ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
Şişli Etfal Tıp Bülteni - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 50 (4)
Cilt: 50  Sayı: 4 - 2016
DAVETLI DERLEME
1.
İlaç ilişkili akut intertisyel nefrit
Drug induced acute interstitial nephritis
Taner Baştürk, Nuri Barış Hasbal, Yener Koç, Mahmoud Isleem, Feyza Bayrakdar Çağlayan, Abdülkadir Ünsal
doi: 10.5350/SEMB.20160902010424  Sayfalar 251 - 255
Akut interstisyel nefrit (AİN) renal interstisyumda iltihabi infiltrasyon ve ödem ile karakterize bir hastalık olarak tanımlanmakta olup böbrek fonksiyonunda ani kötüleşme ile ilişkilidir. Akut intertisyel nefritin en sık nedeni ilaç kullanımı olup yaklaşık olarak %60-70 AİN vakasından sorumludur. Antibiyotikler tüm ilaç grupları içinde önde gelen ilaç türüdür. Hastalığın patogenezinde ilaç ya da ilacın bir metabolitine karşı gelişen aşırı duyarlılık reaksiyonu rol oynamaktadır. Sebepten bağımsız olarak AİN hastalarının çoğu non-spesifik semptomlar (bulantı, kusma, halsizlik vb.) veya böbrek fonksiyonlarında akut kötüleşme bulguları ile başvurur. Hastalığın tanısında altın standart tanı yöntemi böbrek biyopsisi olup, ışık mikroskopik incelemede en karakteristik patolojik bulgu interstisyumda iltihabi infiltrasyonun varlığıdır. AİN tanısı kesinleştiğinde neden olan ilaç hemen kesilmeli ve acilen oral veya intravenöz steroid tedavisi başlanmalıdır. Steroid tedavisinin hızlı ve tam remisyon ile pozitif korelasyonu vardır ancak tam düzelme tüm vakalarda gerçekleşmeyebilir. Bu derlemede tüm hekimleri klinik uygulamalarda yakından ilgilendiren hastalığı güncel literatür verileri ışında tekrar incelemek istedik.
Acute interstitial nephritis is characterized by inflammatory infiltration and edema in renal insterstitium and is associated with acute failure in renal functions. The most frequent cause of AIN is drug use which is responsible approximately 60-70% of AIN cases and antibiotics are the leading among almost all kinds of medication classes. Hypersensitiviy reactions to a certain drug or any metabolites of a drug play a major role in AIN pathogenesis. Regardless from etiologic factor, most of AIN patients refer to hospital with non-specific symptoms (nausea, vomiting, fatique etc.) or acute failure findings of renal functions. Renal biopsy is the gold standard in diagnosis of AIN, revealing classical pathologic sign of inflammatory infiltration in renal interstitium. When diagnosis of AIN is certain, suspected drug must be discontinued instantly and oral or intravenous steroid therapy must be started immediately. Steroid therapy has a positive correlation with rapid and complete remission, but total recovery may not be achieved in all cases. In this review, we tried to look over this illness which needs more attention in clinical practice.

2.
Kronik böbrek hastalıklı hastalarda sekonder hiperparatiroidizm: Tanı, medikal ve cerrahi tedavi
Secondary hyperparathyroidism in patients with chronic kidney disease: Diagnosis, pharmacological and surgical treatment
Mehmet Uludağ
doi: 10.5350/SEMB.20161223024725  Sayfalar 256 - 272
Sekonder hiperparatiroidizm (SHPT) serum kalsiyum (Ca) düzeylerinin kronik düşüşü ile ilgili herhangi bir durum tarafından neden olunan ve Ca dengesini sürdürmek için sekonder adaptif cevaptır. Düşük serum Ca düzeyleri paratiroid bezlerinin kompansatuar aşırı aktivitesine yol açar. SHPT kronik böbrek hastalığının sık bir komplikasyonudur ve kronik böbrek hastalığının mineral kemik bozukluklarının bir parçasıdır. SHPT artan mobidite ve mortalite riski ile ilişkilidir, bu nedenle SHPT’nin kontrolü önerilir. SHPT kronik böbrek hastalıklı hastalarda artan fosdor ve fibroblast büyüme faktörü 23 (FGF23), düşen Ca ve 1.25 dihidroksivitamin D3 düzeylerini içeren değişik mekanizmalaradan dolayı gelişir. Hastalarda değişişik kemik bozuklukları, kardiyovasküler hastalık ve belirli biyokimyasal anormallikler vardır. SHPT’li hastaların tanısında klinik inceleme ve laboratuvar bulgularının kombinasyonu gerekir. Birçok hasta asemptomatiktir ve sadece laboratuvar ve radyolojik çalışmalarla saptanabilen anormalliklere sahiptir. Laboratuvar testleri, hipokalsemi, normokalsemi veya hiperkalsemi ve hiperfosfatemi gösterebilir. Ek olarak SHPT’li hastalar, aşırı paratiroid hormon düzeyleri (PTH), artmış veya normal alkalin fosfataz (ALP) seviyeleri ve azalmış vitamin D (vit D) düzeylerine sahiptir. Hastalar semptomatik hale gelebilir. Tedavi edilmeyen SHPT, ilerleyici kemik hastalığı, osteitis fibroza sistika ve yumuşak doku kalsifikasyonlarına yol açar. Hastalar; dirençli kemik ağrısı, kırıklar, kaşıntı, yumuşak doku veya vasküler kalsifikasyonlar, kalsifilaksi, eritropoietine dirençli anemi ve zihinsel durum değişiklikleri yaşayabilir. Medikal tedavi hiperfosfateminin kontrolü, vit D analogları, Ca uygulaması ve kalsimimetik ajanları içerir. SHPT’li hastaların çoğunluğu tıbbi tedavi ile tedavi edilebilir. Medikal tedavideki gelişmelere rağmen, medikal tedavi ile SHPT’nin kontrolü her zaman sağlanamaz. Bazı hastalarda cerrahi tedavi gerekir. Cerrahi endikasyonlar medikal tedaviye rağmen hiperkalsemi ve / veya hiperfosfatemi ile ilişkili 500-800 pg/ml’den yüksek PTH düzeylerini içerir. Diğer endikasyonlar kalsifiklaksi, kırıklar, kemik ağrısı veya kaşıntıdır. Preoperatif görüntüleme reoperatif paratiroidektomi (PTX) haricinde nadiren yardımcıdır. Operatif yaklaşımlar, subtotal PTX, ototransplantasyonlu veya ototransplantasyonsuz total PTX (TPTX) ve olası timektomiyi içerir. Her yaklaşımın önerileri, avantajları ve dezavantajları tartışılmıştır. Hipokalsemi, agresif Ca uygulaması gerektiren en yaygın postoperatif komplikasyondur. Cerrahi tedavinin faydaları, sağ kalım artışı, kemik mineral yoğunluğu artışı ve semptomların hafifletilmesini içerebilir.
