1. | Front Matter Pages I - IX |
REVIEW ARTICLE | |
2. | Preoperative Preparation in Hyperthyroidism and Surgery in the Hyperthyroid State Mehmet Uludag, Isik Cetinoglu, Mehmet Taner Unlu, Ozan Caliskan, Nurcihan Aygun doi: 10.14744/SEMB.2024.97253 Pages 263 - 275 Hipertiroidizm tiroid bezi tarafından fazla tiroid hormonu üretimi ve sekresyonu ile dokularda fazla tiroid hormonu konsantrasyonuna bağlı gelişen klinik durumdur. Hipertiroidizm düşük TSH ve yüksek T3 ve/veya T4 ile karakterizedir ve en sık sebepleri Graves hastalığı, toksik multinodüler guatr ve soliter toksik adenomdur. T3 tiroid hormonunun periferik etkili aktif formu olup hemen her doku ve sistemi etkilemektedir. Hipertiroidizmle ilgili en belirgin özellikler kardiyovasküler sistemle ilgili olanlardır. Hipertiroidizmin tedavisinin 3 tedavi opsiyonu antitiroid ilaçlar (ATDs), radyoaktif iyot tedavisi (RAI) ve cerrahi olup, bunlar arasında en etkili tedavi cerrahidir. Cerrahi endikasyon koyulan hastalarda tiroidektominin optimal şartlarda uygulanabilmesi için hastaların preoperatif hazırlık tedavisinin yapılması gerekmektedir. Preoperatif hazırlık tedavisi, tiroid bezinden tiroid hormonlarının sentezini, salgılanmasını ve periferik etkilerini önlemeyi hedefleyen bir kombinasyon tedavisi olmalıdır. Bu tedavide kullanılabilen ilaçlar tiyonamidler, beta blokerler, iyod, kortikosteroidler, kolestiramin, perklorat, lityum, terapötik plazma değişimi olarak sayılabilir. Hastanın durumuna göre bu tedavi seçenekleri kombine edilebilir. Hipertiroidide cerrahi tercih edilecekse, hipertiroidinin korkulan komplikasyonu olan tiroid fırtınasını önlemek için hastaların preoperatif antitiroid tedavi ile ötiroid hale getirilmesi önerilmekle birlikte kanıt düzeyi düşüktür. Ameliyat öncesi tedavi, ameliyat sırasından hastanın ötiroidi veya hipertiroidi olması tiroid fırtınasından korumaz. Hipertiroidik hastalarda biyokimyasal ötiroidi sağlanana kadar cerrahinin ertelenmesinin gerekip gerekmediği halen tartışma konusudur. Son yıllarda yayınlanan çalışmalarda deneyimli anestezist ve cerrahlar tarafından hipertiroidik safhada tiroidektomi uygulanmasının tiroid fırtınasını presipite etmeden, intraoperatif ve postoperatif komplikasyon gelişimini arttırmadan güvenli bir şekilde uygulanabileceği bildirilmektedir. Hipertiroidik hastalarda cerrahi öncesi ötiroid durumuna ulaşmak ideal olsa da, her zaman mümkün değildir. Ötiroid ilaçlara karşı alerji, ilaç yan etkileri, tedaviye dirençli hastalık, hastanın tedaviye uyumsuzluğu ve kesin tedavinin ne kadar acil olması gerektiği gibi faktörler, hipertiroidizmin ameliyat öncesi kontrol edilip edilemeyeceğini belirlemede kritik öneme sahiptir. Hipertiroidik hastalarda ötiroid hale gelmeden cerrahi gerektiğinde hastanın genel durumu, komorbiditeleri anestezist, cerrah ve endokrinolog tarafından birlikte değerlendirilmeli, özellikle kardiyovasküler sistem stabilize edilmelidir. Hipertiroidik safhada ve kardiyovasküler açıdan stabil olan hastalarda tiroid cerrahisinin ertelenmeyebileceği ve güvenli bir şekilde uygulanabileceği düşüncesindeyiz. (SETB-2024-09-148) Hyperthyroidism is a clinical condition that develops due to the excessive production and secretion of thyroid hormones by the thyroid gland, leading to an elevated concentration of thyroid hormones in tissues. Hyperthyroidism is characterized by low TSH and elevated T3 and/or T4, with the most common causes being Graves' disease, toxic multinodular goiter, and solitary toxic adenoma. T3 is the peripherally active form of thyroid hormone, affecting nearly each tissue and system. The most prominent aspects of hyperthyroidism are