DERLEME | |
1. | Primer Hiperparatiroidizmde Cerrahi Tedavi: Kime Hangi Tedavi? Surgical Treatment of Primary Hyperparathyroidism: Which Therapy to Whom? Nurcihan Aygun, Mehmet UludagPMID: 32377085 PMCID: PMC7192265 doi: 10.14744/SEMB.2019.56873 Sayfalar 201 - 214 Primer hiperparatiroidizm (pHPT) bir veya birden fazla paratiroid bezinden uygunsuz olarak otonom fazla paratiroid hormon (PTH) uretimine bagli olarak kalsiyum (Ca) metabolizmasinin regulasyonunda bozukluk sonucunda PTH ve Ca duzeylerinde artis veya bunlardan birinin (Ca, PTH) uygunsuz olarak normal olmasi ile karakterizedir. pHPT'nin %90-95'i ailesel oyku ve diger endokrin organ tumorleri ile iliskisi olmayan sporadik tip olup, %5-10'u herediterdir. pHPT'nin % 80-85'ine tek paratiroid adenomu, % 4-5'ine cift adenom, % 10- 15'ine coklu bez hiperplazisi ve % 1'den azina paratiroid kanseri neden olmaktadir. pHPT'nin tanisi biyokimyasal olarak koyulur. pHPT'nin tek kuratif tedavisi cerrahidir. pHPT'de ameliyat tercihi hastada herediter HPT olup olmamasina, cerrahi tedavi gerektirecek tiroid hastaligi olup olmamasina, yapilan preoperatif lokalizasyon calismalarina ve bu calismalardaki bulgulara gore, intraoperatif PTH kullanilma olanaklarina, cerrahin tercihine bagli olarak degisebilir. Mukemmel sonucu alabilmek icin preoperatif belirlenen cerrahi strateji, gerektiginde intraoperatif bulgulara gore revize edilebilir. pHPT'nin cerrahi tedavisinde 2 temel yaklasim, BBE ve MIP yontemleridir. BBE, pHPT'nin cerrahi tedavisinde mukemmel sonuclara sahip, altin standart olarak kabul edilen ve surekli gecerli bir opsiyon olmasina ragmen, gunumuzde MIP klinik ve radyolojik olarak tek bez hastaligi dusunulen secilmis hastalarda ideal yaklasimdir. Goruntulemenin negatif olmasi cerrahi endikasyonun olup olmadigini belirleyen kriter olmayip paratiroid cerrahisi icin kontrendikasyon degildir. Sporadik pHPT'nin cerrahi tedavisinde her iki yontem de guvenli ve etkili yontemler olmasina ragmen, her iki yontemin etkinligi ile ilgili tartismalar halen devam etmektedir. Temel olarak yapilan cerrahi girisim risk yarar dengesini iyi kurmali, persistan ve rekuren hastalik riskini minimalize ederek en yuksek kur oranini saglamali, komplikasyon riskini de arttirmamalidir. Kur oranini azaltan herhangi bir yontem persistan ve rekuren hastaliga bagli olarak ikincil paratiroidektomi riskini arttirmaktadir. Deneyimli cerrahlar tarafindan yapilan ikincil paratiroidektomilerde basari orani %90'in uzerinde olmasina ragmen, hastanin en dusuk komplikasyonla en yuksek kur orani ilk cerrahide elde edilebilir. Ayrica ikincil cerrahide komplikasyon oranlari daha yuksektir. Ikincil girisimlerde mumkun oldugunca goruntuleme klavuzlugunda selektif cerrahi uygulanmalidir. En az diseksiyonla ve en az morbidite ile en yuksek kurun saglanabilecegi cerrahi strateji belirlenmelidir. Bu calismada pHPT tanili hastalarda kime hangi cerrahi tedavinin uygulanabilecegini degerlendirmeyi amacladik. |
2. | Postprandiyal Reaktif Hipoglisemi Postprandial Reactive Hypoglycemia Yüksel AltuntaşPMID: 32377086 PMCID: PMC7192270 doi: 10.14744/SEMB.2019.59455 Sayfalar 215 - 220 Postprandiyal reaktif hipoglisemi gıda alımından 2-5 saat sonra oluşan hipoglisemi durumudur.ilk 2 saat içinde olursa alimenter, 3.saatte oluşur ise idiopatik, 4. saatten sonra oluşur ise geç reaktif hipoglisemi olarak adlandırılır. OGTT normal olup 4.satten sonra glisemisi 55 veya 60 mg/dl olan kimseler geç reaktif hipoglisemi olarak değerlendirilmeli ve eğer birinci dereceden yakınlarında diyabet yüklülüğü var ve de kilo artışı eşlik ediyorsa bu tip hipogliseminin tip 2 diyabeti kuvvetli şekilde predikte edebileceğini düşünmekteyiz. Bu yüzden geç reaktif hipoglisemiyi tanısını koymak ve de böylelikle muhtemel bir diyabetin prevansiyonunu da erkenden yapabilmek için için bu özelliliği olan kimselerden istenecek OGTT'in en az 4 saatlik olmasına dikkat edilmelidir.Bu şekilde yaşam tarzı değişikliği yanında tip 2 diyabetin prevansiyonu açısından geç reaktif hipoglisemisi olup bozulmuş açlık glikozu (IFG) olanlarda metformin, AGİ, yine geç reaktif hipoglisemisi olup bozulmuş glukoz toleransı (IGT) olanlarda da metformin, AGİ, TZD, DPP-IVInhibitors, GLP1RA tedavilerinin gerektiğinde diyabet prevansiyonunda yeni alternatif bir tedavi yaklaşımı olabileceğini düşünmekteyiz. |
ORIJINAL ARAŞTIRMA | |