Secondary hyperparathyroidism (SHPT) is a secondary adaptive response to maintain calcium homeostasis and caused by any condition associated with chronically reduced serum calcium (Ca) levels, and low serum Ca levels lead to compensatory overactivity of the parathyroid gland. It is a common complication of chronic kidney disease (CKD) and is part of the CKD-mineral bone disorder (CKD-MBD). SHPT is associated with increased risk of morbidity and mortality; thus, SHPT control is recommended. SHPT develops in patients with CKD due to a variety of mechanisms including increased phosphorus and fibroblast growth factor 23 (FGF23), and decreased calcium and 1.25 dihydroxyvitamin D levels. Patients present with various bone disorders, cardiovascular disease, and certain patterns of biochemical abnormalities. The diagnosis of patients with SHPT require a combination of clinical investigation and laboratory findings. Many patients with this disease are asymptomatic and only have abnormalities detectable by laboratory and radiologic studies. Laboratory tests may reveal hypocalcemia, normocalcemia or hypercalcemia and hyperphosphatemia. In addition, patients wirh SHPT have extremely elevated parathyroid hormone (PTH) levels, elevated or normal alkaline phosphatase (ALP) levels and decereased vitamin D (vit D) levels. Patients also can become symptomatic. Untreated SHPT leads to progressive bone disease, osteitis fibrosa cystic, and soft tissue calcifications. Patients may experience intractable bone pain, fractures, pruritis, soft tissue or vascular calcifications, calciphylaxis, erythropoietin resistant anemia, and mental status changes. Medical treatment consists of controlling hyperphosphatemia, vit D analogs and Ca administration, and calcimimetic agents. The majority of patients with SHPT can be managed by medical treatment. Despite improvements in medical therapy, it does not always provide control of the SHPT. Some patients require surgical treatment. The surgical indications include PTH levels >500-800 pg/ml associated with hypercalcemia and/or hyperphosphatemia despite medical therapy. Other indications include calciphylaxis, fractures, bone pain or pruritis. Pre-operative imaging is only occasionally helpful except in re-operative parathyroidectomy (PTX). Operative approaches include subtotal PTX, total PTX (TPTX) with or without autotransplantation, and possible thymectomy. Each approach has its own proponents, advantages and disadvantages which are discussed. Hypocalcemia is the most common postoperative complication requiring aggressive calcium administration. Benefits of surgical treatment may include improved survival, bone mineral density and alleviation of symptoms.

ORIJINAL ARAŞTIRMA
3.
Gastroenteroloji Kliniği’nde yatan hastalarda izlenen deri bulguları
Skin findings of patients hospitalised in the gastroenterology department
Ezgi Aktaş Karabay, Nihal Aslı Küçükünal, İlknur Kıvanç Altunay, Aslı Aksu Çerman, Canan Alkım
doi: 10.5350/SEMB.20160907113050  Sayfalar 273 - 279
Amaç: Bu çalışmada hastanemiz gastroenteroloji kliniğinde yatarak tedavi alan hastaların deri bulgularının tanımlanması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Hastanemiz Gastroenteroloji Kliniği’nde Kasım 2012-Nisan 2013 tarihleri arasında çeşitli tanılar ile yatarak tedavi almakta olan hastalar çalışmaya dahil edildi. Tüm hastaların yaş, cinsiyet ve hastalıklarına ait bilgileri kaydedildi ve tüm hastaların aynı dermatolog tarafından tam deri muayeneleri yapıldı.
Bulgular: Çalışmamıza 37 (%41.5) kadın 52 (%58.4) erkek toplam 89 hasta dahil edildi. Hastaların yaş ortalaması 52.79 (20-85 yaş) idi. İnflamatuar barsak hastalıkları (%33.7), karaciğer sirozu (n=30, %33.7), diğer hepatobiliyer sistem hastalıkları (n=11, %12.3), malignite (n=9, %10.1) ve pankreas bezi ile ilgili hastalıklar (n= 6, %8.9) başta olmak üzere çeşitli gastrointestinal sistem hastalıkları saptandı. Deri bulguları değerlendirildiğinde sırasıyla, 36 hastada (%40.4) pigmentasyon değişiklikleri, 32 hastada (%35.9) kserozis kutis, 31 hastada (%34.8) bakteriyal ve fungal enfeksiyonlar, 30 hastada (%33.7) androgenetik alopesi ve 21 hastada (%23.5) tırnak değişiklikleri izlendi. Spesifik deri bulguları olarak sırasıyla, 1 (%1.1) ülseratif kolit hastasında psoriasis vulgaris, 1 (%1.1) Crohn hastasında vitiligo, 1 (%1.1) Kaposi sarkomu tanılı hastada oral mukozada kaposi nodülleri, 1 (%1.1) karaciğer sirozu hastasında palmar eritem, 1 (%1.1) tüberküloz peritoniti tanısı olan hastada eritema nodozum mevcuttu.
Sonuç: Çalışmamızda gastrointestinal hastalıklara özgü az sayıda deri bulgusu saptandı.
Objective: The purpose of the study is to define the skin findings of gastroenterology inpatient clinic patients.
Material and Method: Patients who were under treatment in the Gastroenterology Department of our hospital between November 2012-April 2013were included in the study. Patients’ age, gender and disease information were recorded. All patients were examined by the same dermatologist.