related to the cardiovascular system. The treatment of hyperthyroidism includes three options: antithyroid drugs (ATDs), radioactive iodine therapy (RAI), and surgery. Among these treatment modalities, surgery is considered as the most effective one. For patients who are candidates for surgery, preoperative preparation is required to ensure that the thyroidectomy can be performed under optimal conditions. Preoperative preparation should be a combination therapy aimed at preventing the synthesis, secretion, and peripheral effects of thyroid hormones from the thyroid gland. Medications that can be used in this treatment include thionamides, beta-blockers, iodine, corticosteroids, cholestyramine, perchlorate, lithium, and therapeutic plasma exchange. These treatment options can be combined based on the patient's condition. While it is recommended that patients be made euthyroid through preoperative antithyroid treatment to prevent the feared complication, which is the thyroid storm, the supporting evidence is limited. Preoperative treatment does not prevent against thyroid storm whether the patient is euthyroid or hyperthyroid during surgery. Whether surgery should be delayed until biochemical euthyroidism is achieved in hyperthyroid patients remains a topic of debate. Recent studies suggest that thyroidectomy can be safely performed during the hyperthyroid phase by experienced anesthesiologists and surgeons without precipitating thyroid storm or increasing intraoperative and postoperative complications. Although achieving the euthyroid state before surgery is ideal in hyperthyroid patients, it is not always possible. Factors such as allergies to medications, drug side effects, treatment-resistant disease, patient noncompliance, and the urgency of definitive treatment are critical in determining whether hyperthyroidism can be controlled preoperatively. When surgery is necessary in hyperthyroid patients without achieving euthyroidism, the patient's overall condition and comorbidities should be evaluated together by the anesthesiologist, surgeon and endocrinologist, with particular attention to stabilizing the cardiovascular system. We believe that in hyperthyroid patients who are cardiovascularly stable during the hyperthyroid phase, thyroid surgery may not need to be delayed and can be performed safely. |
ORIGINAL RESEARCH | |
3. | Postoperative Outcomes and Recurrence Rate in Laparoscopic Tep Inguinal Hernia Repairs Using Partially Absorbable Meshes: A Retrospective Single-Surgeon Study Over A 5-Year Period Burcak Kabaoglu, Erman Sobutay, Cagri Bilgic doi: 10.14744/SEMB.2024.33682 Pages 276 - 283 Amaç: Bu çalışmada total ekstraperitoneal (TEP) tekniğiyle ve kısmi emilebilir mesh kullanılarak yapılan laparoskopik inguinal herni onarımlarının 5 yıllık bir dönemde postoperatif sonuçlar ve rekürrens oranı açısından incelenmesi amaçlandı. Yöntem: Toplamda 100 hastada (ort. (SS) yaş: 51.0(14.6, 16-83) yıl, popülasyonun %91,0’i erkek hastalar) gerçekleştirilen 150 kısmi emilebilir mesh kullanımlı laparoskopik TEP inguinal herni onarımı (50 hastada bilateral) retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların demografik özellikleri, herni özellikleri (taraf, alt tip), operasyon tarihi ve süresi, erken ve geç-dönem postoperatif komplikasyonlar ve rekürrens oranı 5-yıllık dönemde kaydedildi. Bulgular: Hastaların yaklaşık yarısındaİ inguinal herni 50 hastada (%50.0) bilateral (50.0%) ve 53(%53.0) hastada ya indirekt (53.0%) olup, 17(%17,0) olguda lipoma tespit edildi. Medyan operasyon süresi 45.0 dk (23.0 ila 40.0 dk aralığında) oldu. Toplamda, 6(%6,0) hastada