3. | İstanbul Okan Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde gerçekleştirilen ilk 100 böbrek naklinin retrospektif analizi Retrospective Analysis of the first 100 Kidney Transplants at the Istanbul Okan University, Health Application and Research Center Murat Ferhat Ferhatoglu, Abdulcabbar Kartal, Taner Kıvılcım, Ali İlker Filiz, Abut Kebudi, Alp GurkanPMID: 32377087 PMCID: PMC7192273 doi: 10.14744/SEMB.2019.54533 Sayfalar 221 - 227 Amaç: Ağustos 2017’de başlayan İstanbul Okan Üniversitesi Hastanesi böbrek nakli programı kapsamında beş kadavradan, doksan bir canlı donörden olmak üzere 100 böbrek nakli 16 aylık süre içinde gerçekleştirildi. Bu yazıda böbrek nakli konusundaki deneyimlerimizi paylaşmayı amaçladık. Yöntem: İstanbul Okan Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi'nde böbrek nakli yapılan 100 hastanın retrospektif analizi yapıldı. Donör ve alıcı hastaların demografik özellikler, kreatinin düzeyleri, eşlik eden hastalıkları, donör hastaların renalanjio tomografi neticeleri, alıcı hastalarda gelişen postoperatif cerrahi komplikasyonlar, cerrahi sırasında gerçekleştirilen arteriyel anastomoz özellikleri değerlendirildi. Bulgular: Donör hastaların yaş ortalaması 44.05 ± 13.76 (18-71) idi. Tüm canlı donörlere ameliyat öncesi her iki böbreğin vasküler yapısını değerlendirmek için renal anjiyo tomografi yapmıştı. Sağ böbrekte aksesuar arter varlığı en sık gözlenen vasküler varyasyondu (% 16.5). Kronik böbrek hastalığı etiyolojisinde en sık gözlenen neden diabetes mellitus (% 36.4) ve hipertansiyon (% 15.6) idi. Ortalama sıcak ve soğuk iskemi süresi sırasıyla 1.82 ± 0.44 (1-3) ve 40.25 ± 6.12 (31-57) dakika idi. Postoperatif en sık gözlenen komplikasyon üreter anastomozunun darlığıydı (%4.1). Renal ve internal iliak arterler arasında uç uca arter anastomozu en çok tercih edilen anastomozdu (%57.2). Sonuç: Maliyet etkinliği açısından en uygun tedavi olan böbrek naklinin arttırılması hasta sağlığı ve ülke ekonomisi için faydalı olacaktır. |
4. | Kliniğimizde Uygulanan Laparoskopik Ürolojik Girişimler Sonrasında Gelişen Komplikasyonların Clavien Sistemi ile Sınıflandırılması Clavien System Classification of Complications Developed following Laparoscopic Urological Operations Applied in our Clinic Çetin Demirdağ, Sinharib Çitgez, Can ÖbekPMID: 32377088 PMCID: PMC7192280 doi: 10.14744/SEMB.2018.98700 Sayfalar 228 - 239 Amaç: Kliniğimizde 2005-2009 tarihleri arasında uyguladığımız 396 laparoskopik ürolojik girişimde gelişen komplikasyonlarının incelenmesi ve Clavien sınıflandırma sistemi ile sınıflandırılması.
Gereç ve Yöntemler: 2005-2009 tarihleri arasında uygulanan 396 laparoskopik operasyon sonrasında gelişen komplikasyonlar retrospektif olarak incelendi. Çalışmamız radikal ve basit nefrektomi (188), parsiyel nefrektomi (29), pyeloplasti (78), sakrokolpopeksi (16) ve radikal prostatektomi (85) uyguladığımız hastaları içermektedir. Hasta sayısı, uygulanan operasyon, hasta yaşı, American Society of Anesthesiologists (ASA) skoru ve gerçekleşen komplikasyonlar Clavien sistem ile sınıflandırıldı. İstatistiksel incelemede Fisher’s exact ve chi-square testleri kullanıldı. Bulgular: Toplam 75 hastada komplikasyon gelişti ve total komplikasyon oranı %18,9 olarak saptandı. Hasta gruplarına bakıldığında laparoskopik radikal ve basit nefrektomide %11,1; laparoskopik parsiyel nefrektomide %37,9; laparoskopik pyeloplastide %15,3; laparoskopik sakrokolpopekside %18,7 ve laparoskopik radikal prostatektomide %32,9 oranında komplikasyon ile karşılaşıldı. Clavien sistem ile sınıflandırıldığında komplikasyon oranları derece 1, 2, 3, 4, 5 için sırasıyla %11,6, %13,8, %1,2, %1, %0 olarak saptandı. Operasyon öncesi ASA skoru ile gelişen komplikasyonlar arasında istatistiksel anlamlı ilişki saptanmadı (p=0.02; Fisher’s exact test). Sonuçlar: Çalışmamız laparoskopik ürolojik girişimler sonucu gelişen komplikasyonların diğer merkezler ile karşılaştırmasında yardımcı olacaktır. |
5. | Kranio-orbital Tümörler; Klinik Sonuçlarımız ve Cerrahi Yaklaşım Cranio-Orbital Tumors: Clinical Results and A Surgical Approach Mustafa Kılıç, Barış Özöner, Levent Aydın, Burak Özdemir, İlhan Yılmaz, Ahmet Murat Müslüman, Adem Yılmaz, Halit Çavuşoğlu, Yunus AydinPMID: 32377089 PMCID: PMC7192274 doi: 10.14744/SEMB.2018.82698 Sayfalar 240 - 246 Giriş: Bu makalede cerrahi olarak zor bir anatomide olan kranio-orbital tümörlerin, cerrahi yaklaşımlarını ve klinik deneyimlerimizi paylaşmayı amaçladık. Materyal-metod: Ocak 2004 ile Aralık 2017 tarihleri arasında ekstraorbital – transkranial yolla opere edilmiş olan toplam 22 orbita tümörlü olgunun retrospektif olarak incelemesi yapıldı. Bilgiler hastane, operasyon ve poliklinik kayıtlarından elde edildi. Operasyon öncesi