Results: A total of 89 patients (37 (41.5%) female, 52 (58.4%) male) were included in the study. The mean age of the patients was 52.79 (20-85) years. The patients were followed up with the diagnosis of different gastrointestinal diseases, including inflammatory bowel diseases (33.7%), liver cirrhosis (33.7%), other hepatobiliary diseases (12.3%), malignancies (10.1%) and pancreatitis (8.9%). Dermatologic examination revealed that 36 patients (40.4%) had pigmentation disorders, 32 patients (35.9%) had xerosis cutis, 31 patients (34.8%) had bacterial and fungal infections and 21 (23.5%) had various nail changes. As spesific skin findings; 1 (1.1%) patient with ulcerative colitis had psoriasis vulgaris, 1 (1.1%) patient with Crohn’s disease had vitiligo, 1 (1.1%) patient with Kaposi’s sarcoma had the nodules of the Kaposi’s sarcoma in oral mucosa, 1 (1.1%) patient with liver cirrhosis had palmar erythema and 1 (1.1%) tuberculous peritonitis had erythema nodosum.
Conclusion: In our study we defined a small number of spesific skin findings of gastrointestinal diseases.

4.
Acil arteriyel kanamaların selektif embolizasyonunda farklı ajanların kullanılması
Utilization of different agents in selective embolization of emergency arterial bleeding
Ömer Fatih Nas, Gökhan Öngen, Kadir Hacıkurt, Bekir Şanal, Gökhan Gökalp, Yavuz Durmuş, Halit Ziya Dündar, Cüneyt Erdoğan
doi: 10.5350/SEMB.20160826024837  Sayfalar 280 - 286
Amaç: Dijital subtraksiyon anjiyografide (DSA) üst gastrointestinal sistem (GİS), alt GİS, pulmoner ve travma nedenli arteriyel kanama odağı tespit edilen ve farklı embolizasyon ajanlarla endovasküler embolizasyon tedavileri yapılan hastaları değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Temmuz 2012-Nisan 2016 tarihleri arasında acil şartlarda girişimsel radyoloji departmanımıza embolizasyon amaçlı yönlendirilen hastaların retrospektif incelemesi yapıldı. Bu amaçla üst GİS, alt GİS, pulmoner ve travma nedenli kanama odağı olarak DSA’da kontrast madde ekstravazasyonu ve/veya psödoanevrizma tespit edilen hastalar kabul edildi. İşlem sonundaki tedavinin başarısı DSA’da kontrast madde ekstravazasyonunun ve/veya psödoanevrizmanın olmaması ile değerlendirildi.
Bulgular: On bir üst GİS, 5 alt GİS, 6 pulmoner ve 7 travma kaynaklı toplam 29 arteriyel kanama odağı başarılı şekilde embolize edildi. Embolizasyon amaçlı üst GİS kanaması ile gelen 11 hastanın hepsinde koil; alt GİS kanaması ile gelen 3 hastada koil, 1 hastada koil+glue, 1 hastada akrilik mikropartikül; pulmoner kanaması ile gelen 3 hastada koil, 1 hastada polivinilalkol (PVA), 1 hastada koil+PVA, 1 hastada akrilik mikropartikül; travma nedenli kanama ile gelen 5 hastada koil, 2 hastada glue uygulandı. Tüm hastalarımızda işlem sonundaki DSA’larında kontrast madde ekstravazasyonu ve/veya psödoanevrizma izlenmedi.
Sonuç: Farklı embolizasyon seçiminin artmasıyla ve mikrokateter teknolojisinin gelişmesiyle birlikte deneyimli girişimsel radyologlar tarafından yapılan arteriyel embolizasyonlarda teknik başarı oranı artmaktadır.
Objective: We aimed to evaluate the patients of which were diagnosed with digital subtraction angiography (DSA) and were treated with endovasular emolisation by using different agents of arterial bleeding originating from upper gastrointestinal sytem (GIS), lower GIS, pulmonary system or trauma.
Material and Method: Patients who have been sent to our interventional radiology department under emergency conditions for embolization between July 2012 and April 2016 were retrospectively evaluated. For this purpose, cases in which contrast media extravasation and/or pseudo aneurysm was diagnosed with DSA as the focus of bleeding on upper GIS, lower GIS, pulmonary system or trauma were included. Success of the treatment was assessed by the absence of contrast media extravasation and/or pseudoaneurysm after the procedure.
Results: Eleven upper GIS, 5 lower GIS, 6 pulmonary and 7 traumatic (totally 29) bleeding foci were embolized successfully. Coil was used in all of 11 patients with upper GIS, 3 patients with lower GIS, 3 patients with pulmonary and 5 patients with traumatic bleeding. Coil and glue was used in 1 and acrylic microparticles in 1 patient with lower GIS bleeding. Polyvinyl alcohol (PVA) was used in 1, coil and PVA in 1 and acrylic microparticles in 1 patient with pulmonary bleeding. Glue was used in 2 patients with traumatic bleeding. No contrast media extravasation and/or pseudoaneurysm were observed after the procedure.
Conclusion: Technical success rates of arterial embolization which is performed by experienced interventional radiologists increase with advances in microcatheter technology and choosing different embolic agents.

5.
6-12 yaş arası pediatrik spiral ve parçalı femur kırıklarında submuskuler plaklama ve eksternal fiksatör uygulaması etkinliği karşılaştırılması
Comparison of efficiency between submuscular plating and external fixation of spiral and comminuted fractures of the femur in 6-12 years old pediatric patients
Ferdi Dırvar, Oytun Derya Tunç, Ömer Cengiz, Raşit Özcafer
doi: 10.5350/SEMB.20160624024007  Sayfalar 287 - 295
Amaç: 6-12 yaş Pediatrik femur cisim kırıklarının tedavisi son yirmi yılda kayda değer bir gelişme göstermiş olup, bu gelişim devam etmektedir. Pediatrik femur cisim kırıklarının tedavisinde eksternal tespit ve submusküler plak uygulamasına yaygın bir şekilde başvurulsa da, pediatrik kapalı instabil spiral femur cisim kırıklarında eksternal tespit ve submusküler köprü-plak uygulamalarının karşılaştırıldığı çalışma sayısı oldukça azdır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza femur cisim spiral ve parçalı kırıklar nedeniyle eksternal fiksatör veya submüsküler plak uygulaması ile tedavi edilen 2 grup hasta dahil edildi. Hastalar yaralanma mekanizması, diz eklemi hareket açıklığı, hastanede yatış süresi ve elde edilen klinik ve radyolojik bulgular açısından değerlendirildi. Hastaların 20’si eksternal tespit, 26’sı submusküler köprü plaklama grubunda yer almaktaydı. Ortalama takip süresi 2 yıl (1.5-4 yıl aralığında).