konservatif olarak tedavi edilen eroma oluşumu gözlenirken, hiçbir hastada preperitoneal hematom, enfeksiyon veya persistan kronik inguinal ağrı gözlenmedi. Postoperatif takipte 30 ay içinde (2 ila 60 ay aralığında) rekürrens gelişim oranı %0,67 (1/150 operasyonda) idi. Bilateral hernide operasyon süresi, sol veya sağ unilateral herni ile kıyaslandığında, anlamlı olarak daha uzundu (median(minimum-maksimum) 50.0(34.0-140.0) dk’ya karşın sırasıyla 40.0(23-80) ve 40.0(25.0-130.0) dk, p<0.01 ve p<0.001). Operasyon süresi, hasta yaşı (r=0.240, p=0.017) ve VKİ (r=0.205, p=0.044) ile pozitif korelasyon gösterdi. Sonuç: Sonuç olarak, bu retrospektif tek-cerrah çalışmasıbulgularımız, kısmi emilebilir mesh kullanılan laparoskopik TEP inguinal herni onarımlarının erken ve geç dönem komplikasyonlar bazında olumlu postoperatif sonuçlar ve 5 yıllık süre zarfında %0,67 rekürrens oranı ile ilişkili olduğunu göstermektedir. (SETB-2024-06-110) Objective: This study aimed to evaluate the postoperative outcomes and recurrence rate in laparoscopic inguinal hernia repairs performed over a 5-year period with totally extraperitoneal (TEP) technique and use of partially absorbable meshes. Methods: A total of 100 patients (mean(SD, min-max) age: 51.0(14.6, 16-83) years, 91.0% were males) who underwent 150 laparoscopic TEP inguinal hernia repairs (bilateral in 50 patients) with use of the partially absorbable mesh were retrospectively reviewed. Data on patient demographics, hernia characteristics (side, subtype), date of operation, operating time, early and late postoperative complications as well as the recurrence rate were recorded over a 5-year period. Results: The inguinal hernia was bilateral in 50(50.0%) patients and indirect hernia was noted in 53(53.0%) patients, while lipoma was evident in 17(17.0%) cases. Median operating time was 45.0 min (range, 23.0 to 140.0 min). Overall, seroma occurred in 6(6.0%) patients and treated conservatively, while none of patients developed preperitoneal hematoma, infection or persistent chronic inguinal pain. Recurrence rate was 0.67% (1/150 operations) within a median 30.0 months (range, 2 to 60 months) of postoperative follow up. Bilateral hernia was associated with significantly longer operating time compared to left or right unilateral hernia (median(min-max) 50.0(34.0-140.0) vs. 40.0(23-80) and 40.0(25.0-130.0) min, p<0.01 and p<0.001, respectively). Operating time was positively correlated both with patient age (r=0.240, p=0.017) and BMI (r=0.205, p=0.044). Conclusion: In conclusion, our findings indicate that laparoscopic TEP inguinal hernia repair with use of the partially absorbable meshes enables a favorable postoperative outcome with minimal early and late postoperative complications and 0.67% recurrence rate over a 5-year period. |
4. | Struma Ovarii: Single Center Experience Serkan Erkan, Hakan Yabanoglu, Tevfik Avci, Gulsen Dogan Durdag, Filiz Bolat, Nazim Emrah Kocer doi: 10.14744/SEMB.2024.90248 Pages 284 - 290 Amaç: Struma ovarii (SO) tüm yumurtalık tümörlerinin yaklaşık %1'ini oluşturur. Çalışmamızın amacı, ağırlıklı olarak monodermal teratom içinde tiroid dokusu ile karakterize SO tanısı alan hastalardan oluşan kapsamlı bir vaka serisindeki klinik deneyimimizi sunarak tedavi algoritmasına katkıda bulunmaktır. Yöntem: Ocak 2012 ile Ocak 2022 tarihleri arasında yumurtalık kitlesi nedeniyle ameliyat edilen ve histopatolojik olarak SO tanısı alan 17 yaş ve üzeri hastalar çalışmaya dahil edildi. Hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Demografik veriler, başvuru şikayetleri, radyolojik bulgular, tümör boyutları, laboratuvar