1. | Henüz tamamlanmamış! (Türkçe) Front Matter Sayfalar I - IX |
ORIJINAL ARAŞTIRMA | |
2. | El Bileği ve Önkol Deformitelerinin Tedavisinde Bilgisayar Destekli Dairesel Harici Fiksatör: Fonksiyonel ve Radyolojik Sonuçlar Computer-Assisted Circular External Fixator in the Treatment of Wrist and Forearm Deformities: Functional and Radiological Outcomes Muharrem Kanar, Yusuf Sulek, Harun Akbas, Gungor Alibakan, Bilal Gok, Raffi ArmaganPMCID: PMC11983028 doi: 10.14744/SEMB.2025.56659 Sayfalar 1 - 7 Amaç: El bileği ve ön kol deformiteleri genellikle doğumsal veya travma sonrası nedenlere bağlı olarak görülür. Bu deformiteler ilerleyici ağrı ve hareket kısıtlılığına neden olur ve yaşam kalitesini bozar. Tedavide radius ve/veya ulna osteotomisi ile akut düzeltme ve plak veya tel ile tespit uygulanabilir ancak damar/sinir hasarı, malunion ve yetersiz düzeltme gibi komplikasyonlarla karşılaşılabilir. Sirküler eksternal fiksatörler ile tedavi hem intraoperatif hem de postoperatif aynı anda deformite düzeltme ve kademeli uzatma sağlayabildiği için rezidü deformite kalmadan düzeltme sağlar ve daha güvenlidir. Bilgisayar destekli sirküler eksternal fiksatörler (Ca-CEF) ise ameliyat sonrası deformite planlamasının yeniden yapılmasına olanak sağlayarak karmaşık deformitelerin düzeltilmesini kolaylaştırmaktadır. Bu çalışmada, Ca-CEF ile tedavi edilen el bileği veya önkol deformitesi olan hastaların radyolojik ve fonksiyonel sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık. Yöntem: Hastane veri tabanında 2010 ve 2020 yılları arasında el bileği ve önkol deformitesi nedenli opere edilen hastalar tarandı. Ca-CEF ile tedavi edilen hastalar çalışmaya dahil edildi. Hastaların demografik verileri ile radyografik ve fonksiyonel ölçümleri değerlendirildi. Hastaların ameliyat öncesi ve sonrası önkol supinasyon, pronasyon ve el bileği fleksiyon ve ekstansiyonu, Visual Analog Scale (VAS), Disabilities of the Arm, Shoulder, and Hand (DASH) skoru, Mayo El Bileği Skoru ve kavrama güçleri ölçüldü. Radyolojik olarak radius, ulna uzunlukları, radial inklinasyon ve volar tilt ölçümleri gerçekleştirildi. Ameliyat sonrası komplikasyonlar incelendi. Hastaların ameliyat öncesi ve sonrası verileri istatistiksel olarak analiz edildi. Bulgular: Çalışmaya toplam 14 hasta dahil edildi. Hastaların 8’i kadın 6’sı erkek olup ortalama yaşları 17.1 (11-34) idi. Ortalama takip süreleri 18.4 ay (6.8-32.9) idi. Tüm hastalarda planlanan anatomik düzetmeye ulaşıldı. Hastaların ameliyat öncesi fonksiyonel ve radyografi verileri ile ameliyat sonrası veriler arasındaki farkların ortalamaları önkol supinasyon için 7.8 (p=0.029), el bileği fleksiyon için 14.64 (p<0.001), kavrama güçleri için 6.17 kg (p=0.001), VAS için 3.07 (p<0.001), DASH skoru için 21 puan (p=0.003), ve Mayo el bileği skoru için 22.14 (p=0.004) puan olup istatistiksel olarak anlamlı olacak şekilde daha iyiydi. Hiçbir hastada majör komplikasyon görülmedi. Sonuç: Çalışma, Ca-CEF’in fonksiyonel iyileşme ve radyolojik düzelme sağladığını, aynı zamanda düşük komplikasyon oranlarıyla güvenli bir tedavi yöntemi olduğunu göstermiştir. Bu yöntem, karmaşık deformitelerin tedavisinde etkili bir seçenek olarak öne çıkmaktadır. (SETB-2024-12-211) |
3. | Preoperatif Renal Kitle Biyopsisi Uygulanan ve Uygulanmayan Böbrek Kanseri Hastalarında Nefrektomi Sonrası Onkolojik Sonuçların Karşılaştırılması A Comparison of Oncologic Outcomes after Nephrectomy in Kidney Cancer Patients with and without Preoperative Renal Mass Biopsy Serhat Yentur, Ibrahim Ogulcan Canitez, Muhammet Murat Dincer, Mustafa Zafer Temiz, Aykut Colakerol, Yigit Can Filtekin, Sergen Sahin, Sule Ozsoy, Ismail Engin KandiraliPMCID: PMC11983022 doi: 10.14744/SEMB.2024.37980 Sayfalar 8 - 14 Amaç: Bu çalışmanın amacı, perkütan renal kitle biyopsisinin güvenliğini incelemek ve nefrektomiden önce biyopsi yapılan hastalar ile biyopsi yapılmayan hastalar arasındaki onkolojik sonuçları karşılaştırmaktır. Yöntemler: Ocak 2017 ile Ocak 2021 arasında renal kanser nedeniyle nefrektomi yapılan toplam 145 hastayı değerlendirdik. Tedavi öncesi perkütan renal kitle biyopsisine dayanarak hastaları iki gruba ayırdık: biyopsi- grubu ve biyopsi+ grubu. Tüm gruplarda tümörlerin radyolojik ve histolojik özelliklerinin karşılaştırmalı analizini yaptık. Ayrıca, iki grup arasında parsiyel nefrektomi vakalarında cerrahi sınır sonuçlarının incelenmesini gerçekleştirdik. Bunun yanında, her grupta genel sağkalım (OS), nükssüz sağkalım (RFS), metastazsız sağkalım (MFS) ve hastalıksız sağkalım (DFS) analizlerini yaptık. Sonuçlar: Dahil edilme kriterlerini karşılayan 145 hastadan 119 vaka üzerinde çalıştık. Ortalama yaş ve tümör çapı sırasıyla 56.75±11.71 yıl ve 53.77±23.99 mm olarak belirlendi. Operatif süre ortalama 176.87±56.46 dakika olarak kaydedilirken, takip süresi ortalama 25.67±14.27 ay (aralık: 8–60 ay) olarak hesaplandı. Parsiyel nefrektomi oranları sırasıyla %35.41 (biyopsi-) ve %43.47 (biyopsi+) olarak bulundu, sol böbrek tümörleri biyopsi- grubunda 46/96 ve biyopsi+ grubunda 16/23 vakada görüldü. Kistik ve ekzofitik tümörler gruplar arasında anlamlı şekilde farklılık gösterdi (sırasıyla p = 0.01 ve p = 0.03). Takip süresince 16 hastada ölüm gerçekleşti. Ortalama genel sağkalım (OS) süresi 51.38±2.26 ay olarak belirlendi. Nüks ve metastatik ilerleme sırasıyla 4 ve 7 hastada görüldü ve tüm metastazlar akciğerlerde tespit edildi. Nüksü olmayan sağkalım (RFS), metastazsız sağkalım (MFS) ve hastalıksız sağkalım (DFS) süreleri sırasıyla 57.94±1.00, 54.75±1.67 ve 53.83±1.75 ay olarak hesaplandı. Biyopsi+ grubunda papiller ve kromofob RCC alt tiplerinin prevalansı daha yüksekti. Patolojik parametreler ve cerrahi sonuçlar gruplar arasında karşılaştırılabilir düzeydeydi. OS, RFS, MFS ve DFS süreleri arasında anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). Sonuç: Bulgularımıza göre, perkütan renal kitle biyopsisi güvenli bir prosedürdür. Şüpheli renal kitlelerin tanısal değerlendirilmesinde yardımcı olabilir ve onkolojik sonuçlar üzerinde olumsuz etkileri azaltabilir. Görüşümüz, şüpheli renal kanserli hastaların rutin perkütan renal kitle biyopsisini güvenli ve başarılı bir şekilde kullanabileceği yönündedir. (SETB-2024-07-118) |