demografik veriler, oftalmolojik muayene bulguları, klinik ve radyolojik bulgular kayıt altına alındı. Tüm hastalara bu dönemde kranial manyetik rezonans (MR) ve kranial bilgisayarlı tomografi (BT) incelemesi yapıldı. Tümörün yeri, büyüklüğü ve komşu yapılarla ilişkisi bu incelemeler ışığında kayıt altına alındı. Bulgular: Lateral yaklaşım 12 olguda uygulandı. Lateral yaklaşım frontotemporal kraniotomi ile yapıldı. Oniki olgunun 3 tanesinde tümörün lateral-inferior yerleşimli olması nedeniyle zygoma osteotomisi klasik osteotomiye eklendi. On olguda ise anterior yaklaşım uygulanmış olup, 7 olguda frontal kraniotomi yeterli olup, 3 olguda ise subfrontal kraniotomi klasik kraniotomiye eklenmiştir. Sonuç: Transkranial cerrahi yaklaşım gerektiren orbital tümörlerde uygun cerrahi girişim seçimi ile yüksek rezeksiyon oranlarına ulaşılabilir. Cerrahi planlamada en önemli etken tümörün yerleşim yeri olmakla birlikte, tümörün büyüklüğü ve cerrahi çıkarım yüzdesindeki beklenti, önemli diğer etkenler arasındadır. Bizim serimizde düşük komplikasyon oranı, iyi görme alanı ve göz hareketleri sonuçları ile çoğu vakada yüksek eksizyon oranına ulaşılmıştır. |
6. | Karpal Tünel Sendromunun Cerrahi Tedavisinde Uygulanan Minimal İnvaziv Açık Cerrahi Yaklaşım ve Klinik Sonuçlarımız Minimally Invasive Open Surgical Approach and Outcomes for Carpal Tunnel Syndrome İsmail Yüce, Okan Kahyaoğlu, Halit Çavuşoğlu, Yunus AydinPMID: 32377090 PMCID: PMC7192267 doi: 10.14744/SEMB.2019.94759 Sayfalar 247 - 251 Amaç: Periferik tuzak nöropatilerin en sık karşılaşılanı karpal tünel sendromudur. Çalışmamızdaki amacımız karpal tünel sendromunun tedavisinde uygulanan minimal invaziv açık cerrahi yaklaşımı tanımlamak ve cerrahi sonuçlarını ortaya koymaktır. Yöntem: Kliniğimizde karpal tünel sendromu tanısı ile minimal invaziv açık cerrahi yaklaşım uygulanarak tedavi edilen 217 vaka çalışmamıza dahil edildi. Hastaların cerrahi tedaviden yarar görmelerinin değerlendirilmesi için ameliyat öncesi, ameliyattan 1 ay ve 3 ay sonra uygulanmış olan Visual Analog Skala (VAS) ve Fonksiyonel Durum Skalası (FDS) sonuçları kullanılarak incelendi. Bulgular: Vakaların yaş ortalaması 55,4±12,8 yıl (dağılımı 32-69) olup 175 (%80,6) vaka kadın 42 (%19,4) vaka erkekti. KTS nin etyolojisi değerlendirildiğinde 189 (%87,1) vaka idiyopatik, 19 (%8,8) vakada hipotroidi, 5 (%2,3) vakada romatoid artrit, 4 vakada (%1,8) gebeliğin yer aldığı görüldü. Ameliyat öncesi VAS ile ameliyat sonrası geç dönem arasındaki VAS değişimi 5,41±1,05 bulundu. FDS değişim 17,44±3,06. Skalaların değişimi istatistiksel olarak anlamlıydı. Sonıuç: Karpal tünel sendromunun cerrahi tedavisinde uygulanan minimal invaziv açık cerrahi yaklaşım lokal anestezi ile uygulanabilmekte (ortalama 1cm insizyon ile) ve başarılı cerrahi sonuçlar elde edilmektedir. |
7. | Myometrial invazyonu yarıdan az olan endometrium kanserlerinde histolojik tipe göre uterusun dışına tümör yayılımının araştırılması Investigation of Extra-Uterine Tumor Dissemination of Endometrial Cancers with Myometrial Invasion Less Than 50% According to Histologic Subtypes Alpaslan Kaban, Samet Topuz, Baki Erdem, Hamdullah Sözen, Yavuz SalihogluPMID: 32377091 PMCID: PMC7192279 doi: 10.14744/SEMB.2019.55770 Sayfalar 252 - 255 Amaç: Myometriuma invazyon oranı %50 den az olan non-endometrioid endometrial tümörlerin ekstra uterin metastaz oranlarını araştırmak Yöntemler: 2005-2015 yılları arasında iki jinekolojik onkoloji merkezinde endometrial kanser nedeniyle opere edilen hastalar klinik arşivlerden tarandı. Çalışmaya dahil etme kriterleri seröz, berrak hücre, undiferansiye veya karsinosarkom histolojileri ve yarıdan az miyometriyal invazyon idi. Her histolojik tip adneksiyal metastaz, lenf nodu metastazı (pelvik / paraaortik) ve omental metastaz için analiz edildi. Bulgular: Medyan yaşı 64 (34-72) olan toplam 116 hasta incelendi. Hastaların 57'si seröz (% 49.1), 29'u berrak hücreli (% 25.0), 27'si karsinosarkom (% 23.3), 3'ü (% 2.6) ise andiferansiye histolojik tipteydi. 15 hastada (% 12.9) adneksal metastaz (over / tuba), 10 hastada nodal metastaz (% 8.6) ve 15 hastada (% 12.9) omental metastaz saptandı. Adneksiyal metastaz oranları seröz tip için % 14, berrak hücre tipi için % 10 ve karsinosarkom için % 11 olarak hesaplandı. Omental metastaz oranları seröz tip için % 11, berrak hücre tipi için% 17 ve karsinosarkom için% 15 idi. Ekstra peritoneal nodal metastaz oranları seröz tip için% 12, berrak hücre tipi için % 7 ve karsinosarkom için% 4 olarak hesaplandı. Sonuç: Bu çalışmaya göre erken dönemde bile seröz, berrak hücreli veya karsinosarkom tiplerinde omental metastaz veya adneksal metastaz oranları yüksektir. Bununla birlikte, karsinosarkomdaki lenf nodu metastazı daha düşük görünmektedir. Bu hastalar için miyometriyal invazyonun derinliğine bakılmaksızın kapsamlı bir evreleme ameliyatı planlanmalıdır. |
