |
14. | Çocuklarda β-Laktam Alerjisi β-Lactam Allergy in Children Ayse Suleyman, Ahmet İlhan Yararli, Esra Yucel, Zeynep Ulker Tamay, Nermin GulerPMID: 34712080 PMCID: PMC8526219 doi: 10.14744/SEMB.2021.24434 Sayfalar 374 - 381 Giriş: β-laktam antibiyotik alerjisi çocuklarda en sık görülen ilaç alerjisidir. β-laktam antibiyotiklere karşı şüpheli reaksiyonları olan hastaların çoğu aslında bu ilaçları tolere edebilir. Bu çalışmanın amacı β-laktam alerjisi olan çocukların klinik ve laboratuvar özelliklerini değerlendirmek ve penisilin ile sefalosporinler arasındaki çapraz reaktiviteyi belirlemektir. Yöntemler: β-laktam alerjisi tanısı, deri testleri ve / veya ilaç provokasyon testlerinin sonuçlarına göre konulmuştur. Penisilin alerjisi deri testleri DAP penisilin® (Diater laboratories, Madrid, İspanya), penisilin G ve ampisilin / amoksisilin preparatları ile yapıldı. Sefalosporin alerjisini değerlendirmek için penisilin cilt ve / veya provokasyon testlerine ek olarak suçlu sefalosporin ile cilt ve provokasyon testleri yapıldı. Bulgular: β-laktam alerjisi olan hastaların% 87.7'sinin (71/81) suçlu ilacı tolere edebildiğini bulduk. Tanı konulan 10 hastadan 2'sinde çapraz reaktivite (penisilin ve sefalosporin) ve 8'inde çeşitli β-laktam (aminopenisilin n = 6, seftriakson n = 2) alerjileri vardı. Yaşın büyük olması ve erken tip klinik reaksiyonları, doğrulanmış β-laktam alerjisi için risk faktörleri olarak belirledik. Sonuç: Deri testleri ve ilaç provokasyon testleri, β-laktam alerjisi olan hastalarda teşhis ve alternatif bir güvenli antibiyotiğin belirlenmesinde yararlı prosedürler gibi görünmektedir. Hastaların çoğu bu ilaçları tolere etti. Doğrulanmış alerjisi olan hastaların küçük bir kısmı, çapraz reaktivite olasılığı nedeniyle tüm β-laktam antibiyotiklerinden kaçınmalıdır. (SETB-2021-02-035) |
15. | Respiratuvar Şiddet Skoru’nun Çok Düşük Doğum Ağırlıklı Prematürelerde Ekstübasyon Başarısızlığı ile İlişkisi Relationship Between the Respiratory Severity Score and Extubation Failure in Very-Low-Birth-Weight Premature Infants Mesut Dursun, Umut Zubarioglu, Ali BulbulPMID: 34712081 PMCID: PMC8526227 doi: 10.14744/SEMB.2021.92693 Sayfalar 382 - 390 Amaç: Kolay kullanılabilen ve arteryel kan örneği alınmasını gerektirmeyen noninvaziv bir solunum yetmezliği değerlendirme aracı olan respiratuvar şiddet skoru (RSS)’nun çok düşük doğum ağırlıklı (ÇDDA) prematürelerde ekstübasyon başarısızlığını tahmin etmedeki prediktif değerini araştırmaktır. Yöntem: Şubat 2016 – Eylül 2020 tarihleri arasında ünitemize kabul edilen <30. gebelik haftasından önce doğan ve doğum ağırlıkları <1250 g olan bebeklerin demografik özellikleri, klinik seyirleri ve neonatal morbiditeleri retrospektif olarak hasta dosyalarından incelendi. Ekstübasyon başarısı, ekstübasyondan sonraki 72 saat süreyle reentübasyon ihtiyacı olmaması olarak tanımlandı. Hastaların ilk planlı ekstübasyonları öncesindeki RSS ve RSS/kg değerleri hesaplandı. Başarılı ve başarısız