4. | Parmak Replantasyon Cerrahisinde Anestezi Tipinin Başarıya Etkisinin Karşılaştırılması Evaluating the Impact of Anesthesia Type on Finger Replantation Surgery Success Saruhan Mahmutoglu, Murat Dogus Cerikan, Egehan Gungormez, Kamuran Zeynep Sevim, Leyla KilincPMCID: PMC11983010 doi: 10.14744/SEMB.2024.77503 Sayfalar 15 - 19 Giriş: Replantasyon cerrahisi, rekonstrüktif cerrahinin en zor alanlarından biridir. Parmak replantasyonun amacı dolaşımın tekrardan sağlanmasının yanında ampute parçanın yeniden duyusunun sağlanması ve yeterli fonksiyonu kazanmasıdır. Bu cerrahinin sonuçların iyileştirilmesi için prognostik faktörlerin araştırılması çok önemlidir. Yaralanma çeşidi ve seviyesi, yaralanmadan ameliyata kadar geçen süre replantasyon başarısını en çok etkileyen faktörlerdir. Bu çalışmada uygulanan anestezi tipinin replantasyon başarısına ve postoperatif diğer faktörlere etkisi araştırılmaktadır. Materyal-Metot: Kliniğimizde Aralık 2018 ile Aralık 2023 tarihleri arasında yapılan el parmağı replantasyon operasyonları retrospektif olarak incelendi. Toplam 192 hastada (162 erkek, 30 kadın) cinsiyet, sigara içimi, yaralanma tipi, ven onarımı, sinir onarımı, ven grefti kullanılması, yaralanma seviyesi, anestezi tipi, ameliyat öncesi ve sonrası hemoglobin değerlerinin replantasyon başarısına etkisi istatiksel olarak araştırıldı. Bağımsız gruplarda oranlar ki-kare testi ile karşılaştırıldı. Bağımsız grupta sayısal değişkenlerin karşılaştırılmaları normal dağılım koşulu sağlanamadığından bağımsız iki grupta Mann Whitney U testi ile yapıldı. Tartışma ve Sonuç: Çalışmaya dahil edilen 192 hastada 91 hastaya aksiller sinir bloğu ile anestezi (%47,4), 33 hastaya genel anestezi (%17,2), 28 hastaya ise dijital blok ile lokal anestezi (%14.6) uygulanmıştı. Uygulanan anestezi tipinin replantasyon başarısı üzerine bir etkisi olmadığı saptandı (p<0,05). Çalışmamızda kullanılan anestezi teknikleri arasında ameliyat öncesi ve sonrası arasındaki hemoglobin değişim miktarlarında istatiksel olarak anlamlı fark saptandı. Aksiller sinir bloğu yapılan grupta hemoglobin düşüş miktarı lokal anestezi yapılan gruba göre fazlaydı. Çalışmamızda sigara kullanımı ve yaralanma tipinin replantasyon başarısı üzerine bir etkisi olmadığı saptandı. (SETB-2024-09-164) |
5. | FDG-PET/BT’de Saptanan Tiroid İnsidentalomalarinda İnce İğne Aspirasyon Biyopsisi Kararı Vermek: Ultrasonografik Değerlendirme mi FDG Tutulumu mu Ön Planda Olmalıdır? Deciding on Fine Needle Aspiration Biopsy in Thyroid Incidentalomas in FDG-PET/CT: Should Ultrasonographic Evaluation or FDG Uptake Be in the Foreground? Mehmet Kostek, Hatice Kostek, Mehmet Taner Unlu, Ozan Caliskan, Yasin Cakir, Zerin Sengul, Ozgul Ekmekcioglu, Mesut Kafi, Alper Ozel, Nurcihan Aygun, Mehmet UludagPMCID: PMC11983016 doi: 10.14744/SEMB.2025.49140 Sayfalar 20 - 27 Amaç: 18-Florodeoksiglukoz Pozitron Emisyon Tomografisi/Bilgisayarlı Tomografi (FDG-PET/BT), tüm vücut taraması için yaygın bir görüntüleme tekniğidir. Tiroid bezinde tesadüfi lezyonlar tespit edilebilir ve bu lezyonların önemi ve yönetimi hala tartışma konusudur. Bu çalışmanın amaçları, maligniteyi tahmin etmede Ultrasonografi ve FDG-PET/BT'nin tanı başarısının değerlendirilmesi ve bu tekniklerin FDG-PET/BT'de tesadüfi saptanan tiroid lezyonlarında İnce İğne Aspirasyon Biyopsisi (İİAB) kararına katkısıdır. Yöntemler: Ocak 2018 ile Aralık 2022 arasında tek bir kurumdaki Nükleer Tıp Ünitesi’nde FDG-PET/BT'ye giren hastalar, artmış fokal FDG tutulumu olan tiroid insidentaloma açısından tarandı. Fokal Tiroid İnsidentaloma (FTI) hastalarının görüntüleme çalışmaları ve patoloji sonuçları retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Toplam 8.259 hastaya ait 14.003 FDG-PET/BT raporu değerlendirildi. FDG-PET/BT görüntülemesinde 495 (%6,0) hastada tiroid bezinde artmış FDG tutulumu, 383 (%4,6) hastada fokal ve 112 (%1,4) hastada diffüz FDG tutulumu saptandı. FTİ'lerde malignite oranı %19,2 olarak bulundu. ROC eğrisi analizinde FDG tutulumu olan FTİ'lerde malignite öngörüsüne ilişkin SUVmax değerinin 5,5 ve üzeri olması %71,4 duyarlılık ve %68,6 özgüllükle maligniteyi öngörmektedir (AUC: 0,718, p değeri: 0,018, %95CI: 0,564-0,872). ACR-TIRADS-5'in duyarlılığı %35,7 (95%CI: 14,6-61,7) ve SUVmax>5,5 ve ACR-TIRADS-5 kombinasyonunun duyarlılığı %30,0 (95%CI: 8,5-60,7) idi. Sonuç: FDG-PET/BT bulguları malignite riskini belirlemek için kullanılabilir ve 5,5 gibi kesme değerleri FNAB siparişi için eşik olabilir. SUVmax'ı 5,5'ten düşük olan hastalarda karar vermede ultrasonografik risk sınıflandırma kriterleri kullanılmalıdır. (SETB-2024-12-199) |
6. | Hidradenitis Suppurativa'nın Psikososyal Yükü ve İlişkili Faktörlerin Değerlendirilmesi: Prospektif Tek Merkezli Çalışma Evaluation of the Psychosocial Burden of Hidradenitis Suppurativa and Relevant Factors: A Prospective Single-Center Study Ilknur Kivanc Altunay, Cemre Akpulat Tekin, Sena Inal Aptoula, Asli Aksu, Birgul Ozkesici KurtPMCID: PMC11983023 doi: 10.14744/SEMB.2024.40374 Sayfalar 28 - 34 Amaçlar: Hidradenitis suppurativa (HS), HS'li hastaların genel iyilik hallerinde, psikolojik durumlarında ve yaşam kalitelerinde derin bozulma yaşadıkları kronik inflamatuar bir deri hastalığıdır. Bu çalışma, HS'nin psikolojik etkisini ve bu etkilerin sosyodemografik ve hastalık özellikleri gibi ilgili faktörlerle olan ilişkilerini değerlendirmeyi amaçlamıştır. Yöntemler: 80 HS hastasını içeren prospektif, tek merkezli bir çalışma yapıldı. Hastaların demografik ve klinik özellikleri kaydedildi. HS’nin