8. | Depressor anguli oris kompozit flebinin transferinde mental sinirin korunmasının gerekliliği Requirement of the Preservation of Mental Nerve During the Transfer of Depressor Anguli Oris Composite Flap Selami Serhat Sirvan, Mehmet Oğuz YenidunyaPMID: 32377092 PMCID: PMC7192271 doi: 10.14744/SEMB.2019.04578 Sayfalar 256 - 262 Giriş: Geniş alt dudak defektlerinin kapatılmasında iyi estetik ve fonksiyonel sonuçlar elde etmek için cerrahların çabası halen devam etmektedir. Depresör anguli oris kası ile alt dudak rekonstrüksiyonu Tobin tarafından 1983 yılında tanımlanmıştır. Depresör anguli oris flebinin kompozit flebi duyusunun mental sinir tarafından taşındığı bu nedenle hazırlanması esnasında mental sinirin korunması gerektiği savunulmuş ve bu sav üzerine daha sonra yeterli araştırma yapılmamıştır. Materyal Metod: Kliniğimize alt dudakta kitle şikayeti ile başvuran ve kitle eksizyonu sonrasında %30 un üzerinde defekti olan 16 hastanın 9 unda mental sinir korunarak, 7 sinde mental sinir korunmaksızın DAO fleple rekonstrüksiyon yaparak duyu, fonksiyon ve estetik açıdan sonuçları değerlendirdik. Bulgular: Tek taraflı flep uygulanan vakalarda duyu ve genel komplikasyonlar açısından sonuçlar benzer olup özellikle çift taraflı flep uygulanan; mental sinirin korunduğu hastalarda flebin rotasyon arkının yetmezliği nedeniyle alt dudak orta hatta whistle deformitesi yada drooling tarzı komplikasyonlar oluşabilmektedir. Sonuç: Depresör anguli oris kasının defekte rotasyonunu kısıtlayan, rotasyon kısıtlaması nedeniyle ıslık deformitesi oluşmasına neden olan, karsinomlarda perinoral yayılma yoluyla kraniyal metastaz yolu olan mental sinirin; flep hazırlanması esnasında korunması hiçbir avantaj katmamakla birlikte birçok olumsuz duruma neden olmakta ve bu flebin nerdeyse unutulmasına neden olmaktadır. Flep içeriğindeki cilt ve mukozanın duyusu trigeminal sinirin bukkal dalı tarafından taşınmaktadır ve cerrahi esnasında mental sinirin korunmasına gerek yoktur. |
9. | Obesity, Hypertrichosis and Sex Steroids: Are these Factors Related to the Pilonidal Sinus Disease? Obesity, Hypertrichosis and Sex Steroids: Are these Factors Related to the Pilonidal Sinus Disease? Uğur Ekici, Murat Ferhat FerhatogluPMID: 32377093 PMCID: PMC7192277 doi: 10.14744/SEMB.2019.78800 Sayfalar 263 - 266 Amaç: Pilonidal sinüs hastalığı genellikle sakrokoksigeal bölge yerleşen ve ciltte - deri altı yağ dokusunda kronik enflamasyon ile ilerleyen bir hastalıktır. Bu çalışmada pilonidal sinüs hastalığı olan 298 hastanın hipertrikozu, aile öyküsü, obezite ve seks steroidlerinin etkileri değerlendirildi. Yöntem: Malatya Devlet Hastanesi Genel Cerrahi Kliniğinde Ocak 2014 - Aralık 2017 tarihleri arasında primer pilonidal sinus hastalığı nedeniyle tedavi edilen 618 hastanın tıbbi kayıtları retrospektif olarak değerlendirildi. Bulgular: Kadın cinsiyet ve aile öyküsü pilonidal sinüs hastalığı ve hipertrikoz, hipertrikozu olmayan hastalardan anlamlı olarak yüksekti (p = 0.030, p = 0.035, p <0.001). Hipertrikozlu kadın hastalarda, ortalama progesteron düzeyi hipertrikoz olmayan kadınlardan anlamlı olarak düşüktü (p = 0.003). Sonuç: Aşırı kilolu veya obez olmak, uzun süre oturmayı gerektiren bir mesleğe sahip olmak ve pilonidal sinüs hastalığının gelişmesine yatkın bir aile öyküsü olması. |
10. | Plazma apelin düzeylerinin hassas plak ile ilişkisi The Association of Plasma Apelin Levels with Plaque Vulnerability Kudret Keskin, Süleyman Sezai Yıldız, Gökhan Çetinkal, Hakan Kilci, Nurcihan Çalışkan, Elmas Biberci Keskin, Kadriye Orta KılıçkesmezPMID: 32377094 PMCID: PMC7192275 doi: 10.14744/SEMB.2018.25582 Sayfalar 267 - 271 Giriş: Apelin, yakın zamanda keşfedilen, başta kardiovasküler sistem olmak üzere birçok dokuda yaygın olarak bulunarak vazodilatatör ve pozitif inotropik etkiler gösteren bir peptiddir. Bu etkilerinden dolayı apelin eksikliğinin hipertansiyon ve kalp yetersizliğinin gelişminde önemli rolü olduğuna inanılmaktadır. Öte yandan apelinin ateroskleroz gelişminde ve özellikle hassas plak oluşumundaki yeri ise net bilinmemektdir. Dolayısıyla bu çalışmada akut koroner sendrom zemininde oluşan hassas plak ve apelin arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık. Gereç ve yöntem: Çalışmaya 40 akut koroner sendrom, 40 stabil koroner arter hastası olmak üzere toplam 80 hasta alındı. Tüm hastaların rutin biyokimyasal testleri yanında plazma apelin seviyeleri ölçüldü ve transtorasik ekokardiyografileri yapıldı. Bulgular: Akut koroner sendromu olan hastaların plazma apelin seviyeleri belirgin olarak daha düşük bulundu (221.2±66.7 vs 254.3±77.9 p=0.04). Öte yandan, plazma apelin seviyesi ile serum enflamasyon belirteçleri ve koroner arter hastalığının yaygınlığı arasında ilişki saptanmadı. Sonuç: Plazma apelin seviyesindeki düşüklük plak hassasiyetine ve akut koroner sendroma yatkınlık oluşturabilir. |