Bulgular: Eksternal fiksatör grubunda hastaların ortalama yaşı 7.45 (dağılım: 6-11), submusküler plak grubunda 9.08 (dağılım: 7-12) idi. Eksternal fiksatör grubunda fiksatörler ortalama 12.2 haftada çıkarılırken, submusküler plak grubunun grafilerinde ortalama 10 haftada kaynama bulgusu izlendi. Eksternal fiksatör grubunda pin bölgesi enfeksiyonu yaygın şekilde gözlenirken, diz kontraktürü için hastalara diz eklem hareket açıklığı rehabilitasyonu uygulandı. Her iki grupta da refraktür gelişmedi.
Sonuç: Pediatrik femur kırıklarında eksternal fiksatör kullanımında dikkat edilmesi gereken ilk husus, genellikle transvers ve açık kırıklarda fiksatörün çıkarılması sonrası izlenen refraktürlerdir. Fiksatörün spiral kırıklarda kullanılması ve dört kortekste kaynama sonrası fiksatörün çıkarılması durumunda nüks kırığı riski en aza indirgenecektir. Pediatrik femur cisim kırıklarında çalışmamızda eksternal fiksatör ve plak uygulamasının sonuçları benzer çıkmasına rağmen karşılaştırma için hasta sayısının daha geniş tutulduğu çalışmalara ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.
Objective: The treatment of femoral diaphyseal fractures in children 6 to 12 years of age has changed substantially over the last two decades and continues to evolve. Although external fixation and sub muscular plating have been extensively used in the management of paediatric femur fractures, there are few studies which have compared the results of external fixation and submuscular bridge plating in paediatric closed unstable spiral femoral diaphyseal fractures.
Patients and Method: Two groups of patients treated by external fixator or submuscular plating due to femoral diaphyseal spiral and comminuted fractures were included in our study. Twenty patients comprised the external fixation group and 26 patients the submuscular bridge plating group. The patients were evaluated for mechanism of injury, knee ROM, length of hospital stay, clinical and radiological findings and complications. The average follow-up period was 2 (range: 1.5 to 4) years.
Results: Age of the patients ranged from 6 to 11 (average: 7.45) years in the external fixator group and from 7 to 12 (average: 9.08) years in the submuscular plating group. In the external fixator group, the fixator was removed at an average of 12.2 weeks. In the submuscular plating group, radiographic union was detected at an average time of 10 weeks. Pin site infection was common in the external fixator group. Patients were given knee ROM rehabilitation for knee contracture. No refracture was observed in the external fixator and submuscular plating groups.
Conclusion: The main point to consider in external fixator use in pediatric femur fractures is refractor after fixator removal, which is mostly seen in transverse and open fractures. Use of the external fixator in spiral fractures and removing the fixator following bone healing in four cortices may prevent refractor complication. It is the surgeon’s choice to decide between the two treatment modalities to operate on the femur fracture. Although we found similar results between external fixator and plate in pediatric femur shaft fractures; we think large population based studies are needed in order to comparison.

6.
Enfekte psödoartrozda antibiyotikli polimetilmetakrilat çimento kaplı intramedüler çivi ile fiksasyon tekniğinin etkinliği
Efficacy of fixation technique using antibiotic cement-coated intramedullary nail in infected pseudarthrosis
Ferdi Dırvar, Sami Sökücü, Bilal Demir, Umut Yavuz, Yavuz Selim Kabukçuoğlu
doi: 10.5350/SEMB.20160530075930  Sayfalar 296 - 302
Amaç: Kronik enfeksiyon ile birlikte kaynamama varlığında, hem enfeksiyonun tedavisi hem de kırığın stabilizasyonu gereklidir. Bu çalışma, femur ya da tibiasında enfekte psödoartrozu olan hastalarda, ‘antibiyotikli polimetilmetakrilat çimento kaplı intramedüler çivi kullanılarak fiksasyon’ tekniğinin etkinliğini değerlendirmiştir. Gereç ve Yöntem: Femurunda ya da tibiasında Cierny-Mader evre 4 enfekte kaynamama gelişen 14 hasta çalışmaya alındı. Hastalar lokal debridman, antibiyotik içeren PMMA kaplı intramedüler çivi uygulaması ve sistemik antibiyotik ile tedavi edildi. Hastalar kaynama ve enfeksiyonun iyileşmesi açısından takip edildi.
Bulgular: Hastaların 3’ünde femurda, 11’inde ise tibiada enfekte psödoartroz gelişmişti. Hastaların 3’ünde atrofik, 11’inde hipertrofik enfekte kaynamama mevcuttu. Hastaların ortalama takip süresi 24.7 ay idi (aralık: 8-37 ay). Hastaların takipleri sonrasında % 85.7’sinde (12 hasta) enfeksiyonun gerilediği tespit edildi. Takipte toplam 10 hastada kaynama gerçekleşti (71.4%). Onbir hipertofik enfekte psödoartroz hastasının 10’unda (%90.9) kaynama gerçekleşirken, 3 atrofik psödoartroz hastasının hiçbirisinde kaynama gerçekleşmedi.
Sonuç: Segmenter defekti olmayan hipertrofik psödoartroz tedavisinde antibiyotikli PMMA kaplı kilitli intramedüler çivi kullanımı, yüksek doz lokal antibiyotik etkisi ve intramedüller çivi ile stabilizasyon avantajı nedeniyle önerilebilir. Atrofik psödoartrozda ise enfeksiyon tedavisinin etkili olduğu ancak kemik kaynaması açısından yöntemin yetersiz olduğu söylenebilir. Bu konuda yapılacak daha geniş çalışmalara ihtiyaç vardır.
Objective: Non-union accompanied by infection requires both the treatment of infection and stabilisation of the fracture. This study examined the efficacy of a fixation technique using antibiotic impregnated polymethylmethacrylate (PMMA) cement-coated intramedullary nail in patients with infected pseudarthrosis of the femur or tibia.
Material and Methods: Fourteen patients with Cierny-Mader stage 4 infected non-union of the femur or tibia were included. Patients were treated with local debridement, antibiotic containing PMMA cement-coated intramedullary nail application and systemic antibiotics. They were followed-up for union and recovery of infection.