psikososyal etkisini değerlendirmek için Depresyon Anksiyete Stres Ölçeği-21 (DASÖ-21), Dermatoloji Yaşam Kalitesi İndeksi (DYKİ) ve Genel Sağlık Anketi-12 (GSA-12) kullanıldı. Bulgular: HS hastalarının önemli bir kısmı depresyon, anksiyete ve stres alanlarında şiddetli ve aşırı şiddetli skorlar gösterdi; sırasıyla %48,75, %52,5 ve %48,75 oranında hastada böyle seviyeler gözlemlendi. Hastaların %60'ı yüksek düzeyde psikolojik bozukluk sergilerken, %53,8'i yaşam kalitelerinde ciddi bozulma yaşamaktaydı. Sosyodemografik ve klinik faktörlerin, bu çalışmada kullanılan ölçeklerle ilişkisi değerlendirildi. DASÖ-21 Anksiyete (DASÖ-21A), düşük eğitim seviyesi ve yüksek vücut kitle indeksi (VKİ) ile anlamlı şekilde pozitif korelasyon gösterdi (p<0,05). Hurley evreleri ile DASÖ-21 Stres (DASÖ-21S) alt ölçeği dışında diğer üç ölçek arasında anlamlı bir korelasyon bulunmadı. Aile öyküsü olan hastalarda, aile öyküsü olmayanlara kıyasla DASÖ-21A, DASÖ-21 Depresyon (DASÖ-21D), DASÖ-21S ve GHQ-12 (hem Likert hem de geleneksel puanlama ile) ölçeklerinde daha yüksek skorlar ölçüldü (p<0,05). Buna ek olarak pozitif aile öyküsünün DASÖ-21A, DASÖ-21D ve DASÖ-21S üzerinde istatistiksel önemli bir prediktif faktör olduğu saptandı (sırasıyla, p=0,002; p=0,019; p=0,022). Sonuçlar: Bulgularımız, HS'li hastaların önemli bir kısmının HS'nin psikolojik yükünü değerlendiren üç ölçekte de yüksek veya aşırı yüksek seviyelere sahip olduğunu doğrulamaktadır. Hastalar her Hurley evresinde psikolojik olarak olumsuz etkilenmiştir. Aile öyküsünün, HS'li bireyler arasında bozulmuş psikososyal duruma katkıda bulunan güçlü bir öngörücü faktör olduğu kanıtlanmıştır. Bu nedenle, özellikle aile üyeleri bu durumdan etkilenmiş hastalara dermatologların ekstra özen göstermesi gerekmektedir. (SETB-2024-09-157) |
7. | Uyku Bozukluğu ve Psikolojik Stres: Kronik Spontan Ürtikerde Birbiriyle Bağlantılı İki Durum Sleep Disturbance and Psychological Stress: Two Interconnected Conditions in Chronic Spontaneous Urticaria Pinar Ozdemir Cetinkaya, Birgul Ozkesici Kurt, Ayberk Aktaran, Asli Aksu, Ilknur Kivanc AltunayPMCID: PMC11983013 doi: 10.14744/SEMB.2024.54871 Sayfalar 35 - 43 Amaç: Kronik spontan ürtiker (KSÜ), kabarıklıklar ve/veya anjiyoödemle karakterize, sık görülen bir hastalıktır. Kronik, kaşıntılı bir hastalık olduğu için psikolojik durumu ve uyku kalitesini önemli ölçüde etkileyebilir. Bu çalışmada, KSÜ'nün depresyon, anksiyete, stres ve uyku kalitesi üzerindeki etkisinin ve bu durumların hastalığa özgü faktörlerle ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Metod: Bu prospektif, vaka-kontrol çalışmasına 86 KSÜ hastası ve 86 kontrol dahil edildi. Hastaların sosyodemografik özellikleri, ürtiker aktivite skoru (ÜAS-7) ve kronik ürtiker yaşam kalitesi anketi (KÜ-Q2oL) gibi klinik özellikleri kaydedildi. Psikolojik durumlarını, uyku ve yaşam kalitelerini değerlendirmek için Depresyon, Anksiyete ve Stres Ölçekleri-21 (DASÖ-21), Pittsburgh Uyku Kalitesi İndeksi (PUKİ) ve Dermatoloji Yaşam Kalitesi İndeksi (DYKİ) kullanıldı. Bulgular: Yüz yetmiş iki katılımcıdan, hasta grubunu KSÜ'lü 86 hasta, kontrol grubunu ise yaş ve cinsiyet eşleştirilmiş 86 gönüllü oluşturdu. KSÜ'lü 86 hastanın 60'ı (%69,8) kadın, 26'sı (%30,2) erkekti ve ortanca yaş 34,5 yıldı. KSÜ'lü hastalarda DASÖ-21'e göre depresyon, anksiyete ve stres için ortanca puanlar (çeyrekler açıklığı) sırasıyla 6 (8), 5 (6,25) ve 6 (7) idi. Ek olarak, PUKİ ve DYKİ'nin ortanca puanları sırasıyla 7 (5) ve 5,5 (11) idi. DASÖ-21'e göre depresyon, anksiyete ve stres için ortanca puanlar, PUKİ ve DYKİ’nin ortanca puanları hasta grubunda kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksekti. PUKİ sınıflandırmasına göre 68 (%79,1) hastanın uyku kalitesi kötü iken, 18 (%20,9) hastanın uyku kalitesi iyi idi. Hasta grubu uyku kalitesi iyi ve kötü olanlar olarak iki grupta incelendiğinde, ÜAS-7, depresyon, anksiyete, stres ve DYKİ/KÜ-Q2oL skorları kötü uyku kalitesi olan hastalarda, iyi uyku kalitesi olan hastalara göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti. Sonuç: Ürtiker tedavisi tipik olarak semptomatiktir ve kaşıntı ve kabarıklık semptomlarını azaltmayı amaçlar. Ancak, klinisyenler psikolojik komorbiditelerin ve uyku bozukluklarının farkındaysa hastaların iyilik haline katkıda bulunabilirler. (SETB-2024-10-167) |
8. | Venom İmmünoterapisi: Klinik Özellikler, Tedavi Yanıtları ve Yan Etkiler - Gerçek Yaşam Verileri Venom Immunotherapy in Patients: Clinical Characteristics, Treatment Outcomes, and Real-Life Safety Data Serenay Ozen Cokelez, Sefika Ilknur Kokcu Karadag, Recep SancakPMCID: PMC11983015 doi: 10.14744/SEMB.2024.93824 Sayfalar 44 - 49 Amaç: Venom spesifik immünoterapi, bal arısı ve yaban arısı zehir alerjilerinin tedavisinde altın standart olarak kabul edilmektedir. Bu çalışma, bal arısı ve yaban arısı zehir alerjisi teşhisi konmuş ve immünoterapiye başlamış hastaların klinik özelliklerini ve tedavi sonuçlarını değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Yöntemler: Bu çalışma, bal arısı ve yaban arısı zehir alerjisi olan ve Ondokuz Mayıs Üniversitesinde venom immünoterapisine başlayan 43 hastanın verilerini kapsamaktadır. Hastaların demografik özellikleri, atopi hastalık geçmişi, alerji geçmişi, bal arısı ve yaban arısı sokmalarının özellikleri, reaksiyonların şiddeti, laboratuvar değerleri, uygulanan tedaviler ve yan etkiler retrospektif olarak incelenmiştir. Bulgular: Çalışmamıza dahil edilen 43 hastanın 9'u (%20.9) kadın, 34'ü (%79.1) erkekti. Hastaların %34.8'inde atopi hastalığı geçmişi, %51.1'inde ise ailede alerji öyküsü mevcuttu. Sistemik reaksiyonların şiddeti Müller's sınıflamasına göre değerlendirildi ve en sık görülen reaksiyonlar %48.8 ile derece 4 reaksiyonlar oldu. Venom immünoterapi uygulanan 43 hastanın 28’ine (%65,1) Apis mellifera, 9’una (%20,9) Vespula vulgaris ve 6’sına (%14) her iki tür