verileri, uygulanan cerrahi işlemler, patoloji raporları, ek tedaviler ve takip bilgileri kaydedildi. Bulgular: Toplam 19 hastanın yaş ortalaması 41,7 ± 17,59 yıldı. Bunlardan 3 hastada malign struma ovarii (MSO) mevcuttu. Histopatolojik olarak benign struma ovarii (BSO) tanısı doğrulanan hastalara kistektomi sonrası ek tedavi uygulanmadı. Malign vakalarda tek taraflı salpingo-ooferektominin yanı sıra total tiroidektomi, radyoaktif iyot (RAI) ablasyonu ve L-Tiroksin baskılaması (TSH serum düzeyinin 0,1 mU/L'nin altında olması) uygulandı. Takip süresi boyunca mortalite meydana gelmedi. Sonuç: Benign struma ovarii vakalarında konservatif tedaviler kabul edilebilir bir tedavi olarak görülse de malign vakalarının yönetimi tartışmalıdır. Genç kadınlar için doğurganlığı koruyucu cerrahiyi takiben postoperatif adjuvan tiroidektomi ve radyoaktif iyot ablasyonu tercih edilebilir. (SETB-2024-05-079) Objective: Struma ovarii (SO) accounts for approximately 1% of all ovarian tumors The objective of our study is to contribute to the treatment algorithm by presenting our clinical experience in a comprehensive case series of patients diagnosed with SO, predominantly characterized by thyroid tissue within a monodermal teratoma. Materials and Methods: Patients aged 17 years and older who underwent surgery due to ovarian masses and were histopathologically diagnosed with SO between January 2012 and January 2022 were included in the study. The patients' files were retrospectively reviewed. Demographic data, presenting complaints, radiological findings, tumor sizes, laboratory data, surgical procedures performed, pathology reports, additional treatments, and follow-up information were recorded. Results: The median age of total 19 patients was 41.7 (17-74) years. Among them, malignant struma ovarii was present in 3 patients. In patients with histopathologically confirmed benign struma ovarii, no additional treatment was administered after tumor enucleation. In malignant cases, in addition to unilateral salpingo-oophorectomy, total thyroidectomy, radioactive iodine (RAI) ablation, and L-Thyroxine suppression were performed. No mortality occurred during the follow-up period. Conclusion: Although conservative treatments are considered as acceptable treatment in cases of benign struma ovarii, the management of cases with malignant struma ovarii is controversial. Fertility sparing surgery followed by postoperative adjuvant thyroidectomy and radioactive iodine ablation may be preferred for young women. |
5. | Coexistence of Thyroglossal Cyst and Thyroid Disease in Adults: Surgical Outcomes From A Single Center Ceylan Yanar, Isik Cetinoglu, Zerin Sengul, Ozan Caliskan, Mehmet Taner Unlu, Nurcihan Aygun, Mehmet Uludag doi: 10.14744/SEMB.2024.99390 Pages 291 - 297 Giriş: Tiroglossal kist (TGC)’ler genellikle çocukluk çağında ve 30 yaşından önce presente olmasına rağmen, yetişkinlerde hatta ileri yaşlarda da görülebilmektedir. Yetişkinlerde nodüler tiroid hastalığı da sık görülmektedir. Literatürde çocuk ve yetişkinlerde TDC kliniğinin, cinsiyetin, cerrahi sonrası rekürensin farklı olduğu ile ilgili tartışmalar devam etmektedir. Biz de bu çalışmada kliniğimizde TDC nedeni ile cerrahi uygulanan yetişkin hastaların TDC ile ilgili verileri, eş zamalı tiroid hastalığı ve tiroid cerrahisi ile ilgili verilerini değerlendirmeyi amaçladık Materyal Metod: Şişli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi Kliniğinde 2018-2024 tarihleri arasında TGC tanısı opere edilen 18 yaş üstü hastaların verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Bulgular: Kriterlere uygun yaş ortalaması 43.94+12.98 (21-67) yıl olan 16 hasta (11 kadın/5 erkek) çalışmaya alındı. TGC tanısı 12 hastada 8%75) ultrasonografi (USG), 1 hastada (%6.25), 1 hastada magnetik rezonans görüntüleme, 2 hastada insidental olarak (12.5) intraoperatif saptandı. TGC için 13 hastaya (%81.25) Sistrunk ameliyatı, 3 hastaya (%18.75) kist eksizyonu uygulandı. 