ekstübasyon grubundaki bebeklerin ekstübasyon öncesindeki RSS değerleri ve ekstübasyon başarısızlığı ile ilişkilendirilen risk faktörleri karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışmamız dahil edilme kriterlerini karşılayan 142’si bebek ile gerçekleştirildi. Ekstübasyon başarısızlığı oranımız %30,2 (43/142) olarak saptandı. Erken gebelik haftası, düşük doğum ağırlığı, erkek cinsiyet, yüksek RSS değerleri, grade ≥3 intraventriküler kanama, geç başlangıçlı sepsis ile ekstübasyon zamanındaki düşük ağırlık ve postmenstrüel yaş ekstübasyon başarısızlığı için risk faktörleri olarak saptandı. Bu risk faktörlerini içeren lojistik regresyon analizinde RSS/kg, geç başlangıçlı sepsis ile birlikte istatistiksel önemini korudu [OR 25.7 (95% CI: 5,70 - 115,76); p < 0.001]. RSS değerleri için gerçekleştirilen ROC analizinde 2,13 cut-off değeri ile (AUC: %82,5) RSS/kg’ın %77 duyarlılık ve %78 özgüllüğe sahip olduğu belirlendi (p<0,001). Ekstübasyon başarısızlığı yaşayan bebeklerde mekanik ventilasyon ve hastanede yatış süresi ile evre ≥3 prematüre retinopatisi ve evre ≥2 nekrotizan enterokolit görülme sıklığı daha fazla saptandı. Sonuç: Yüksek RSS ve RSS/kg değerleri ekstübasyon başarısızlığı ile yakından ilişkilidir ve ekstübasyon başarısızlığını azaltmada klinik yargıyı destekleyici noninvaziv bir değerlendirme aracı olarak kullanılabilir. (SETB-2021-04-119) |
16. | İnek Sütü Alerjisinde İnek Sütü Komponentleri, Keçi Sütü ve Koyun Sütü Duyarlığının Klinik Bulgular ile Tolerans Gelişimi Üzerine Etkisi Effects of Cow’s Milk Components, Goat’s Milk and Sheep’s Milk Sensitivities on Clinical Findings, and Tolerance Development in Cow’s Milk Allergy Nursen Cigerci Gunaydin, Ezgi Ulusoy Severcan, Sanem Eren Akarcan, Cem Bal, Figen Gulen, Remziye Tanac, Esen DemirPMID: 34712082 PMCID: PMC8526229 doi: 10.14744/SEMB.2020.90688 Sayfalar 391 - 397 Amaç: İnek sütü (İS), duyarlı bireylerde alerjik reaksiyona yol açabilen bazı proteinler içermekte olup, çocukluk çağında en sık görülen gıda alerjisi nedenlerindendir. Hastaların birçoğunda 3 yaşına kadar tolerans gelişmektedir. Bu çalışmada inek sütü alerjisinde (İSA), inek sütü alerjen bileşenleri (α-laktalbumin, β-Laktoglobulin, kazein) duyarlılığı ile birlikte keçi sütü ve koyun sütü çapraz reaksiyonlarının değerlendirilmesi ve klinik bulgular ile tolerans gelişimi üzerine etkisinin araştırılması amaçlandı. Metot: Bu çalışma IgE aracılı İSA tanısı ile izlenen ortalama 38 aylık 66 hastayı içeren retrospektif kesitsel bir çalışma olup, hastalar iki grupta değerlendirildi; Grup 1(n=50): besin yükleme testine (BYT) göre tolerans gelişmediği saptanan hastalar, Grup 2(n=16): eliminasyon diyeti ile izlenen ve BYT testinde tolerans geliştiği saptanan hastalar idi. İki grup arasında İnek sütü(İS)-sIgE, α-laktalbumin(A-LA)-sIgE, β-Laktoglobulin(BLG)-sIgE, kazein(CAS)-sIgE, keçi sütü(KS)-sIgE ve koyun sütü(KoS)-sIgE, deri prik testte(DPT) İS ve KS ile kabarıklık çapı, periferik