için de tedavi uygulanmıştır. Hastaların 26'sına Apis mellifera venom immünoterapisi (VIT), 17'sine ise Vespula vulgaris venom immünoterapisi uygulandı. On iki hasta, VIT sırasında yan etki yaşadı ve iki vaka hastaların tedaviye devam etmek istememesi nedeniyle sonlandırıldı. VIT sırasında veya sonrasında tekrar sokulan 22 hastanın sistemik reaksiyonları daha hafif seyretti. Sonuç: Bu çalışma, bal arısı ve yaban arısı zehir alerjisi olan hastaların demografik ve klinik özelliklerini tanımlayarak VIT tedavisinin etkinliğini vurgulamaktadır. Venom immünoterapisi ile ilgili yan etkiler görülmesine rağmen, önceki çalışmalar ve bulgularımız, bu yan etkilerin sokmalar sonucu oluşan sistemik reaksiyonlardan daha şiddetli olmadığını göstermektedir. VIT sırasında veya sonrasında tekrar sokulan hastalarda ciddi sistemik reaksiyonların olmaması, immünoterapinin etkinliğini desteklemektedir. (SETB-2024-06-107) |
9. | Türkiye Genelinde İnfluenza Olgularının İncelenmesi ve Fataliteyle İlişkili Risk Faktörlerinin Belirlenmesi Investigation of Influenza Cases and Risk Factors Associated with Fatality in Türkiye Semanur Kuzi, Fazilet Duygu, Irfan SencanPMCID: PMC11983025 doi: 10.14744/SEMB.2024.64614 Sayfalar 50 - 58 Amaç: İnfluenza, öncelikli olarak solunum sistemini etkileyen bulaşıcı bir hastalıktır ve özellikle risk faktörleri olan kişilerde yüksek morbidite ve mortaliteye yol açabilir. Bu çalışmada, 2014-2015 influenza sezonunda Türkiye genelinde influenza pozitif hastaların epidemiyolojik olarak incelenmesi ve hastalık şiddeti ve ölümle ilişkili risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Metod: Sentinel ve non-sentinel influenza sürveyansı kapsamında, klinik vaka tanımına uyan bireylerden alınan örnekler, vaka bilgi formları ile birlikte Türkiye Halk Sağlığı Kurumu İnfluenza Referans Laboratuvarı’na gönderilmektedir. 2014-2015 influenza sezonunda influenza PCR sonucu pozitif çıkan hastaların vaka bilgi formları retrospektif olarak incelenmiştir. Demografik veriler analiz edilmiştir. Hastalık ciddiyeti ve fatalite ile ilişkili risk faktörleri ileri analizler ile değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmaya 1330 hasta dahil edilmiştir. Hastaların 684’ü (%51,4) kadındır. Ortanca yaş 42,8'dir (IQR: 23-61). 154 hasta (%11,9) ölmüştür. Ölen hastalarda ortanca yaş 60,2’dir (IQR: 39.8-75). Ölen hastalarda 65 yaş üstü olma, sağ kalan hastalara göre 3,4 kattır [OR=3,4 (95% CI=2,4-4,9)]. Ölen hastalarda influenza A (H1N1) pozitifliği, hayatta kalanlara kıyasla 4,8 kat olarak saptanmıştır [OR=4,8 (95% CI=3,2-7,2)] ve ölenlerde kronik hastalık varlığı, sağ kalan hastalara kıyasla belirgin olarak fazladır [OR=3,4 (95% CI= 2,3-5,1)]. Sonuç: İnfluenza A H1N1 ile enfekte olmak, 65 yaş ve üzerinde olmak ve kronik hastalıkların varlığı artan ölüm oranıyla ilişkili olarak bulunmuştur. Kronik hastalığı olanların ve yaşlıların aşılanması, temas önlemleri hakkında bilgilendirilmesi ve semptomlar ortaya çıktığında gecikmeden sağlık birimlerine başvurmasının teşvik edilmesi, morbidite ve mortaliteyi azaltmak için önemlidir. (SETB-2024-08-133) |
10. | Plazminojen Aktivatör İnhibitör-1 Antagonistlerinin antifibrotik Etkileri Epidural Fibrozisli Sıçanlarda Gözlenmiştir The Antifibrotic Effects of Plasminogen Activator Inhibitor-1 Antagonists are Observed in Rats with Epidural Fibrosis Pinar Kuru Bektasoglu, Adnan Somay, Julide Hazneci, Ali Borekci, Bora GurerPMCID: PMC11983027 doi: 10.14744/SEMB.2024.75301 Sayfalar 59 - 63 Amaç: Epidural fibrozis, laminektomi sonrası lokal onarım mekanizmalarının bir parçası olarak ortaya çıkar. Sinir dokusunun etrafındaki yapışma ağrıya ve sakatlığa neden olabilir. Bu çalışmada, plazminojen aktivatör inhibitörü-1 (PAI-1) antagonistlerinin sıçan laminektomi modelinde olası antifibrotik etkilerini araştırdık. Yöntemler: Sıçanlar rastgele olarak kontrol, TM5441 ve TM5484 gruplarına (grup başına n=6) ayrıldı. Kontrol grubuna sadece laminektomi uygulandı. Tedavi gruplarında PAI-1 antagonistlerinin intragastrik uygulaması cilt kapatıldıktan sonra yapıldı. Dört hafta sonra epidural fibrozis makroskobik ve histopatolojik olarak incelendi. Bulgular: TM5441 ve TM5484 gruplarında makroskopik epidural fibrozis skoru kontrol grubuna göre daha düşüktü (her iki grup için p<0,001). Mikroskobik epidural fibrozis skoru da TM5441 ve TM5484 gruplarında azaldı (p>0,05, her iki grup için). TM5441 ve TM5484 gruplarında fibroblast hücre yoğunluğu sınıflandırma skorları kontrol grubuna göre daha düşüktü (her iki grup için de p>0,05). Fibrozis kalınlığı TM5441 ve TM5484 gruplarında kontrol grubuna göre daha düşüktü (her iki grup için p<0,01). Sonuç: Plazminojen aktivatör inhibitörü‑1 antagonistleri epidural fibrozisin önlenmesinde bir tedavi alternatifi olabilir. (SETB-2024-11-180) |
11. | Hangi Beslenme Skorlama Sistemi, Allojenik Kök Hücre Nakli Alıcılarında Nakil Sonuçlarını En İyi Şekilde Tahmin Eder? Beslenme Risk İndeksi, Prognostik Beslenme İndeksi ve Beslenme Durumu Skorunun Karşılaştırılması Which Nutritional Scoring System Best Predicts Transplant Outcomes in Allogeneic Stem Cell Recipients? A Comparison of Nutritional Risk Index, Prognostic Nutritional Index, and Controlling Nutritional Status Sidika Gulkan Ozkan, Suna Avci, Ada Urusak, Arif Ataberk Buyukyatikci, Ali Kimiaei, Seyedehtina Safaei, Yuksel Altuntas, Yuksel Asli Ozturkmen, Zeynep Asli Durak, Mehmet Serdar Yildiz, Hasan Atilla OzkanPMCID: PMC11983031 doi: 10.14744/SEMB.2025.74050 Sayfalar 64 - 75 Amaç: Beslenme durumu, allojenik hematopoietik kök hücre nakli (allo-HKHN) sonuçlarını önemli ölçüde etkiler. Çeşitli indeksler arasında, Beslenme Risk İndeksi (Nutrition Risk Index -NRI), Prognostik Beslenme İndeksi (Prognostic Nutrition Index-PNI) ve Beslenme Durumunu Kontrol Etme ( Controling Nutrition Status-CONUT) puanları, prognostik araçlar olarak potansiyel taşımaktadır. Bu