Results: Femoral and tibial pseudarthrosis were present in 3 and 11 patients, respectively. Eleven patients had hypertrophic and three patients had atrophic infected non-union. The mean duration of follow-up was 24.7 months (range: 8-37 months). During follow-up, infection improved in 85.7% of the cases (12 patients). Union was achieved in 10 (71.4%) patients during follow-up. Ten over 11 patients (90.9%) with hypertrophic pseudarthrosis achieved union. On the other hand, none of the patients with atrophic pseudarthrosis achieved union.
Conclusion: Considering the high-dose local antibiotic effect and the advantage of stabilisation with intramedullary nail, antibiotic impregnated PMMA cement-coated locked intramedullary nail application may be recommended in the treatment of hypertrophic pseudarthrosis. However, regarding the treatment of atrophic pseudarthrosis, it seems to be effective for the treatment of infection but ineffective for bone
union. Larger trials are warranted.

7.
Larengeal skuamoz hücreli karsinomda pulmoner metastaz
Pulmonary metastasis in laryngeal squamous cell carcinoma
Gülpembe Bozkurt, Meltem Esen Akpınar, Didem Rıfkı, Senem Kurt Dizdar, Uğur Temel, Berna Uslu Coşkun
doi: 10.5350/SEMB.20160805021907  Sayfalar 303 - 308
Amaç: Çalışmanın amacı, larenks karsinomlu hastalarda boyun lenf nodu pozitifliği, tümör yerleşimi ve histolojik diferansiasyon gibi faktörlerin pulmoner metastazdaki rollerini belirlemektir.
Gereç ve Yöntemler: Larenks karsinomu tanısı alan 263 hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Otuzdokuz hastada pulmoner metastaz saptandı.
Bulgular: En yüksek pulmoner metastaz oranı, transglottik tümörlerde saptandı (%50). Glotik tümörlerde diğer bölgelere kıyasla pulmoner metastaz oranı çok düşüktü (p= 0.003). Boyun evresi N2-N3 olan hastalarda pulmoner metastaz oranı, N1 olan hastalardan anlamlı olarak daha yüksekti. Az diferansiye tümörlerde pulmoner metastaz oranı anlamlı olarak artmıştı (p= 0.001).
Sonuç: Boyun lenf nodu pozitif olan, tümörü transglottik yerleşimli olup orta veya az diferansiye olan larenks tümörü hastaları pulmoner metastaz açısından dikkatli takip edilmelidir
Objective: To identify the factors associated with pulmonary metastasis, such as lymph node positivity, tumour location and histological differentiation in patients with laryngeal squamous cell carcinoma (scc).
Material and Methods: This study is designed as retrospective cohort study. Data from 263 patients diagnosed with laryngeal scc were reviewed retrospectively. Pulmonary metastasis was observed in 39 of these patients.
Results: The transglottic tumors had the highest pulmonary metastasis rate (%50). The pulmonary metastasis rate was significantly lower in patients with glottic tumors than those with tumors in other regions (p= 0.003) The pulmonary metastasis rate was higher in lymph node-positive patients than in lymph node-negative patients. Pulmonary metastasis rate was significantly higher among patients with N2-N3 stage lymph nodes compared to those with N1 stage lymph nodes. Pulmonary metastasis rate is also increased significantly among patients with histologically poorly differentiated tumours (p= 0.001).
Conclusion: The laryngeal cancer patients with positive lymph node, with transglottic tumour and with poorly/moderately differentiated tumour should be monitored carefully and followed up closely for possible pulmonary metastasis.

8.
Serebral kalsifikasyon tanısı alan hastalar çölyak hastalığı açısından araştırılmalı mı?
Should children diagnosed with cerebral calcification be screened for celiac disease?
Sedat Işıkay, Serkan Kırık, Nurgül Işıkay, Şamil Hızlı, Olcay Güngör, Yasemin Kırık
doi: 10.5350/SEMB.20160829034011  Sayfalar 309 - 314
Amaç: Bu çalışmada Çölyak hastalığı ve serebral kalsifikasyon arasındaki ilişki ve prevalansı saptamayı amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Serebral kalsifikasyonu olan çocuklar çölyak hastalığı yönünden anti-doku transglutaminaz IgA kullanılarak tarandı.
Bulgular: Toplamda 129 serebral kalsifikasyonu olan hasta (6 ay-16 yaş arası 75 erkek ve 54 kız) tetkik edildi. Kontrol grubu 223 sağlıklı çocuktan oluşmaktaydı. Çölyak hastalığı olan hastalarda serebral kalsifikasyon anlamlı olarak yüksek bulundu (p=0.01). Üç hastanın duodenal biyopsisinde total villus atrofisi saptandı. Bu hastalarda demir eksikliği anemisi ve boy kısalığı mevcuttu. Bu hastalarda oksipital lobda kalsifikasyon saptanmadı. Koroid pleksus ve pineal glandda nonspesifik kalsifikasyonlar saptandı.
Sonuç: Çalışmamızın sonuçlarına göre, intrakranial kalsifikasyonun çölyak hastalarında az miktarda olması intrakranial kalsifikasyon ve çölyak hastalığı arasında güçlü bir birliktelik olmadığını gösterdi. Pineal gland ve koroid pleksusta kalsifikasyonun olması Çölyak hastalığı ile ilişkili olabilir
Objective: In this study, we aimed to examine the prevalence and relationship of celiac disease (CD) in children with cerebral calcifications (CC).
Material and Methods: Children with cerebral calcifications were screened for celiac disease using the anti-tissue transglutaminase IgA antibody.
Results: A total of 129 children with CC (75 boys, 54 girls; age: 6 months to 16 years) were evaluated. Control group consisted of 223 healthy children. The prevalence of CD was significantly higher in patients with CC than control subjects (p=0.01). In three patients pathological examination of duodenal biopsy resulted as total villous atrophy. All three patients had both iron deficiency anemia and short stature problem. Although, no calcification in occipital lobe was detected in computed tomography of these three patients, there were nonspecific calcifications in choroid plexus and pineal gland localizations.
Conclusion: According to results from our study, prevalence of celiac disease being low in patients with intracerebral calcifications suggested that there is not a strong correlation between development of calcification and celiac disease. It suggested that occurrence of calcification in choroid plexus and/ or pineal gland might be related to celiac disease.