kanda eosinofil yüzdesi karşılaştırıldı. Tartışma: Yüksek CAS-sIgE, KS-sIgE, KoS-sIgE düzeyi persistan İSA için İS-sIgE düzeyi ve DPT’de İS kabarıklık çapının yüksekliği gibi risk faktörüdür. İlk reaksiyonun anafilaksi olması risk faktörü olarak düşünülmüştür. Yüksek İS-sIgE, CAS-sIgE, KS-sIgE, KoS-sIgE düzeyi, solunum bulguları ile ilişkilidir. (SETB-2020-09-180) Sonuçlar: Hastaların %84.8’inde KS-sIgE ve KoS-sIgE duyarlılığı saptandı; A-LA-sIgE, bLG-sIgE, CAS-sIgE pozitifliği ise sırasıyla %69.7, %62.7, %77.3 idi. Gruplar arasında, İSA başlangıç ve tanı yaşı, cinsiyet, ortanca eliminasyon süresi, Total IgE, İS-sIgE, A-LA-sIgE, bLG-sIgE, eozinofil yüzdesine göre fark yoktu (p>0.05). Grup 1’de DPT’de İS ve KS ile kabarıklık çapı(p<0.001), CAS-sIgE(p<0.001), KS-sIgE(p=0.003), KoS-sIgE(p=0.001) düzeyi daha yüksekti. İS-sIgE ile total IgE(p=0.001), % eozinofil(p=0.04), DPT’de İS ile kabarıklık çapı (p=0.001), CAS-sIgE (p<0.001), KS-sIgE (p<0.001), KoS-sIgE (p<0.001) arasında pozitif korelasyon saptandı. Solunum semptomları ve anafilaksi öyküsü olan hastaların İS-DPT, İS-sIgE, CAS-sIgE, KS-sIgE, KoS-sIgE düzeyi yüksekti (p<0.05); gastrointestinal bulgular veya cilt semptomları ile laboratuvar bulguları arasında ilişki saptanmadı. Anafilaksi öyküsü olan hiçbir hastada tolerans saptanmadı. |
17. | Comparison of risk factors and outcomes in carbapenem-resistant and carbapenem-susceptible Gram-negative bacteremia Comparison of Risk Factors and Outcomes in Carbapenem-Resistant and Carbapenem-Susceptible Gram-Negative Bacteremia Sinan Cetin, Ilyas Dokmetas, Aziz Ahmad Hamidi, Banu Bayraktar, Alper Gunduz, Dilek Yildiz SevgiPMID: 34712083 PMCID: PMC8526226 doi: 10.14744/SEMB.2020.49002 Sayfalar 398 - 404 Amaç: Karbapeneme dirençli Gram negatif etkenler ile gelişen bakteriyemik enfeksiyonlar artan sıklıkta karşılaşılmakta ve yüksek mortaliteyle sonuçlanmaktadır. Çalışmamızda karbapeneme dirençli ve duyarlı Gram negatif bakteriler ile gelişen bakteriyemilerdeki risk faktörleri ve sonuçların karşılaştırılması, mortalite ile ilişkili faktörlerin belirlenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışma xxx Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde, Haziran 2016 – Kasım 2017 tarihleri arasında retrospektif gözlemsel karşılaştırmalı vaka serisi olarak gerçekleştirildi. Olgular kan kültürlerinde üreyen patojenlerin antibiyotik duyarlılık sonucuna göre karbapeneme duyarlı ve dirençli olmak üzere iki gruba ayrılarak değerlendirildi. Bu iki grup arasında karbapenem direnci gelişimi açısından risk faktörleri, hastanede yatış süreleri, mortalite oranları, mortal seyreden olgular için mortalite ile ilişkili faktörler araştırıldı. Bulgular: Çalışmaya 211 olgu dahil edildi. Olguların 157 tanesi karbapeneme duyarlı, 54 tanesi karbapeneme rezistan Gram negatif bakteriyemiydi. Tüm hastalar içerisinde 60 (%28,4) hastada mortalite gelişti. Karbapenem direnci olan hastaların 14 ve 28 günlük mortalite oranları karbapenem