çalışma, nakil sonuçları için bu araçların tahmin edici faydalarını karşılaştırmaktadır. Yöntemler: Ekim 2022 ile Temmuz 2024 arasında ilk kez allo-HKHN yapılan 41 hasta üzerinde retrospektif bir analiz yapılmıştır. Beslenme puanları, nakil öncesi veriler kullanılarak hesaplanmış ve mortalite ve nükssüz mortalite ile olan ilişkileri değerlendirilmiştir. Tahmin doğruluğunu değerlendirmek için alıcı işletim karakteristik (ROC) eğrileri ve çok değişkenli lojistik regresyon kullanılmıştır. Bulgular: CONUT puanı, mortalite (AUC: 0.771, p=0.026) ve nükssüz mortalite (AUC: 0.806, p=0.047) için en yüksek prognostik doğruluğu göstermiştir. Yüksek CONUt skoru mortalitenin tek bağımsız prediktörü (OR: 2.180, p=0.028) ve nükssüz mortalite ile ilişkili tek beslenme skoru olarak bulundu. NRI (AUC: 0.737, p=0.040) ve PNI (AUC: 0.803, p=0.008) de mortalite ile ilişkiliydi ancak bağımsız prediktif değer taşımamaktaydılar. Sonuçlar: CONUT puanı, allo-HKHN hastalarında mortalite ve NRM'yi tahmin etmede en etkili beslenme değerlendirme sistemi olarak öne çıkmıştır. Basitliği ve önemli klinik parametrelerin entegrasyonu, erken risk stratifikasyonu ve hedefli müdahaleler için değerli bir araç olmasını sağlamaktadır. Bu bulguları doğrulamak ve beslenme yönetimi stratejilerini geliştirmek için daha büyük kohortlarla yapılacak daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır. (SETB-2024-12-210) |
12. | Proliferatif Diyabetik Retinopatide Midkine'nin Rolünü Çözmek: Hipoksiye Bağlı Anjiyogenezden Çıkarımlar Unraveling the Role of Midkine in Proliferative Diabetic Retinopathy: Implications from Hypoxia-Induced Angiogenesis Ece Ozal, Sadik Altan Ozal, Riza Serttas, Suat ErdoganPMCID: PMC11983029 doi: 10.14744/SEMB.2025.29964 Sayfalar 76 - 82 Amaç: Bu çalışma, proliferatif diyabetik retinopati (PDR) olan hastaların vitreusundaki midkine (MK) ekspresyonunu diyabetik olmayan bireylerle karşılaştırarak, MK’nin PDR patogenezindeki potansiyel rolünü aydınlatmayı amaçlamaktadır. Yöntemler: Bu prospektif kesitsel çalışma, pars plana vitrektomi (PPV) ameliyatı geçiren üç hasta grubunu içermektedir. Epiretinal membran ve makula deliği için ameliyat edilen ve diyabet mellitus (DM) olmayan hastalar birinci grup (kontrol) olarak kabul edildi. İkinci grup, PDR’ye sekonder vitreus hemorajisi (VH) ve traksiyonel retina dekolmanı (TRD) nedeniyle ameliyat edilen, ancak ameliyat öncesinde anti-VEGF tedavisi yapılmayan hastalardan oluşuyordu (Preoperatif anti-VEGF uygulaması olmayan: NPa-VEGF). Üçüncü grup, VH ve TRD nedeniyle ameliyat edilen ve pars plana vitrektomi (PPV) ameliyatından bir hafta önce intravitreal anti-VEGF enjeksiyonu yapılan hastalardan oluştu (preoperatif anti-VEGF uygulaması yapılan: Pa-VEGF). Vitreus örneklerinde bulunan MK, interlökin (IL) -6 ve IL-8 konsantrasyonları, spesifik kitler kullanılarak Enzime Bağlı İmmunosorbent Assay (ELISA) yöntemi ile belirlendi. Bulgular: Çalışma, PPV geçiren toplam 49 hastanın 49 gözünü içermektedir. NPa-VEGF (n=15) ve Pa-VEGF (n=14) gruplarının vitreus örneklerinde IL-6 ve IL-8 konsantrasyonları, kontrol (n=20) grubuna göre anlamlı bir farklılık göstermedi (p>0.05). Hastaların vitreus sıvısında NPa-VEGF (p<0.007) ve Pa-VEGF (p<0.046) gruplarında kontrol grubuna göre anlamlı derecede daha yüksek MK konsantrasyonları bulundu. NPa-VEGF ve Pa-VEGF grupları arasında MK seviyelerinde anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05). Sonuç: Bu bulgular, vitreustaki artmış MK ekspresyonunun PDR patogenezi ile ilişkili olabileceğini düşündürmektedir. Bu ilişkinin altında yatan kesin mekanizmaları aydınlatmak ve MK'nin PDR yönetimi için potansiyel bir tedavi hedefi olarak keşfedilmesi için daha fazla çalışma gereklidir. (SETB-2024-07-121) |
13. | Akıllı Telefon Kullanımının Sağlık Çalışanları Arasında Kas-İskelet Sistemi Ağrılarına Etkisi: Kesitsel Bir Çalışma Effect of Smartphone Use on Musculoskeletal Pain Among Healthcare Workers: A Cross-Sectional Study Enes Efe Is, Selda Ciftci Inceoglu, Banu KuranPMCID: PMC11983019 doi: 10.14744/SEMB.2025.36518 Sayfalar 83 - 88 Amaç: Bu çalışma, farklı mesleklerdeki sağlık çalışanlarında akıllı telefon kullanımı ile kas-iskelet sistemi ağrısı arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçlamaktadır. Araştırmamızda, işle ilgili ve kişisel akıllı telefon kullanımı, fiziksel aktivite, temporomandibular disfonksiyon ve boyun sakatlığına odaklanarak akıllı telefon alışkanlıkları ile kas-iskelet sistemi ağrısının yaygınlığı ve şiddeti arasındaki ilişki incelenmiştir. Yöntemler: Araştırmada Şişli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne bağlı sağlık çalışanlarını hedef alan, Google Formlar aracılığıyla gerçekleştirilen kesitsel bir anket tasarımı kullanılmıştır. Anket, demografik ve mesleki bilgileri, sağlık koşullarını, akıllı telefon bağımlılığını, fiziksel aktivite düzeyini, kas-iskelet sistemi ağrısını ve ağrıya bağlı sakatlığı değerlendiren 99 sorudan oluşuyordu. Bulgular: Toplam 207 hastane personelinin yanıtları analize dahil edildi. Daha yüksek akıllı telefon bağımlılığı puanlarına sahip katılımcılar, önemli ölçüde daha genç bir ortalama yaş sahipti ve pandemi sonrası akıllı telefon kullanımının arttığı görüldü. Gruplar arasında fiziksel aktivite düzeylerinde anlamlı bir fark bulunamadı. Bununla birlikte, daha yüksek bağımlılık puanına sahip olanlarda çene ve dirseklerde daha sık ağrı, daha yüksek boyun sakatlığı puanı ve daha yüksek temporomandibular disfonksiyon prevalansı saptandı. Çalışma ayrıca akıllı telefon bağımlılığı ile birden fazla bölgede kas-iskelet sistemi ağrısı arasında anlamlı bir ilişki olduğunu gösterdi. Sonuç: Bulgular, sağlık çalışanları arasında akıllı telefon bağımlılığının, özellikle çene ve dirseklerde olmak üzere belirli kas-iskelet sistemi ağrıları ve artan boyun sakatlığı puanları ile ilişkili olduğunu göstermektedir. Çalışmamız, sağlık çalışanları arasında daha sağlıklı akıllı telefon alışkanlıklarını teşvik etmek ve kas-iskelet sistemi ağrılarını azaltmak için hedefe yönelik müdahalelere olan ihtiyacın altını çizmektedir. Akıllı telefon kullanımının sağlık çalışanlarının refahı ve mesleki performansı üzerindeki daha geniş etkilerini araştırmak için daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır. (SETB-2024-10-177) |