11. | İnme Hastalarinda Malnutrisyon Oranı Malnutrition Rate in Stroke Patients on Admission Eda Kılıç ÇobanPMID: 32377095 PMCID: PMC7192266 doi: 10.14744/SEMB.2018.81994 Sayfalar 272 - 275 AMAÇ İnme hastalarında malnutrisyon sıklıkla gözlenmekte olup oranı yayınlarda değişkenlik göstermektedir. Başvuru zamanı, inme tipi, eşlik eden tıbbi durumlar ve inme komplikasyonları bu değişkenlikte etken olabilir. Çalışmamız,inme kliniğimize başvuranlarda malnutrisyon prevalansını ve ilişkili risk faktörlerini araştırmak amacıyla planlanmıştır. METOD Prospektif olarak organize edilen çalışmada Haziran 2016- Şubat 2017 arasında inme hastalarının beslenme durumları ve risk faktörleri değerlendirildi. Başvuru sırasında beslenme durumları hesaplandı. Demografik veriler ve klinik bilgi not edildi. Demografik veriler yaş, cinsiyet, inme tipi ve diğer komorbiditeleri içermekteydi. C-reaktif protein, serum albumin, serum kreatinin, lipid profil ve serum lenfosit sayımları rutin laboratuar yöntemi ile ölçüldü. Hastaların beslenme durumu; yaşlı hastalar için MNA, 65 yaş altı için NRS 2002 skalaları kullanılarak hesaplandı. BULGULAR 318 inme hastasının beslenme durumu incelendi. Hastaların 145'i kadın, 173'ü erkekti. Ortalama yaş 66.16±14,32 idi. 65 yaş üstü hastaların % 66.1'inde, 65 yaş altı hastaların % 12.2sinde malnutrisyon tespit edildi. Hiperlipidemi varlığı dışında eşlik eden komorbiditelerle malnutrisyon arasında anlamlı ilişki saptanmadı. 65 yaş üstü beslenme problemi olmayan hastalarda serum lipid düzeyleri yüksek bulundu. Ayrıca çalışmamızda malnutrisyon ile malnutrisyon belirteçleri arasında da anlamlı bir ilişki tespit edilmedi. SONUÇLAR Özet olarak, inme hastalarında malnutriyon sıklığı fazladır. Malnutrisyonun erken tanınması önemlidir, ancak malnutrisyon belirteçlerinin yokluğunda gözden kaçabilir. İnmeden korunmada değiştirilebilir beslenme ile ilişkili risk faktörlerini tanımaya yarayacak çalışmaları hedeflemek amaç olmalıdır. |
12. | Febril Nöbeti Olan Vakaların Klinik Özellikleri ve Proflaksi Açısından Değerlendirilmesi Clinical Features and Evaluation in Terms of Prophylaxis of Patients With Febrile Seizures Betül KılıçPMID: 32377096 PMCID: PMC7192276 doi: 10.14744/SEMB.2019.30633 Sayfalar 276 - 283 Amaç: Febril nöbetler, çocukluk çağında en sık görülen nöbet türüdür. Çoğu çocukta prognoz iyidir. Nöbet tekrarı ve epilepsi gelişim riskini artıran birçok faktör tanımlanmıştır. Bu çalışmanın amacı febril nöbet nedeniyle başvuran hasta¬ların klinik özellikleri, aldıkları tedavi ve izlem sonuçlarını araştırmak ve risk faktörlerini belirlemektir. Yöntem: Mart 2017 ile Aralık 2018 tarihleri arasında febril nöbet nedeniyle yönlendirilen yaşları 3-60 ay arasında olan 147’si (%42,6) kız, 198’i (%57,4) erkek olan toplam 345 hasta dahil edildi. Bulgular: Başvuru sırasında ortalama yaş 30,4±15,4 ay, ilk nöbet geçirme yaşı ise ortalama 21,2±12,8 aydı. Basit febril nöbet 247 (%71,6), komplike febril nöbet 89 (%25,8), febril status epileptikus 9 (%2,6) hastada saptandı. Hastaların %59,1’inde tek¬rarlayan febril nöbet öyküsü vardı. Otuz (%8,69) has¬tanın birinci derece akrabalarında epilepsi öyküsü, 176 (%51) hastanın ailesinde ise febril nöbet öyküsü vardı. En sık üst solunum yolu enfeksiyonu (%53,8) olmak üzere iki yüz yetmişbeş ( %79,7) hastada muayene esnasında ateşe neden olabilecek enfeksiyon tespit edildi. Yüz doksanbeş hasta tedavisiz izlenirken, tedavi verilen hastaların %48,6’sına rektal diazepam, %23,3’üne sodyum valproat, %23,3’üne levetirasetam, %4,6’sına fenobarbital başlandı. Bir yıllık izlem sonunda sadece komplike febril nöbeti olan 4 hasta (% 1,15) epilepsi tanısı aldı. Febril nöbetin başlangıç yaşı, ailede febril nöbet öyküsü, nöbet öncesi ateşli dönemin kısa olması ve ailede epilepsi varlığı nöbetlerin tekrarı açısından anlamlı risk faktörleri olarak bulundu. Sonuç: Febril nöbetler genel olarak iyi huylu nöbetler olup epilepsi gelişim riski düşüktür. Risk faktörlerini belirlemek tedavi ve takip planı için önemlidir. |