direnci olmayanlara göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek saptandı. Bakteriyemi gelişimi sonrası hastane yatış süreleri karşılaştırıldığında her iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı. Pittsburgh bakteriyemi skoru, kardiyovasküler hastalık, üriner kateterizasyon ve uygun olmayan ampirik antibiyotik tedavisi mortalite açısından en anlamlı risk faktörleri olarak saptandı. Sonuç: Karbapenem direnci artmış mortalite ile ilişkilidir ve uygun olmayan ampirik antibiyotik tedavisi mortaliteyi artırmaktadır. Bu sebeple karbapeneme dirençli Gram negatif bakteriyemileri öngörmede hastalar risk faktörleri açısından değerlendirilmeli ve uygun hastalarda dirençli patojenlere yönelik tedavi uygulanmalıdır. (SETB-2020-05-065) |
18. | 65 Yaş Üstü Metabolik Sendromlu Hastalarda Epikardiyal Yağ Dokusu Kalınlığı ile CRP ve Nötrofil Lenfosit Oranı Arasındaki İlişki Relationship between Epicardial Fat Tissue Thickness and CRP and Neutrophil-Lymphocyte Ratio in Metabolic Syndrome Patients Over 65 Years Gamze Ustuntas, Sema Basat, Ali Nazmi Calik, Ridvan Sivritepe, Okcan BasatPMID: 34712084 PMCID: PMC8526237 doi: 10.14744/SEMB.2021.91455 Sayfalar 405 - 411 Amaç: Metabolik sendromlu (MS) geriatrik hastalar nötrofil / lenfosit oranı (NLO) ve C-reaktif protein (CRP) ile epikardiyal yağ dokusu kalınlığı (EFTT) arasındaki ilişkiyi değerlendiren veri yoktur. Bu çalışmada 65 yaş üzeri metabolik sendromlu hastalarda EFTT ile CRP ve NLO arasındaki ilişkiyi değerlendirmeyi amaçladık. Yöntem: Çalışmamız kesitsel bir çalışmadır. Çalışmaya metabolik sendromlu 50 hasta (hasta grubu) ve metabolik sendromu olmayan 25 kişi (kontrol grubu) dahil edildi. Tüm parametreler hasta ve kontrol gruplarında karşılaştırıldı. NLO ve CRP ile EFTT arasındaki korelasyon değerlendirildi. Bulgular: WBC ve nötrofil düzeyleri metabolik sendrom grubunda daha yüksekti (sırasıyla p = 0,020, p = 0,019). Metabolik sendromlu hastalarda hem transvers hem de longitudinal EFTT daha fazlaydı (p <0,001). Metabolik sendrom grubunda EFTT ile NLO arasında anlamlı bir korelasyon vardı, ancak aynı korelasyon CRP ile saptanmadı (r = 0.4, p = 0.003). Sonuç: Çalışmamız, MS'li 65 yaşın üzerindeki hastalarda hem uzunlamasına hem de enine EFTT'nin NLO ile ilişkili olduğunu gösterdi. Geriatrik MS hastalarında, yüksek NLO seviyesi, miyokardın etrafındaki artmış viseral yağın bir göstergesi olarak kullanılabilir. (SETB-2021-01-016) |
19. | Can simple non-invasive fibrosis models determine prognostic indicators (fibrosis and treatment response) of primary biliary cholangitis? Can simple Non-Invasive Fibrosis Models Determine Prognostic Indicators (Fibrosis and Treatment Response) of Primary Biliary Cholangitis? Suleyman Sayar, Pinar Gokcen, Huseyin Aykut, Gupse Adali, Hamdi Levent Doganay, Kamil OzdilPMID: 34712085 PMCID: PMC8526222 doi: 10.14744/SEMB.2021.95825 Sayfalar 412 - 418 Giriş: Tanı sırasındaki fibroz evresi ve tedavinin ilk yılında ursodeoksikolik