14. | Monosemptomatik Enürezisli Çocukların Yaşam Kalite Düzeylerinin Değerlendirilmesi Impact of Nocturnal Enuresis on Health-Related Quality of Life in Children Emre Aygun, Sibel Tugce Aygun, Yelda Turkmenoglu, Ahmet Irdem, Hasan DursunPMCID: PMC11983024 doi: 10.14744/SEMB.2024.02679 Sayfalar 89 - 97 Giriş ve Amaç: Bu çalışmanın temel amacı, enürezis nokturnanın (NE) çocuklarda Sağlıkla İlişkili Yaşam Kalitesi (SİYK) üzerindeki etkilerini SİYK alanlarına özel bir vurgu yaparak değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem: Çalışmamız, NE'li çocukların ebeveynleri ile birlikte alındığı bir vaka-kontrol çalışmasıdır. Enürezisi olmayan yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş çocuklar kontrol grubu olarak çalışmaya alınmıştır. SİYK değerlendirmek için Alman Yaşam Kalitesi Anketi'nin (KINDL) yaşa uygun çocuk ve ebeveyn versiyonları kullanılmıştır. Hastaların klinik,demografik özellikleri ve aile verileri toplanmıştır. SİYK ve alan skorları hastalar ve kontrol grupları arasında karşılaştırılmıştır. Bulgular: Enürezisli 100 çocuk ile 100 kontrol grubu çocuk ebeveynleri ile birlikte çalışmaya alınmıştır Hastaların yaş ortalaması 9.58±2.77 yıldı ve kontrol grubundan farklı değildi. Çocukların %55'i NE için tedavi almaktaydı. En yaygın tedavi yöntemi; gece uyandırmaydı (%40). En sık kullanılan ilaç, desmopressin idi. Sağlıkla ilişkili yaşam kalitesi ortanca puanı NE'li çocuklarda: 78.8 [69.2-83.3] iken kontrol grubunda: 90 [86.7-91.7] idi (p<0.001). Tüm alanlarda, ortanca puanlar NE'li çocuklarda kontrol grubuna kıyasla anlamlı derecede düşüktü. Sonuç: NE'li çocuklar, NE'li olmayan çocuklara kıyasla anlamlı derecede daha düşük SİYK puanına sahipti. Tüm alan skorları da NE'li çocuklarda kontrol grubuna kıyasla anlamlı derecede düşük saptanmıştır. (SETB-2024-08-142) |
15. | Merkezi Sinir Sistemi Lenfomaları: Tek Merkez Deneyimi Primary Central Nervous System Lymphomas: A Single-Center Experience Sidika Gulkan Ozkan, Seyedehtina Safaei, Ali Kimiaei, Zeynep Asli Durak, Mehmet Serdar Yildiz, Yuksel Asli Ozturkmen, Hasan Atilla OzkanPMCID: PMC11983030 doi: 10.14744/SEMB.2025.24022 Sayfalar 98 - 105 Amaç: Primer merkezi sinir sistemi lenfoması (PMSSL), nadir ve agresif bir non-Hodgkin lenfoma (NHL) türüdür. Bu çalışma, tek bir merkezde PMSSL'li hastaların özelliklerini, tedavi yaklaşımlarını ve sonuçlarını araştırmayı amaçladı. Yöntemler: Ekim 2022 ile Temmuz 2024 arasında kurumumuzda tedavi edilen 11 PMSSL hastasını retrospektif olarak analiz ettik. Hasta demografisi, klinik özellikler, tedavi yöntemleri ve sonuçları değerlendirildi. Bulgular: Hastaların medyan yaşı 65 olup, erkeklerde baskınlık (%63,64) gözlendi. Medyan takip süresi 10 aydı. Tüm hastalar immünokompetan olup, %90,91’i diffüz büyük B hücreli lenfoma (DBBHL) tanısı almıştı. Tanı anında hastaların %81’i yüksek doz metotreksat tedavisi almaya uygun olarak değerlendirildi. Rituksimab, metotreksat, prokarbazin, vinkristin en yaygın birinci basamak tedavi yöntemiydi (%45,45). İlk tedaviye tam yanıt oranı %80 olarak belirlendi. Tedaviye bağlı mortalite oranı %9,09’du. Hastaların %72,73’üne otolog hematopoetik kök hücre nakli (OKHN) yapıldı ve en sık kullanılan hazırlık rejimi rituksimab-tiothepa-karmustin oldu. Tedaviye bağlı toksisiteler hastaların %50’sinde, nakil ile ilişkili komplikasyonlar ise %87,50’sinde görüldü. Nakil ile ilişkili mortalite oranı %25 olarak tespit edildi. OKHN uygulanan hastalarda relaps oranı %25’ti. Mortalite oranı %36,36 olup, serebellar tutulumun daha yüksek mortalite oranıyla anlamlı şekilde ilişkili olduğu bulundu (p=0,045). Sonuç: Bu çalışma, PMSSL tedavisinde metotreksat bazlı rejimlerin ve OKHN'nin etkinliğini göstermiş ve yüksek tam yanıt oranlarına ulaşılmıştır. Ancak, tedaviye bağlı toksisite ve mortalitenin önemli bir insidansı, bu hastalığın yönetimindeki zorlukların devam ettiğini vurgulamaktadır. Ayrıca, serebellar tutulum ile artan mortalite arasındaki ilişki daha fazla araştırma gerektirmektedir. Bu bulguların doğrulanması için daha geniş çaplı prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır. (SETB-2024-11-192) |
16. | Prematüre Hastalarda Total Parenteral Beslenmenin Plazma Alüminyum Düzeyleri Üzerine Etkileri The Effects of Total Parenteral Nutrition on Plasma Aluminum Levels in Premature Semra Bahar Akin, Ali Bulbul, Umut Zubarioglu, Mesut DursunPMCID: PMC11983012 doi: 10.14744/SEMB.2024.27837 Sayfalar 106 - 112 Amaç: Alüminyum vücutta birikerek zihinsel gelişimi bozar. kemik mineral yapısını etkiler ve karaciğerde kolestaza neden olur. Prematüre bebeklerde parenteral beslenme ve alüminyum geçişinin araştırılması amaçlandı. Yöntem: Çalışmamız tek merkezli prospektif bir çalışma olarak planlandı. Gebelik haftalarında ≤32 ve/veya ağırlığı 1500 gramın altında olan 45 bebek dahil edildi. Tüm bebeklerden doğumda kordon kanı örnekleri alındı. Ve 14. günde kandaki alüminyum seviyeleri, kordon kanındaki alüminyum seviyeleriyle karşılaştırıldı. Sonuçlar: Hastaların kordon kanından değerlendirilen alüminyum düzeyleri 3.35±1.73 g/L (18-9.7 g/L). 14. günde bildirilen düzeyler ise 4.79±3.54 (1.6-18.6 g/L) idi. Alüminyum seviyeleri 1.44±3.86 (0.28-2.60) f/L arttı ve bu istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0.021). Alüminyum düzeylerindeki artış. furosemidin uygulandığı gün sayısıyla yüksek oranda ilişkiliydi (p=0.012). 10 günden fazla parenteral beslenme alan hastaların serum alüminyum düzeylerindeki artış anlamlı olarak daha yüksek bulundu ancak istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Parenteral solüsyonların içerikleri incelendiğinde ilk yedi günde uygulanan kalsiyum ve magnezyum düzeyleri ile on dördüncü gündeki serum alüminyum düzeyleri arasında pozitif yönde önemli bir korelasyon olduğu görüldü. (sırasıyla p=0.044 ve p=0.008) Sonuç: Parenteral beslenmeyle beslenen prematüre bebeklerde serum alüminyum düzeyindeki artış, oral beslenenlere göre istatistiksel olarak anlamlı bulundu. Daha uzun parenteral beslenme, serum alüminyum düzeylerinde daha büyük bir artışla ilişkilendirildi. (SETB-2023-09-181) |