16 TGC’li hastanın birinde (%6.25) preoperatif TGC içinde papiller tiroid kanseri saptandı. Preoperatif değerlendirmede 12 hastada (%75) nodüler tiroid hastalığı saptandı. Bunların 3 (%18.75)’ünde preoperatif papiller tiroid kanseri saptandı. TGC’li hastalardan 3’üne (%18.75) tiroid malignitesi, 5 (%31.25)’ine nodüler tiroid hastalığı nedeniyle (%50)’ine ek tiroid cerrahisi uygulandı. Hastalar 22.63+18.32 ay (3-67 ay) takip edildi. Takip süresinde TGC rekürensi gelişmedi. Sonuç: TGC’li hastalarda tiroid hastalığı, malign veya benign tiroid hastalığı için ek tiroidektomi gerekliliği nadir değildir. TGC’li hastalar cerrahi tedavi öncesi tiroid hastalığı açısından da değerlendirilmelidir. TGC’li hastaların cerrahi tedavisinde Sistrunk ameliyatı standart cerrahi teknik olmasına rağmen, yetişkinlerde eğer kist hyoid kemiğin inferiorunda sonlanıyorsa hyoid kemik ortası çıkarılmadan total kist eksizyonu yeterli olabilir. (SETB-2024-09-149) Introduction: Thyroglossal cysts (TGCs) usually present during childhood and before the age of 30, however they can also be seen in adults, even in advanced age. Nodular thyroid disease is also common in adults. In the literature, there is an ongoing debate regarding the differences in clinical presentation, gender, and postoperative recurrence of TGC between children and adults. In this study, we aimed to process the data of adult patients who underwent surgery for TGC in our clinic, along with the data on concurrent thyroid disease and thyroid surgery. Materials and Methods: The data of patients over 18 years old who were operated on for TGC at the General Surgery Clinic of Sisli Hamidiye Etfal Training and Research Hospital between 2018 and 2024 were retrospectively evaluated. Results: A total of 16 patients with a mean age of 43.94 ± 12.98 (21-67) years, were included in the study (11 F/5 M). The diagnosis of TGC was made in 12 patients (75%) by ultrasonography (USG), in 1 patient (6.25%) by computed tomography, in 1 patient (6.25%) by magnetic resonance imaging (MRI), and in 2 patients (12.5%) incidentally intraoperatively. 13 patients (81.25%) underwent the Sistrunk procedure, and 3 patients (18.75%) underwent cyst excision. Among the 16 TGC patients, papillary thyroid cancer in the cyst was detected in one patient (6.25%) preoperatively. During preoperative evaluation, nodular thyroid disease was found in 12 patients (75%). Of these, papillary thyroid cancer was detected in 3 patients (18.75%) preoperatively. Of the TGC group, 3 (18.75%) underwent thyroidectomy for thyroid malignancy, and five (31.25%) underwent additional thyroid surgery for nodular thyroid disease. The patients were followed for a mean of 22.63 ± 18.32 months (3-67 months), and no recurrence of TGC was observed during the follow-up period. Conclusion: In patients with TGC, thyroid diseases and the requirement for thyroidectomy due to benign or malignant thyroid disease is not uncommon. Patients with TGC should be evaluated for thyroid disease before surgical treatment. While the Sistrunk procedure is the standard surgical technique in the treatment of TGC, in adults, if the cyst terminates below the hyoid bone, total cyst excision without removing the central portion of the hyoid bone may be sufficient. |