13. | Çocuklarda Çoklu Anesteziye Bağli Nörotoksisitenin Görsel Uyarilmiş Potansiyel Kullanilarak Değerlendirilmesi Evaluation of Neurotoxicity of Multiple Anesthesia in Children Using Visual Evoked Potentials Sibel Oba, Canan Tülay Işıl, Hacer Şebnem Türk, Sacit Karamürsel, Serkan Aksu, Meltem Kaba, Leyla Kılınç, Ali Ihsan DokucuPMID: 32377097 PMCID: PMC7192278 doi: 10.14744/SEMB.2018.59454 Sayfalar 284 - 289 Amaç: Anestezi uygulamaları, bebeklerde ve çocuklarda artmış nöronal hasara neden olabilir. Çocuklarda nörolojik ilerlemeyi araştırmak için yaygın olarak bilişsel veya öğrenme eksiklikleri testleri kullanılır. Görsel Uyarılmış Potansiyel, görsel uyarıma ve beyin fonksiyonunun objektif bir değerlendirmesine yanıt olarak serebral korteksin oksipital bölgeleri tarafından üretilen bir elektrik sinyalidir. Bu çalışmada, daha objektif sonuçlar elde etmek için, korozif özofajit tedavisi boyunca çoklu anestezi uygulamasına maruz kalmış çocuklarda görsel uyarılmış potansiyel yanıtları, daha önce hiç anestezi almayan çocuklarla karşılaştırılmıştır. Malzemeler ve yöntemler: Bu prospektif, tek kör, randomize, kontrollü bir çalışmada, korozif özofajit nedeniyle pediatrik cerrahi kliniğimize başvuran ve genel anesteziyi 15 kezden fazla alan 25 çocuk Grup-P’yi; Çocuk-kliniğimize başvuran ve daha önce hiç anestezi almayan 25 çocuk, Grup-C'yi oluşturdu. Her iki grubun flaş ve patern VEP yanıtları, anestezik ilaç uygulaması olmaksızın elektrofizyoloji laboratuvarında ölçüldü. Grup-P'deki çocukların VEP yanıtları, anestezi uygulamasına son maruz kaldıktan en az 3 gün sonra kaydedildi. Bulgular: Modelin N2 ve P2 bileşenlerinin gecikme süreleri ve amplitüdleri ile flash VEP yanıtları iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermiştir (p = 0.000). Sonuç: Bu çalışma, tekrarlanan anestezik uygulamalarda VEP parametrelerinin anlamlı olarak değiştiğini göstermektedir. VEP yanıtlarının, anestezi nörotoksisitesinin değerlendirilmesi için güvenilir bir objektif kriter olabileceğine inanıyoruz. |
14. | Prematüre Retinopati Tedavisinde Uygulanan Tedavi Modellerinin Değerlendirilmesi Evaluation of Treatment Models in the Treatment of Retinopathy of Prematurity Semra Tiryaki Demir, Dilek Güven, Murat Karapapak, Hasan Sinan Uslu, Ali Bülbül, İbrahim Çağrı Türker, Selam Yekta Şendül, Burcu DirimPMID: 32377098 PMCID: PMC7192269 doi: 10.14744/SEMB.2018.60465 Sayfalar 290 - 295 Amaç: Prematüre retinopatisi (ROP) nedeniyle uygulanan tedavi modellerinin değerlendirilmesi, tedavi modellerinin etkinliği ve sonuçlarının belirlenmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Ocak 2012- Ocak 2017 tarihleri arasında hastanemizde doğan ve takip edilen bebekler ile dış merkezlerden kliniğimize yönlendirilen, ROP nedeniyle tedavi gereksinimi olan tüm preterm bebekler retrospektif olarak değerlendirildi. Uluslararası ROP komitesinin belirlediği kriterlere göre olguların zon ve evreleri kaydedildi. Çalışmada hastalar üç grupta değerlendirildi. Grup 1: zon 1’de herhangi bir evre ile birlikte “plus (artı)” hastalık, grup 2: zon 2’de evre 2 veya 3 ile birlikte “artı” hastalık, grup 3: agresif posterior retinopati (APROP) olarak sınıflandırıldı. Olguların doğum kilosu, gestasyon yaşı, uygulanan tedaviler, tedavi sayıları ve uygulanma haftaları kaydedildi. “Artı” hastalıkta gerileme, makuler çekinti ve retina dekolmanı gelişmemesi başarılı tedavi olarak değerlendirildi. Bulgular: Çalışma süresince 1746 preterm bebek ROP açısından muayene edildi. Çalışmaya 31 kız 34 erkek olmak üzere 65 (%3,7) bebek dahil edildi. Bebeklerin 126 gözüne müdahale edildi. Bebeklerin ortalama doğum ağırlığı 1159 (535-2200) gram, doğum süresi 28,4±2,5 (24-34) hafta idi. Grup 1’de 33 göz (%26,1), grup 2’de 71 göz (%56,3) ve grup 3’de 22 göz (%17,4) mevcuttu. Doksan dört göze (%74,6) bir, 26 göze (%20,6) iki ve 6 göze (%4,8) üç kez tedavi uygulandı. Ortalama ilk tedavi uygulanma süresi 36±2,4 (32-41) hafta idi. İlk tedavi grup 1 (%75,8) ve grup 3’de (%95,5) intravitreal bevacizumab (İVB) ile, grup 2’de (%78,9) ise diod lazer fotokoagülasyon (LFK) ile yapıldı. Doğum haftası ile doğum kilosu ve ilk tedavi uygulanma haftası arasında anlamlı pozitif korelasyon saptandı. LFK uygulanan hastaların %42,1’i ile İVB uygulanan hastaların %7’sinde rekürrens sebebi ile tekrar tedavi uygulandı (p<0.05). LFK+İVB birlikte yapılan 5 gözde nüks gelişmedi. Grup 1’den 1 hastanın 2 gözünde evre 4a retina dekolmanı gelişti. Grup 2’den 1 hastanın 2 gözünde makuler çekinti gelişti. Uygulanan tedaviler sonrası 122 gözde (%96,8) tedavide başarı sağlandı. Sonuç: Prematüre retinopatisi uygun ve etkin tedavi ile kontrol altına alınabilmektedir. ROP’da LFK halen ilk tedavi seçeneği olmasına rağmen; zon 1 hastalık ve APROP’ta İVB tek başına veya LFK ile birlikte etkili bir tedavi seçeneğidir. İVB tedavi modeli, ROP tedavisinde göze uygulanan girişim sayısını azaltmaktadır. |