9.
Amyand herni vakalarında apendektomi ve rutin yama kullanımının yeri
The routine use of mesh and the role of appendectomy for the Amyand’s hernia cases
Cemal Kaya, Ufuk Oğuz İdiz, Emre Bozkurt, Pınar Yazıcı, Uygar Demir, Mehmet Mihmanli
doi: 10.5350/SEMB.20160822083626  Sayfalar 315 - 318
Amaç: Amyand fıtığı, inguinal fıtık kesesi içerisinde apendiksin bulunma hali olup genellikle rastlantısal olarak saptanır. Amacımız olgulara uygulanan tedavileri değerlendirerek nadir görülen bu herniye yönelik tedavi yaklaşımını ve özellikle appendektomi ve herni onarımı için greft kullanımı sonuçlarını değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: Kliniğimizde Ocak 2000-Mayıs 2015 tarihleri arasında ameliyat edilen 6630 inguinal fıtıktan, Amyand fıtığı saptanan 12 hastanın klinik bulguları, laboratuvar sonuçları ve tedavi yöntemleri retrospektif olarak incelendi. Apendiks inflamasyonu olan hastalara Moloney Darn herni onarımı (ağ örme) yapılırken, apendiks inflamasyon bulgusu olmayan hastalara ise Lichtenstein herni onarımı yapıldı.
Bulgular: Hastaların tümü erkek olup yaş ortalaması 48.9±13 yıl (28-67 yıl) idi. Hastaların en sık başvuru şikayeti sağ kasıkta şişlik ve ağrı idi. Üç hastada acil, 9 hastada ise elektif ameliyat sırasında tanı kondu. Bütün hastalara apendektomi yapıldı. Üç hastada fıtık anatomik yöntemle tamir edilirken, 9 hastaya prolen greft onarımı yapıldı. Perfore apandisiti olan bir hastada yara yeri enfeksiyonu (%8.3) gelişirken diğer hastalar sorunsuz, taburcu edildi. Ortalama 80.4±60 aylık (8-180 ay) takip sonucunda hiçbir hastada nüks saptanmadı.
Sonuç: Amyand fıtığında nüksü önlemek için ciddi enflamasyon bulguları yoksa apendektomi eşliğinde greft ile fıtık tamiri güvenli bir şekilde uygulanabilir.
Objective: Amyand’s hernia is described as the presence of vemiform appendix in the inguinal hernia sac and this condition is mostly incidental. The aim of this retrospective analysis was to evaluate the role of appendectomy and the mesh repair in the patients with Amyand’s hernia.
Material and Methods: The clinical and laboratory findings, and treatment modalities of 12 patients with Amyand’s hernia among 6630 inguinal hernia patients who underwent surgery between January 2000 and May 2015, were retrospectively recorded. Moloney darn repair was performed in the patients who had inflamed appendix whereas Lichtenstein repair was performed in the patients who had non-inflamed appendix.
Results: All of the patients were male with a mean age of 48.9 years (range 28-67 years). The most common symptoms and pain in the patients were swelling of the right inguinal area and pain. Three patients underwent emergency surgery due to incarcerated right inguinal hernia while remaining nine patients underwent elective surgical repair. The diagnosis of Amyand’s hernia was made during hernia surgery and routine appendectomy was performed in all patients. The only complication was the wound infection which was observed in the patient with perforated appendicitis (8.3%). The mean follow-up period was 80.4 months (range: 8-180 months) and there were no recurrent cases.
Conclusion: The appendectomy can be performed safely in the patients with Amnyand’s hernia. The repair for inguinal hernia may provide satisfactory results in the absence of inflammation.

10.
Neonatal sepsisli olguların retrospektif değerlendirilmesi ve etkenlerin antibiyotik direnci
Retrospective evaluation of the cases with neonatal sepsis and antibiotic resistance of the causing microorganisms
Abdurrahman Avar Özdemir, Yusuf Elgörmüş
doi: 10.5350/SEMB.20151231123221  Sayfalar 319 - 324
Amaç: Bu çalışma yenidoğan servisinde tedavi gören sepsis tanılı bebeklerin demografik özelliklerini, risk faktörlerini, etken mikroorganizmaları ve antibiyotik dirençlerini saptamak amacı ile gerçekleş- tirildi.
Gereç ve Yöntem: Hastanemiz yenidoğan yoğun bakım ünitesinde Mayıs 2014 ile Mayıs 2015 tarihleri arasında sepsis tanısı ile yatan ve takip edilen 121 bebek retrospektif olarak değerlendirildi. Olgular cinsiyet, doğum ağırlığı ve haftası, risk faktörleri, klinik ve laboratuvar bulguları, beyin omurilik sıvısı (BOS) biyokimyası ile kan, BOS ve idrar kültürü, etken mikroorganizma ve antibiyotik direnci yönünden incelendi.
Bulgular: Çalışma döneminde 431 bebek çeşitli tanılarla yatırıldı. Sepsis tanısı alarak tedavi gören 121 (%28.0) bebek çalışmaya dahil edildi.Olguların 36’sı (%29.7) geç sepsis, 85’i (%70.3) erken sepsis tanısı almış olup, 24 olgu (%19.8) prematüre idi. Sepsis tanısı konulan olguların %60’ında bir veya daha fazla risk faktörü mevcuttu. Toplam 39 (%32.0) kültürde üreme saptandı. Kültürlerde en sık üreyen mikroorganizmalar S. aureus (%30.2), K. pneumoniae (%25.5) ve S. epidermidis (%16.2) idi.
Sonuçlar: Sepsis etkenlerinin değişmesi ve dirençli mikroorganizmaların giderek artması önemli bir sorundur. Bu nedenle her yenidoğan ünitesinde neonatal sepsis risk faktörlerinin, sık görülen etkenlerin ve antibiyotik dirençlerinin saptanarak, bu verilere göre ampirik tedavi planının yapılması önem taşımaktadır.
Objective: This study was performed to evaluate the demographical features, risk factors, responsible microorganisms, antibiotic resistance of newborns with sepsis in a neonatal intensive care unit (NICU).