6. | Risk Factors for Right Paratracheal Posterolateral Lymph Node Metastasis in Papillary Thyroid Cancer Ozan Caliskan, Isik Cetinoglu, Nurcihan Aygun, Mehmet Taner Unlu, Mehmet Kostek, Adnan Isgor, Mehmet Uludag doi: 10.14744/SEMB.2023.64507 Pages 298 - 304 Giriş: Papiller tiroid kanseri (PTK) insidansı giderek artmakta olup ameliyat sonrası iyi seyreden sağkalım süreleri nedeniyle yapılacak ameliyatın genişliği iyi belirlenmeli ve operasyon sırasında gelişebilecek komplikasyonlardan kaçınılmalıdır. Rekürren laringeal sinirin (RLS) sağ ve sol boyun taraflarındaki anatomik seyrinden dolayı sağ paratrakeal lenf bezleri anteromedial ve posterolateral olarak ikiye ayrılmakta ve posterolateral lenf bezleri RLS ile yakın bir komşuluk halinde bulunmaktadır. Bu komplikasyon riski nedeniyle bu çalışmada PTK’da oluşabilen sağ paratrakeal posterolateral lenf bezi (SPTPLLB) metastazı için risk faktörlerini belirlemeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: 2013-2022 yılları arasında tiroid bezi sağ lobda PTK mevcudiyeti nedeniyle santral boyun diseksiyonu veya santral ve lateral boyun diseksiyonu yapılmış olan hastalar çalışmaya dahil edildi. Tanımlayıcı verilerle beraber preoperatif görüntüleme bulguları ve postoperatif patoloji bulguları retrospektif olarak değerlendirildi. Bulgular: Kriterlere uyan 55 hastanın verileri istatistiksel olarak değerlendirildi. Hastaların 24’ü (%43.6) erkek, 31’i (%56.4) kadındı. Yaş ortalamaları 47.9±17.5(16-81)’du. Ortalama tümör çapı 2.17±1.43(0.4-7.0) cm’di. Hastaların 13’ünde (%23.6) SPTPLB metastazı izlendi. Tek değişkenli analizde ekstratiroideal yayılım (p=0.008), lenfovasküler invazyon (p=0.044), sağ paratrakeal anteromedial lenf bezi (SPTAMLB) metastaz varlığı (p=0.001) ve sol paratrakeal metastaz (p=0.049) varlığı istatistiksel olarak anlamlı faktörler olarak belirlendi. Yapılan çok değişkenli analizde yalnızca sağ paratrakeal anteromedial bölgede lenf bezi metastazı olması anlamlı değişken olarak belirlendi(p=0.035). Sonuç: PTK nedeniyle opere olan hastalarda intraoperatif değerlendirme sırasında, SPTPLLB’inde metastaz olma riskinin SPTAMLB’inde metastaz olmasıyla beraber arttığı göz önünde bulundurulmalıdır. Santral diseksiyon planlanan sağ lobda tümörü olan hastalarda sağ paratrakeal diseksiyonun formal yapılmasının optimal değerlendirme açısından uygun olacağı kanaatindeyiz. SPTAMLB varlığında posterolateral diseksiyon rutin uygulanmalıdır. Karar verilemediğinde anteromedial doku frozen patoloji ile incelenerek negatif sonuçlanması durumunda posterolateral diseksiyon uygulanmayabilir. (SETB-2024-09-153) Introduction: The incidence of papillary thyroid cancer (PTC) is increasing, and due to the favorable postoperative survival rates, the extent of surgery should be carefully determined, and complications during the operation should be avoided. The recurrent laryngeal nerve (RLN) divides the right paratracheal lymph node (RPTLN) into anteromedial and posterolateral compartments due to its anatomical course on the right and left sides of the neck, and the posterolateral lymph nodes are in close proximity to the RLN. Due to the risk of this complication, in this study, we aimed to determine the risk factors for the development of right paratracheal posterolateral lymph node (RPTPLLN) metastasis in PTC. Materials and Methods: Between 2013 and 2022, patients who underwent central neck dissection (CLND) or central and lateral neck dissection due to the presence of PTC in the right lobe of the thyroid gland were included in the study. Descriptive data, along with preoperative imaging findings and postoperative pathology findings, were