asit tedavisine yanıt, primer biliyer kolanjitte (PBK) prognostik göstergeler olarak kabul edilir. Bu göstergelerin non invaziv modeller ile belirlenebilmesi, karaciğer yetmezliği riskinin tanı anından itibaren sürekli değişkenler ile monitorize edilmesini sağlayabilir. Bu çalışmanın amacı, PBK'li hastalarda basit non-invaziv modellerin prognostik göstergeleri belirleyebilme açısından tanısal performanslarını değerlendirmektir. Gereç ve Yöntemler: PBK'li hastalara ait veriler retrospektif olarak tarandı. Hastalar erken (≤2) ve ileri (≥3) fibroz gruplarına ayrıldı. Ek olarak, hastaların Paris-II kriterlerine göre tedavi yanıt durumu ve UK-PBC skoruna göre karaciğer yetmezliği riskleri (KYR) belirlendi. Non-invaziv indikatörlerin fibroz evresi, tedaviye yanıt ve düşük KYR’ni saptayabilme açısından tanısal performansları analiz edildi. Bulgular: Çalışmaya 53 hasta dahil edildi. Hastaların ortalama tanı yaşı 49.6 ± 13.6/yıl ve % 86.8'i (n: 46) kadındı. S-Index fibroz evresini, tedavi yanıtlı ve düşük KYR sahip hastaları belirleyebildi (Sırası ile AUC: 0.747, 0.823, 0.752; p: 0.006, <0.001, 0.0007). Ayrıca, S-Index’in PBK'nin prognostik göstergelerin teşhisi bakımından diğer non-invaziv göstergelerden (APRI, Fib-4 ve RDW/ Trombosit oranı) üstün olduğu saptandı. Sonuç: S-index, PBK'de karaciğer fibrosisi ve tedavi yanıtlı hastaları belirleyebilen, pratik ve ucuz non invaziv bir modeldir. PBK’te sürekli değişken prognostik bir model olarak kullanılabilir. (SETB-2020-09-172) |
20. | Tiroid Otoantikoru Pozitif Olan İnvitro Fertilizasyon Hastalarında Prednizolon Tedavisinin Gebelik Hızına Etkisi The Effect of Prednisolone Treatment on Pregnancy Rates in in vitro Fertilization Patients with Positive Thyroid Autoantibodies Sefik Gokce, Dilsad Herkiloglu, Savas Ozdemir, Seyfettin Ozvural, Onur KarabacakPMID: 34712086 PMCID: PMC8526225 doi: 10.14744/SEMB.2020.87259 Sayfalar 419 - 425 Amaç: Bu çalışmada tiroid otoantikoru pozitif olan invitro fertilizasyon hastalarında prednizolon tedavisinin gebelik hızına etkisinin incelenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntemler: Bu çalışma, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü Tüp Bebek Ünitesi Bölümünden, Ekim 2010 ile Eylül 2011 arasında tiroid otoantikoru pozitif olan gonadotropin salgılatıcı hormon (GnRH) agonisti uzun protokolü kullanılarak gerçekleştirilen intrasitoplazmik sperm enjeksiyonu (ICSI) yapılmış 158 hastayı içeren retrospektif bir çalışmadır. Anti-TPO ve anti-TG antikorlarının pozitiflik ölçütü olarak her tetkikin kendi referans değeri kullanıldı. 