15. | Besin Alerjili Olguların Klinik ve Laboratuvar Özellikleri: Tek Merkez Deneyimi Clinical and Laboratory Characteristics of Patients with Food Allergy: Single-Center Experience Ceren Can, Nazan Altinel, Lida Bülbül, Hasret Ayyildiz Civan, Sami HatipoğluPMID: 32377099 PMCID: PMC7192268 doi: 10.14744/SEMB.2018.23911 Sayfalar 296 - 299 Amaç Çocuk alerji polikliniğine başvuran besin alerjisi tanısı konulan olguların klinik ve laboratuvar özelliklerinin belirlenmesi amaçlandı. Gereç ve yöntem Bu çalışma kesitsel gözlemsel bir çalışma olarak Mart 2016- Aralık 2017 tarihleri arasında yapıldı. Besin alerjisi tanısı ile izlenen 90 hastanın dosyası geriye dönük olarak değerlendirildi. Bulgular Çalışmaya 90 olgu dahil edildi. Olguların 63’ü (%70) erkek, 27’si (%30) kız idi. Olguların median yaşı 12ay (3-156), semptomların başlama yaşı 4 ay (1-156) idi. Tanı anındaki eozinofil sayısı 410/mm3 (0-4600), total IgE değeri 83.1 IU/ml (3,17-2500) idi. Olgular cinsiyetlerine göre 2 gruba ayrılarak değerlendirildiğinde ortalama yaş, semptomların başlama yaşı, total IgE düzeyleri, eozinofil düzeyleri ve spesifik IgE düzeylerine göre gruplar arasında anlamlı farklılık saptanmadı. Olguların 50 (% 55,6) ’sine atopik dermatit, 31(% 34,4)’ ine ürtiker, 6 (% 6,7)’sına proktokolit, 2 (%2,2 )’sine anjioödem, 1(%1,1 )’ine anafilaksi tanısı konuldu. Olguların 34 (%37,8)’ünde IgE aracılı, 6 (% 6,7)’sında non-IgE ve 50 (%55,5)’sinde mikst tip besin alerjisi saptandı. En sık tespit edilen besinler yumurta 29 (%32,2); süt ve yumurta 27 (%30) ve inek sütü 22 (%24,4) idi. Deri prik testinde hastaların 52 (%57,7) ’sinde duyarlılık saptandı. Olgularda en fazla yumurta (%22,2) duyarlılığı tespit edildi. Spesifik IgE değerleri F1: 0,87 kU/L (0,10-100), F2: 0,30 kU/L (0,10-96,90), F5: 0,48 kU/L (0,10-53) olarak saptandı. Sonuç Besin alerjisine en sık neden olan besinler yumurta ve inek sütüdür. Bununla birlikte hastaların yarısından fazlası atopik dermatit tanısı aldığından; atopik dermatitli hastaların besin allerjisi açısından değerlendirilmeleri uygun olabilir. |
16. | Obezite tanılı çocuk ve ergenlerde dikkat eksikliği bulguları ve davranış sorunları Attention-deficit Hyperactivity Disorder Symptoms and Conduct Problems in Children and Adolescents with Obesity Arzu Önal Sonmez, Burcu Göksan Yavuz, Sibel Aka, Serap SemizPMID: 32377100 PMCID: PMC7192264 doi: 10.14744/SEMB.2019.09475 Sayfalar 300 - 305 Amaç: Son zamanlarda yapılan araştırmalar çocuk ve ergenlerde obezite riskini arttıran potansiyel faktörlere odaklanmıştır. Geçmiş yıllarda yapılan araştırmalara göre obezite riskini arttıran faktörlerden birinin Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) olabileceği yönündedir. Bu çalışmanın amacı çocuk endokrinoloji polikliniğine başvuran aşırı kilolu/obez çocuk ve ergenlerin DEHB bulgularının eşlik etme durumunun araştırılmasıdır. Yöntem: Bu kesitsel çalışmaya yaşları 6-14 arasında değişen vücut kitle indeksi 95’inci persentilden büyük olan 55 çocuk ve ergen ile 37 obez olmayan sağlıklı çocuk ve ergen dahil edilmiştir. Çalışmada Sosyodemografik form, Güçler ve güçlükler Anketi (GGA) ve Çocuk ve ergenlerde davranım bozuklukları için DSM-IV’e (The Turgay Diagnostic and Statistical Manuel of Mental Disorders) dayalı tarama ve değerlendirme ölçeği kullanılmıştır. Sonuç: Vaka grubunda dikkat eksikliği %10.9, hiperaktivite/impulsivite %3.6 ve bileşik tip %7.3, sağlıklı kontrol grubunda ise dikkat eksikliği %5.4, hiperaktivite/impulsivite %2.7 olarak saptanmıştır. GGA skorlarına göre akran ilişkilerindeki sorunlar kontorl grubuna göre yüksektir (5.13±1.24 vs 4.32±1.18, p=0.003). İkili regresyon analizine göre akran ilişkilerindeki sorunlar ile obezite arasındaki anlamlı ilişki saptanmıştır. Tartışma: Bulgularımıza göre obezitesi bulunan çocuk ve ergenlerde DEHB bulguları ve akran ilişkilerinde sorun yaşama oranı yüksek olarak saptanmıştır. Dolayısıyla, DEHB bulgularını fark etmemenin obezite tedavisinde risk teşkil edebileceği dolayısıyla DEHB bulgularının tedaviye uyum ile ilgili motivasyon ve uyumda risk faktörü olabileceği düşünülmektedir. |