17. | Terapotik Hipotermi Uygulanan Hipoksik İskemik Ensefalopatili Yenidoğanlarda Beslenme Enteral Nutrition in Newborns with Hypoxic - Ischemic Encephalopathy Undergoing Therapeutic Hypothermia Mehmet Fatih Deveci, Zehra Arslan, Ayse Unal Yuksekgonul, Osman KosekPMCID: PMC11983020 doi: 10.14744/SEMB.2025.34356 Sayfalar 113 - 118 Amaç: Klinisyenler hipoksik-iskemik ensefalopati tanısı almış hastaların beslenmesi konusunda nekrotizan enterokolit ve beslenme intoleransı riski nedeniyle şüphecidirler. Bu hastaların beslenme protokolleri hala belirsizdir. Biz, terapötik hipotermi (TH) tedavisi alan bu hastalarda beslenmeye başlama zamanını ve ilgili durumları araştırmayı amaçladık. Metot: Bu retrospektif tek merkezli çalışmada, Ocak 2022 ile Haziran 2023 arasında ünitemizde yatan ve TH alan hastalar değerlendirildi. TH sırasında ve TH'den sonra beslenmeye başlayanlar sırasıyla erken enteral beslenme (EEB) ve geç enteral beslenme (GEB) grupları olarak tanımlandı. İki grup arasında analizler yapıldı. Bulgular: Çalışmamızda 40'ı EEB grubunda ve 51'i GEB grubunda olmak üzere toplam 91 hasta değerlendirildi. GEB grubunda doğum ağırlığına ulaşma süresi (10 [5-22] - 7,5 [5-25] gün, p<0,001), tam enteral beslenmeye geçiş süresi (10 [6-20] - 7 [5-18] gün, p<0,001), hastanede kalış süresi (13 [8-43] - 9 [7-35] gün, p<0,001) EEB grubuna göre daha uzundu. Sonuç: TH beslenmeye başlamanın önünde bir engel değildir. Bu hastalarda beslenmeye erken dönemde başlanması beslenme komplikasyonlarını artırmaz ve taburcu olma sürelerini kısaltır. (SETB-2025-01-014) |
18. | Geç Fetal Büyüme Geriliği Olan Hastalarda Fetal MCA Doppler'deki Diyastolik Yavaşlama Alanı ile Olumsuz Neonatal Sonuçlar Arasındaki İlişki Relationship Between Adverse Neonatal Outcomes and Diastolic Deceleration Area on Fetal MCA Doppler in Patients with Late Fetal Growth Restriction Gulsan Karabay, Zeynep Seyhanli, Betul Tokgoz Cakir, Gizem Aktemur, Serap Topkara Sucu, Nazan Vanli Tonyali, Mevlut Bucak, Recep Taha Agaoglu, Ahmet Arif Filiz, Huseyin Levent Keskin, Umut Karabay, Seda Aydogan, Gulsah DagdevirenPMCID: PMC11983021 doi: 10.14744/SEMB.2025.73368 Sayfalar 119 - 126 Amaç: Bu çalışma, yeni bir Doppler ultrason parametresi olan Diyastolik Yavaşlama Alanı’nın (DDA), geç başlangıçlı fetal büyüme geriliği (FGR) olan fetüslerde olumsuz neonatal sonuçları öngörme potansiyelini değerlendirmeyi amaçladı. Fetal izlemde yaygın olarak kullanılan serebroplasental oran (CPR), umbilikoserebral oran (UCR) ve serebroplasental-uterin oran (CPUR) gibi Doppler parametrelerinin öngörü değeri değişkenlik göstermektedir. Fetal hipoksiye adaptasyonda serebral kan akımı değişimi göz önüne alındığında, DDA’nın fetal distres ve olumsuz perinatal sonuçlar için güvenilir bir gösterge olup olmadığını araştırdık. Yöntemler: Bu prospektif vaka-kontrol çalışması, Ocak 2024 ile Temmuz 2024 tarihleri arasında yürütülmüş olup, 45’i geç başlangıçlı FGR tanısı almış ve 45’i gebelik yaşına göre eşleştirilmiş sağlıklı kontrol grubundan olmak üzere toplam 90 gebe dahil edilmiştir. Doppler ultrason ölçümleri umblikal arter, uterin arter, orta serebral arter Doppler parametreleri ile CPR, UCR, CPUR ve DDA’yı içerecek şekilde gerçekleştirildi. Birincil sonuç, neonatal yoğun bakım ünitesine (NYBÜ) kabul, neonatal sepsis, solunum sıkıntısı, düşük APGAR skorları ve düşük kord kan pH’ı gibi olumsuz neonatal olayları öngörme yeteneğiydi. Alıcı İşletim Karakteristiği (ROC) eğrisi analizi, Doppler parametrelerinin öngörü değerini belirlemek için kullanıldı. Bulgular: DDA değerleri, FGR grubunda kontrol grubuna kıyasla anlamlı derecede daha yüksek bulundu (p<0,001). >7,23 kesme noktasıyla DDA, %50 duyarlılık ve %88 özgüllük göstererek, olumsuz neonatal sonuçları tahmin etmede en özgül Doppler parametresi olarak değerlendirildi. Karşılaştırmalı olarak, CPR (kesme noktası ≤2,11), UCR (kesme noktası >0,46) ve CPUR (kesme noktası ≤1,36) daha yüksek duyarlılığa (%96, %96, %54) sahipken, daha düşük özgüllük gösterdi (%32, %31 ve %85, sırasıyla). Sonuç: DDA, geç başlangıçlı FGR’de risk altındaki fetüsleri belirlemede umut vadeden bir Doppler parametresi olabilir. Yüksek özgüllüğü, geleneksel Doppler parametreleri ile birlikte kullanıldığında, risk değerlendirmesini ve klinik karar alma sürecini iyileştirebileceğini göstermektedir. Bu parametrenin perinatal bakımda klinik kullanımını doğrulamak için daha fazla çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır. (SETB-2025-01-05) |