Material and Method: A total of 121 patients who were diagnosed with sepsis between May 2014 and May 2015 in our NICU were evaluated retrospectively. The cases were investigated in terms of gender, birth weight, gestational age, risk factors, clinical and laboratory findings, cerebrospinal fluid (CSF) analysis and biochemistry, cultures of blood, urine and CSF, distribution of microorganisms, and antibiotic resistance.
Results: A total of 431 patients were admitted to NICU during the study period. Of these, 121 (28%) patients were diagnosed as neonatal sepsis. Early and late-onset sepsis were diagnosed in 85 (70.3%) and 36 (29.7%) cases respectively, and 24 (19.8%) cases were premature. At least one risk factor was identified in 60% of patients with sepsis. Bacterial growth was detected in 39 (32%) of total cultures. The most isolated microorganisms were S.aureus (30.2%), K.pneumoniae (25.5%) and S.epidermidis (16.2%).
Conclusions: The changing spectrum of etiology and increasing drug resistance in neonatal sepsis may pose a serious problem. Therefore, the risk factors, responsible microorganisms, and antibiotic resistance in neonatal sepsis must be determined for every NICU to start appropriate empirical antimicrobial therapy.

OLGU SUNUMU
11.
Suseptibilite ağırlıklı manyetik rezonans görüntüleme sekansının abdominal duvar endometriozisi tanısına katkısı
Role of susceptibility weighted imaging (SWI) in the diagnosis of abdominal wall endometriosis
Canan Çimşit, Tevfik Yoldemir, İhsan Nuri Akpınar
doi: 10.5350/SEMB.20160127121008  Sayfalar 325 - 329
Amaç: Pelvis dışı endometriozisin bir alt tipi olan abdominal duvar endometriozisi nadir görülmekte olup olgular özellikle menstrüasyonla şiddetlenen ağrılı kitle ile başvururlar. Kitlenin değerlendirilmesinde ultrasonografi ve MRG önerilen tanı yöntemleridir. Granülasyon zemininde kalsifikasyonun kronik kan ürünlerinden ayırdedilemediği durumlarda tanı biyopsi ile konulur. Suseptibilite ağırlıklı görüntüleme (SAG), komşu dokular arasındaki manyetik duyarlılık farklarını imaj oluşturmakta kullanan göreceli yeni bir tekniktir. Kan ürünlerine duyarlılığı konvansiyonel MRG’ye göre daha yüksek olan SAG sekansı esas olarak nöroradyoloji alanında kullanılmakta ancak son çalışmalarda batın görüntülemede ek tanısal bilgi sağladığı gösterilmektedir. Bu yazıda SAG’nin abdominal duvar endometriozisi lezyonlarında tanısal yararlılığını göstermeyi amaçlıyoruz.
Olgu: Beş yıl önce sezaryen ile doğum öyküsü olan 29 yaşındaki kadın hasta sezaryen skarı süperior kesiminde, orta hattın solunda ağrılı ve zamanla büyüyen kitle şikayeti ile başvurdu. Yapılan ultrasonografide rektus fasyası altında heterojen hipoekoik solid lezyon tespit edildi. MRG de rektus abdominis kasına bitişik yerleşimli düzensiz şekilli lezyon içerisinde kronik kan ürünleri ile kalsifikasyon ayırımının net yapılamadığı
kontrast tutan heterojen kitle görüldü. SAG sekansta sinyal void olarak izlenen odakların faz imajlarda hiperintens görülmesi kalsifikasyon olasılığını ekarte etmiş, endometriozis tanısını desteklemiştir.
Sonuç: Abdominal duvar endometriozisi şüpheli olgularda MR tetkikine eklenen SAG sekansı menstürasyon ve menstürasyon dışı dönemlerde değişik fazlardaki kan ürünlerini gösterebilmesinin yanında, faz imajların katkısıyla kalsifikasyon olasılığının ortadan kaldırılmasında önemli bir rol oynayarak tanıyı kolaylaştırmaktadır.
Objective: Abdominal wall endometriosis is a rare subtype of extra-pelvic endometriosis; and the patients present with a painful abdominal mass that is particularly aggravated by menstruation. Ultrasound and MRI are the recommended diagnostic tools for the evaluation of the mass lesions. Biopsy is performed when calcifications in the granulation tissue cannot be differentiated from chronic blood products. Susceptibility weighted imaging (SWI) is a relatively new MR technique where the image contrast is mainly based on magnetic susceptibility differences. SWI has higher sensitivity to blood products compared to conventional MRI sequences. Although it has been mostly used in neuroimaging studies, recent studies have shown that it provides additional diagnostic information abdominal imaging. In this article, we aim to demonstrate the diagnostic utility of SWI for lesions of abdominal wall endometriosis.
Case: A 29-year-old woman with a history of Caesarean-section delivery five years ago presented with a cyclic pain and slowly growing abdominal mass located superior to the Caesarean incision scar on the left side of the midline. A heterogeneous hypoechoic solid mass was detected ultrasonographically underneath the fascia of rectus muscle. On MRI, a solid heterogeneous enhancing lesion located anterior to the rectus muscle was seen in which blood products and calcifications could not be differentiated by their signal intensities. On SWI sequence, signal voids within the lesion on magnitude images were hyper intense on phase images and this excluded calcifications endorsing endometriosis as diagnosis.
Conclusion: SWI imaging with its high sensitivity to blood products, contributes to the diagnosis of abdominal wall endometriosis by depicting different phases of hemorrhage during menstruation and non-menstruating days. Another advantage of SWI is the ability to differentiate between blood products and calcification which provides additional value to improve diagnostic ability of pelvic MRI.

12.
Round ligaman kaynaklı retroperitoneal inflamatuar myofibroblastik tümör
Retroperitoneal inflammatory myofibroblastic tumor originating from round ligament
Nermin Koç, Suna Cesur, Ayşe Nur İhvan, Yılmaz Baş, Mesut Polat
doi: 10.5350/SEMB.20151231123221  Sayfalar 330 - 333
Amaç: İnflamatuar myofibroblastik tümör (İMT), nadir görülen bir tümördür. Etyolojisi ve biyolojik davranışı tartışmalıdır. Genellikle akciğerde, mezenterde, genitouriner traktta, retroperitonda bildirilmesine rağmen birçok farklı lokalizasyonda bulunabilir. Uterin round ligaman oldukça nadir bir lokalizasyondur.