OLGU SUNUMU | |
17. | Metachronous Bilateral Acinic Cell Carcinoma of the Parotid Gland in a Young Woman Metachronous Bilateral Acinic Cell Carcinoma of the Parotid Gland in a Young Woman Vladimír BartosPMID: 32377101 PMCID: PMC7192282 doi: 10.14744/SEMB.2019.62134 Sayfalar 306 - 309 Bilateral involvement of major salivary glands by a carcinoma of an identical histologic subtype is uncommon. A 26-year old female was diagnosed to have a low-grade acinic cell carcinoma (ACC) in the left parotid gland. After superficial parotidectomy, she was referred to the oncological dispensary care without further oncological therapeutic intervention. During 11 years of follow-up, she had no evidence of locoregional recurrence or metastasis. However, at the age of 37, she was recognized to have another tumor mass in the contralateral parotid gland. Right superficial parotidectomy was done and histology confirmed an ACC showing the same picture as it was found previously. A year after operation, no sign of tumor relapse was seen. Although metachronous bilateral ACC of the parotid gland is very rare, it is occasionally encountered in medical practice. Such event may occur many years after a diagnosis of the initial tumor. Every patient once treated for parotid ACC warrants periodical clinical examinations and long-term follow-up (more than 10 years), even with attention to the contralateral non-affected parotid gland. |
18. | Parotideal Bölgenin Penetran Travmaları Penetrating Trauma to the Parotid Region Nurullah Seyhun, Aslı Batur Çalış, Suat TurgutPMID: 32377102 PMCID: PMC7192272 doi: 10.14744/SEMB.2017.68077 Sayfalar 310 - 313 Parotis glandin penetran travmaları çok nadir görülmektedir. Genellikle parotideal bölgeye ateşli silah yaralanması sonrası görülür. Fasiyal paralizi ve sialosel oluşumu ciddi morbiditeler oluşturabilmektedir. Fasiyal paralizi durumunda erken tanı ve erken eksplorasyonun önemi büyüktür. Sialosel oluşumu ve fistül gelişimi durumunda konservatif yaklaşım uygulanabileceği gibi, cerrahi tedavi de uygulanabilmektedir. |
19. | Eş zamanlı Poland Sendromu ve Jinekomasti: Olgu Sunumu Coexistance of Gynecomastia and Poland Syndrome: Case Report Erkan Yüce, Selami Serhat Şirvan, Işıl Akgün Demir, Hikmet Ihsan Eren, Semra KarşıdağPMID: 32377103 PMCID: PMC7192283 doi: 10.14744/SEMB.2017.29494 Sayfalar 314 - 317 Amaç: Jinekomasti ve Poland sendromunun aynı hastada bulunması oldukça nadir görülen bir durumdur. Poland sendromu etkilediği tarafta yumuşak doku rekonstrüksiyonu gerektirirken; jinekomasti meme dokusu redüksiyonunu gerektirir. Bu tip vakalarda farklı yöntemler birlikte kullanılarak simetri sağlanmaya çalışılmalıdır. Olgu: 29 yaşında erkek hasta göğüs bölgesindeki asimetri nedeniyle tarafımıza başvurdu. Yapılan değerlendirme sonucu sağ taraflı Poland sendromu ve sol taraflı jinekomasti tanısı konulan hastaya asimetrisini düzeltmek amacıyla sol meme küçültme ve sağ memeye yağ grefti uygulandı. Sonuç: Birbirine zıt bu iki durumun aynı hastada görülmesi her iki durumu olduğundan daha dramatik hale getirse de doğru yapılan bir planlama ve uygun tekniklerin seçilmesi ile simetriyi sağlamak mümkündür. |
20. | Dev karaciğer hemanjiomunun cerrahi tedavisi; vaka sunumu ve literatürün gözden geçirilmesi Surgical Treatment of Giant Liver Hemangioma, Case Report and Literature Review Gül Bora Makal, Bilgehan Cağdaş Sonbahar, Nejdet ÖzalpPMID: 32377104 PMCID: PMC7192281 doi: 10.14744/SEMB.2017.09815 Sayfalar 318 - 321 Amaç: Hemanjiyomlar en yaygın benign primer hepatik tümörler olup, çoğunlukla tesadüfen keşfedilmiştir. Olguların çoğunda küçük, asemptomatik ve genellikle takip gerektirirler. Dev hemanjiyomların 5 cm’den büyük olduğu bilinmektedir. Çoğunlukla asemptomatik tesadüfen saptanan kavernöz hemanjiomdan oluşur.Biz bu olgu sunumunda dev hamanjiomların ameliyat öncesi transarteriyel embolizasyon yapılmadan güvenle cerrahi olarak tedavi edilebileceğini göstermek istedik. Yöntem: Göğüs hastalıkları kliniğine 1 aydır olan öksürük şikayeti ile başvuran hastada tesadüfen toraks tomografide saptanan karaciğer hemajiomlu 56 yaşındaki hastayı sunmaktayız. Bu olguda literatürde nadir bahsedilen 30cm boyutundaki asemptomatik dev kavernöz hemanjiom cerrahi rezeksiyonla komplikasyonsuz olarak tedavi edildi. Sonuç: Biz bazı hastalara herhangi bir şikayetleri olmasa bile cerrahi tedavi uygulanması gerektiğini öneriyoruz. Bu vakalarda semptomların yanı sıra boyut ve travma ile rüptür olma riski de göz önüne alınmalıdır. Transarteriyel embolizasyon zorunlu değildir. |