19. | Çocuklarda Mezenterik Lenfadenopatinin Klinik Değerlendirilmesi ve Sonuçları: Kesitsel Çalışma Clinical Evaluation and Outcomes of Mesenteric Lymphadenopathy in Children: A Cross-Sectional Analysis Bekir Yukcu, Zeynep Yildiz Yildirmak, Alper Ozel, Dildar Bahar GencPMCID: PMC11983026 doi: 10.14744/SEMB.2025.59752 Sayfalar 127 - 133 Amaç: Bu prospektif çalışma, çocuklarda mezenterik lenfadenopatinin (ML) etiyolojisi, klinik özellikleri ve sonuçlarını değerlendirerek, klinik önem ve yönetimi konusunda stratejiler geliştirmeyi amaçlamaktadır. Gereç ve Yöntemler: Prospektif Kesitsel ve tek merkezli olan bu çalışma Temmuz 2016 ve Mayıs 2017 tarihleri arasında yürütülmüştür. Abdominal ultrasonografi ile ML tanısı konulan 1 ay-18 yaş arası çocuk hastaları içermektedir. Malignite, akut enfeksiyon, devam eden kortikosteroid veya antibiyotik tedavisi alan ve takibe gelmeyen hastalar çalışma dışı bırakıldı. Hastaların demografik, klinik ve laboratuvar verileri toplandı ve analiz edildi. İstatistiksel analiz SPSS versiyon 25 kullanılarak yapıldı. Gruplar arasında sayısal değişkenlerin karşılaştırılması için Mann-Whitney U testi kullanılırken, kategorik değişkenler için ki-kare ve Fisher's exact testleri uygulandı. P-değerinin 0.05'ten küçük olması istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Ortanca yaşı 7,4 yıl (8 ay-16,4 yıl) ve %55,7'si erkek olan toplam 106 hasta çalışmaya dahil edildi. Çoğunluğu (%63) 6-11 yaş arasındaydı. Karın ağrısı en sık görülen semptomdu (%64,2). ML vakalarının %99,1'i sağ alt kadranda lokalize idi. 1 aylık takip sonucunda lenf nodu boyutları vakaların %71,7'sinde normale gerilerken, %28,3'ünde patolojik boyutta kaldı. Antibiyotik kullanımı lenf nodu boyutlarında önemli bir değişiklik yapmamıştır. Altı aylık takip sonucunda 91 hastada yeni semptom veya tanı bildirilmemiştir. ML çoğunlukla idiyopatikti (%76,4); ikincil nedenler arasında gastrointestinal ve solunum yolu enfeksiyonları, akut karın ve Aailesel Akdeniz Aateşi yer alıyordu. Sonuç: Çocuklarda ML çoğunlukla iyi huylu ve kendi kendini sınırlayan bir hastalıktır. Çoğu vaka hiçbir tıbbi müdahale olmaksızın normale gerilemektedir. Karın ağrısı gibi semptomlarla birlikte olması ebeveynlerde anksiyeteye neden olsa da, hastaların dikkatli takip edilmesi ile gereksiz müdahaleler önlenebilir. Bu çalışma, konservatif tedavi yaklaşımının önemini vurgulamakta ve nadir görülen etiyolojilerin yanı sıra uzun vadeli sonuçların daha iyi anlaşılabilmesi için, daha geniş hasta kohortları ve daha uzun takip süreleriyle yürütülecek ileri araştırmalara ihtiyaç duyulduğunu ortaya koymaktadır. (SETB-2025-01-07) |
OLGU SUNUMU | |
20. | Vasküler Malformasyonda Rekonstrüktif Venöz Cerrahi: Palma Ameliyatı – Olgu Sunumu Reconstructive Venous Surgery in Vascular Malformation: Palma Operation – A Case Report Fatih Yanar, Oguzhan Sal, Berke Sengun, Ertan Emek, Ibrahim Fethi Azamat, Omer Avlanmis, Fatih Ata GencPMCID: PMC11983011 doi: 10.14744/SEMB.2024.01205 Sayfalar 134 - 137 Ekstremitelerin ana arter ve venlerinde yer alan damar yatağının konjenital morfolojik bozuklukları, kronik venöz yetmezliğe ve venöz kladikasyona neden olarak hastada girişim gerektirebilecek semptomlara neden olabilir. Günümüzde girişimsel radyoloji kullanılarak tedavi edilen bu vasküler malformasyonların yönetiminde girişimsel radyolojinin yetersiz kaldığı durumlarda cerrahi yaklaşım önem kazanmaktadır. Altmış beş yaşında erkek hasta, kliniğimize her iki alt ekstremitede de şişlik ifadesi ile başvurdu. Yapılan görüntülemeler ile semptomların, kronik venöz yetmezlğe neden olan bir vasküler malformasyon zemininde geliştiği görüldü. Yerleşim yeri nedeni ile girişimsel radyolojik müdahaleye uygun olmayan hastaya, Safeno-femoral veno-venöz bypass (Palma ameliyatı) ameliyatı ile venöz drenaj sağlandı. Ameliyat sonrası 15. günde herhangi bir şikayeti olmadan taburcu edildi. Girişimsel radyolojinin yeterli olmadığı alt ekstremite venöz malformasyonlarında Palma Operasyonu etkili bir cerrahi tedavi seçeneğidir. (SETB-2024-05-073) |
21. | Görünürde Cerrahi Lezyonu Olmayan Konjenital Fokal Hiperinsülinizmli Bir Infantın Başarılı Yönetimi Successful Management of an Infant with Congenital Focal Hyperinsulinism with No Apparent Lesion During Surgery Ebru Misirli Ozdemir, Teoman Akcay, Arzu Akdag, Cetin Ali Karadag, Mesut Demir, Canan Tanik, Aydilek Dagdeviren Cakir, Ahmet UcarPMCID: PMC11983018 doi: 10.14744/SEMB.2024.89021 Sayfalar 138 - 141 Konjenital hiperinsülinizm (HI), bebeklerde ve çocuklarda kalıcı hipogliseminin önde gelen nedenidir. Fokal pankreatik lezyonlar konjenital HI vakalarının %30-40'ını oluşturur. Erken tanı ile bu hastalar lezyonun rezeksiyonu ile tedavi edilebilir ve uzun süreli tıbbi bakım gereksiz hale gelir. Bu vakada, 5 günlük bir yenidoğan erkek çocuk yenidoğan yoğun bakım ünitesine yatırıldığında şiddetli ve inatçı hipoglisemiye bağlı konvülsiyon ile başvurdu. Laboratuvar çalışmaları, hipoglisemi sırasında uygunsuz bir şekilde normal insülin seviyeleri ile çok düşük keton cisimcikleri seviyelerini ortaya çıkardı. Hasta diazoksit tedavisine yanıt vermedi. Moleküler genetik analiz ABCC8 geninde heterozigot bir patojenik varyant olduğunu ortaya koymuştur. 18F-DOPA-PET/BT taramasında pankreas kuyruğundaki fokal lezyonla uyumlu olarak 18F-DOPA alımında artış görüldü. Üç aylıkken fokal pankreatektomi operasyonu yapıldı. Histopatolojik değerlendirme fokal endokrin hücre hiperplazisini doğruladı. Operasyondan sonra hipoglisemi tekrarlamadı. ABCC8 / KCNJ11 mutasyonu olan CHI hastalarının farmakoterapi ile yönetilmesi kolay değildir. CHI ile ilişkili tanımlanabilir bir fokal lezyon durumunda, cerrahi en çok tercih edilen seçenektir. Bizim vakamızda olduğu gibi fokal CHI'da lezyon görsel olarak belirgin olmayabilir ve CHI konusunda deneyimli bir cerrah gerektirir. (SETB-2024-02-039) |
EDITÖRE MEKTUP | |
22. | Henüz tamamlanmamış! (Türkçe) ChatGPT-4 Performance in Answering Patients' Questions About the Management of Type 2 Diabetes: Correspondence Hinpetch Daungsupawong, Viroj WiwanitkitPMCID: PMC11983017 doi: 10.14744/SEMB.2025.00344 Sayfalar 142 - 143 Makale Özeti | İngilizce Tam Metin |
23. | Henüz tamamlanmamış! (Türkçe) Reply to Letter to the Editor: "ChatGPT-4 Performance in Answering Patients' Questions About the Management of Type 2 Diabetes: Correspondence" Puren Gokbulut, Serife Mehlika Kuskonmaz, Cagatay Emir Onder, Isilay Taskaldiran, Gonul KocPMCID: PMC11983014 doi: 10.14744/SEMB.2025.28938 Sayfa 143 Makale Özeti | İngilizce Tam Metin |
DÜZELTME | |
24. | Henüz tamamlanmamış! (Türkçe) Corrigendum doi: 10.14744/SEMB.2025.15014 Sayfa 144 Makale Özeti | İngilizce Tam Metin |