Olgu: Genç bir hastada, retroperitonda / uterin round ligamanda yerleşmiş bir inflamatuar myofibroblastik tümör vakasını, morfolojik, immunhistokimyasal ve klinik özellikleriyle birlikte değerlendirdik.
Sonuç: Uygun tedavi ve takip için İMT’yi malign ve benign taklitçilerinden ayırmak önemlidir.
Objective: Inflammatory myofibroblastic tumor (IMT) is a rare tumor. The etiology and biological behaviour is controversial. It could be seen in many different anatomical sites, however it is commonly seen in the lungs, mesentery, genitourinary tract and retroperitoneum. Uterine round ligament is a very rare location for IMT.
Case: We report the morphological, immunohistochemical and clinical features of an IMT which is located in the retroperitoneum / uterine round ligament of a young woman in this paper.
Conclusion: It is essential to differentiate IMT from benign and malignant mimickers for providing an appropriate therapy and follow-up.

13.
Rüptüre ovarian gebelik ve laparoskopik yönetimi: Olgu sunumu
Ruptured ovarian pregnancy and its laparoscopic management: Case report
Osman Balcı, Fedi Ercan, Mustafa Cihan Avunduk
doi: 10.5350/SEMB.20151123091628  Sayfalar 334 - 337
Ovarian gebelik, ektopik gebeliğin nadir bir formu olmasına karşın tubal dışında yerleşen ektopik gebeliklerin içinde en sık görülenidir. Sıklıkla rüptüre tubal ektopik gebelik ya da hemorajik korpus luteum kisti gibi yanlış ön tanılar ile hasta ameliyata alınır. Yüksek rezolüzyonlu transvajinal ultrasonografi ektopik gebelik tanısı için kıymetli bir tanı aracı olmakla beraber ovarian gebelik teşhisi jinekologlar için sorun olmaya devam etmektedir. Kesin tanı ameliyat sırasında konur ve histopatolojik olarak teyit edilir. Burada laparoskopik olarak yönetilen ve tanısı ameliyat sırasında bulguları ile histopatolojik olarak teyit edilen ovarian gebelik vakası sunulmaktadır.
Ovarian pregnancy is a rare form of ectopic pregnancy but it is the most common type of nontubal ectopic pregnancy. Many times it is operated with a misdiagnosis of ruptured tubal ectopic pregnancy or hemorrhagic corpus luteum. The high-resolution transvaginal ultrasonography is a valuable tool for diagnosis of ectopic pregnancy but ovarian pregnancy still remains a diagnostic problem and a continuous challenge to the gynecologist. The correct diagnosis is made at the time of surgery and confirmation is by histopathological report. The case here presented was managed laparoscopically, and the diagnosis was based on surgical and histopathological findings.

14.
Dört yaşındaki bir çocukta nadir bir anafilaksi nedeni: Muz ile oral provokasyon testi
Oral provocation test with banana: a rare cause of anaphylaxis in a four year old child
Mehmet Semih Demirtaş, Erdem Topal, Ferhat Çatal
doi: 10.5350/SEMB.20160118040607  Sayfalar 338 - 340
Amaç: Besin alerjisi çocuklarda anafilaksinin en sık nedenidir ve çalışmalar son yıllarda besin alerjisinin sıklığının arttığını göstermektedir. Besinler arasında, meyveler nadiren anafilaksi nedeni olarak yer almaktadır. Muz alerjisi erişkinler içinde anaflaksi nedenleri içinde saptanmış olmasına rağmen, çocuklarda bildirilen muz anaflaksisi olguları oldukça azdır. Bu olgu sunumunda muz alımı sonrasında gelişen bir anaflaksi olgusu tartışıldı.
Olgu: Dört yaşındaki erkek hasta, muz alımı sonrası vücudunda yaygın kaşıntı, ürtikeryal döküntü ve göz kapaklarında şişlik ile başvurdu. Tanının kesinleştirilmesi amacıyla yapılan muz ile oral provokasyon testinde ürtikeryal papül saptandı. Muz verildikten 10 dakika sonra gövdesinde ürtiker, göz kapaklarında şişlik ve hırıltı şikayeti gelişti, dinlemekle bilateral ronküs mevcuttu ve hastanın ölçülen tansiyonu normaldi. Hastaya anafilaksi tanısı konuldu ve 0.01 mg/kg dan IM adrenalin, nebulizatör ile kısa etklili beta 2 agonist ve anti histaminik tedavisi verildi. İzlemde bulguları düzelen hasta antihistaminik ve 3 günlük oral metilprednizolon tedavisiyle taburcu edildi. Hastaya önerilerde bulunuldu ve adrenalin otoenjektör reçete edilip kullanımı gösterildi.
Sonuç: Nadir de olsa çocuklarda muz ile anafilaksi gelişebilmektedir. Bu nedenle tanı amaçlı yapılacak oral provokasyonlar deneyimli merkezlerce yapılmalı ve gelişebilecek reaksiyonlara karşı gerekli önlemler alınmalıdır.
Objective: Food allergy is the most common cause of anaphylaxis in children and recent studies suggest that the prevalence of food allergies has increased. Among foods, fruits are rarely the cause of anaphylaxis. Although banana allergy has been identified among the causes anaphylaxis in adults, the incidence of banana anaphylaxis reported in children is very rare. In this case report a patient who developed anaphylaxis after banana ingestion was discussed.
Case: A 4-year-old boy male patient admitted with widespread itching, swelling of the eyelids, urticarial rash in body following exposure to banana. In oral provocation test performed in order to confirm the diagnosis made with banana, urticarial papules were detected. Urticaria, swelling of the eyelids and wheezing complaints occured in the body in 10 minutes after banana was given. Bilateral rhonchus was presented in auscultation and the blood pressure of the patient measured was normal. The patient was diagnosed with anaphylaxis and 0.01 mg / kg IM epinephrine nebuliser with short-acting beta 2 agonists and antihistaminic treatment were given. The patient who recovered during follow-up was discharged with antihistaminics and 3-day oral methylprednisolone therapy. Recommendations were made to patient and adrenaline auto-injector was prescribed and its use was described.
Conclusion: Although rare, children may develop anaphylaxis with bananas. Therefore, oral provocations for diagnostic purposes should be performed by experienced centers and necessary precautions should be taken against the reactions that may occur.

LookUs & Online Makale