158 hastanın 44’üne oositin alındığı gün prednol başlandı ve diğer 114 hasta ilaçsız takip edildi. Bulgular: Araştırmaya katılan kontrol grubunun %67,5’inin gebe kalmadığı, %21,1’inin gebe kaldığı, %5,3’ünün biyokimyasal gebelik, %4,4’ünün ikiz gebelik, %0,9’unun üçüz gebelik, %0,9’unun ise ektopik gebelik yaşadığı belirlenmiştir. Prednol verilip uzatılan grupta ise, %56,8’inde gebelik gerçekleşmediği, %36,4’ününde gebelik gerçekleştiği, %4,5’inde ikiz gebelik gerçekleştiği, %2,3’ünde biyokimyasal gebelik gerçekleştiği belirlenmiştir. Prednol verilerek uzatılan grupta gebelik oranında artış olduğu gözlenmiştir. Çalışma grubunun gebelik durumuna göre prednol ortalama değerleri arasında istatistiksel anlamlı bir farklılık olduğu belirlenmiştir (p<0,05). Kontrol grubuna göre prednol verilmesi uzatılan grupta gebe kalma oranının yükseldiği belirlenmiştir. Sonuç: Tiroid otoantikorlarının varlığı ile zayıf IVF sonucu arasında güçlü bir ilişki vardır. Prednisolon birlikte tedavisi, tiroid otoimmünitesinden etkilenen kadınlarda, klinik gebelik oranını iyileştirebilir. (SETB-2020-05-079) |
21. | Önceki ve sonraki gebeliklerde preeklampsinin olumsuz sonuçları ve rekürrens riski Adverse Outcomes of Preeclampsia in Previous and Subsequent Pregnancies and the Risk of Recurrence Ulas Coban, Taha Takmaz, Ozge Deniz Unyeli, Savas OzdemirPMID: 34712087 PMCID: PMC8526236 doi: 10.14744/SEMB.2020.56650 Sayfalar 426 - 431 Amaç: Bu çalışmada hastanemizde doğum yapmış preeklamptik gebelerin fetal ve maternal sonuçlarını değerlendirdik ayrıca bu hastalarda preeklampsi rekürrens oranlarını ve takip eden gebelikteki fetal ve maternal sonuçları değerlendirdik. Yöntemler: Bu retrospektif kohort çalışmada medikal kayıtlarına eksiksiz ulaşılabilen, tekrar gebe kalıp hastanemizde gebeliği sonuçlanan 126 hasta analiz edildi. Birincil amaç preeklampsinin rekürrens oranını ortaya koymak ikincil amaç ise preeklampsi gelişen ilk gebelik ve bunu takip eden gebeliğin maternal ve fetal sonuçlarını değerlendirmekti. Bulgular: Kliniğimizde preeklampsi görülme oranı %2.1 olarak tespit edildi. Preeklampsi gelişen ilk gebelikte 111 (%80.2) gebelik canlı doğum ile sonuçlanırken, 7 (%5.6) gebelik terminasyon, 8 (%6.3) gebelik de ölü doğum ile sonuçlanmıştır. Neonatal ölüm 10 (%7.9) gebelikte izlendi. Takip eden gebeliklerin 105 tanesi canlı doğum ile sonuçlanırken, 10 (%7.9) tanesi abortus, 9 (%7.1) tanesi ölü doğum ve 2 (%1.6) tanesi preeklampsi nedeniyle terminasyon ile sonuçlandı. Neonatal ölüm 3 (%2.6) gebelikte izlendi. Takip eden gebelikte hastalardan 70 (%55.5)'inde preeklampsi gelişti ve bunlardan 39 (%55.7) tanesi şiddetli preeklampsi kriterlerine sahipti. Sonuç: Bu çalışma preeklampsi ile ilgili risk faktörleri ve fetomaternal advers sonuçların oranları konusunda bize yol gösterici olup geçirilmiş preeklampsi öyküsü olan hastaların takip eden gebeliklerinde de antenatal takibin sıkı ve düzenli olarak yürütülmesi konusuna dikkat çekmektedir. Bu şekilde maternal ve fetal morbidite ve mortalitenin iyileştirilmesi en büyük hedeftir. (SETB-2020-07-135) |
EDITÖRE MEKTUP | |
22. | Henüz tamamlanmamış! (Türkçe) Nosocomial Infection Agents of Şişli Hamidiye Etfal Training and Research Hospital: Comparison of 1995 and 2017 Data Mehmet Emin Bulut, Ahsen Oncul, Engin SeberPMID: 34712088 PMCID: PMC8526221 doi: 10.14744/SEMB.2021.40121 Sayfa 432 |