retrospectively evaluated. Findings: The data of 55 patients who met the criteria were statistically analyzed. Of these patients, 24 (43.6%) were male and 31 (56.4%) were female. The mean age was 47.9±17.5 years (range: 16-81). The mean tumor size was 2.17±1.43 cm (range: 0.4-7.0). RPTPLLN was observed in 13 patients (23.6%). Univariate analysis revealed that extrathyroidal extension (p=0.008), lymphovascular invasion (p=0.044), presence of right paratracheal anteromedial (RPTAMLN) metastasis (p=0.001), and presence of left paratracheal metastasis (p=0.049) were statistically significant factors. However, in the multivariate analysis, only the presence of RPTAMLN was determined to be a significant variable (p=0.035). Conclusion: In patients undergoing surgery for PTC, the risk of metastasis in the RPTPLLN should be considered higher when there is metastasis in the RPTAMLN. We believe that formal dissection of the RPTLN should be considered for optimal evaluation in patients with tumors in the right lobe where central dissection is planned. Posterolateral dissection(PLD) should be routinely performed in the presence of clinical lymph nodes in the RPTAMLN. When a decision cannot be made, PLD may not be performed if the anteromedial tissue is examined with frozen pathology and the result is negative. |
7. | Predictors of Cervical Lymph Node Metastasis in Patients with Squamous Cell Carcinoma of the Larynx Abdullah Soydan Mahmutoglu, Didem Rifki, Ozdes Mahmutoglu, Fatma Zeynep Arslan, Ozan Ozdemir, Goncagul Arslan Kosargelir, Yesim Karagoz doi: 10.14744/SEMB.2024.80445 Pages 305 - 311 Amaç: Bu retrospektif çalışmada tümör hacmi, derecesi ve invazyon derinliğinin servikal lenf nodu metastazını öngörmedeki etkinliğini değerlendirdik. Servikal lenf nodu tutulumunu güvenilir bir şekilde öngören tanısal parametrelerin tanımlanması, laringeal kanserin yönetiminin iyileştirilmesinde yararlı olabilir. Gereç ve Yöntemler: Larenks yassı hücreli karsinomu nedeniyle ameliyat edilen 17 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Tümörlerin yaşı, cinsiyeti, tümör-lenf nodu-metastaz (TNM) evresi, derecesi, invazyon derinliği ve tomografi (BT) hacmi analiz edildi. Bu parametreler ile servikal lenf nodu metastazı arasındaki ilişki belirlendi. Bulgular: Otuz iki hastada (%29.91) servikal lenf nodu pozitifliği vardı. Az diferansiye tümörlerin 13'ünde (%46.43), orta-iyi diferansiye tümörlerin 19'unda (%24.05) lenf nodu metastazı saptandı. Lenf nodu negatif hastalarda ortalama hacim 2.15±0.14 cc, lenf nodu pozitif hastalarda ise 2.97±1.05 cc idi. Lenf nodu negatif hastalarda ortalama invazyon derinliği 10.1±0.87 mm, lenf nodu pozitif hastalarda ise 11.3±1.05 mm idi. Larinks skuamöz hücreli karsinomlu hastalarda tümör derecesi ve hacmi lenf nodu metastazını başarılı bir şekilde öngördü ancak invazyon derinliği nodal metastaz ile ilişkili değildi (sırasıyla p=0.047, p=0.0022, p=0.916) Sonuç: Larenks skuamöz hücreli karsinomlu hastalarda tümör derecesi ve hacmi servikal lenf nodu metastazını öngörebilirken, invazyon derinliği öngörmemektedir. Tümör hacminin radyolojik olarak hesaplanması, patologların yaptığı invazyon derinliği gibi ölçümlerdeki değişkenliği en aza indirerek lenf nodu metastazını öngörmeye yardımcı olabilir. (SETB-2024-05-085) Objectives: In this retrospective study, we evaluated the effectiveness of the tumor volume, grade and invasion depth in the prediction of cervical lymph node metastasis. Background: Identification of diagnostic parameters reliably predicting cervical lymph node involvement can be useful in improving the management of laryngeal cancer. Material and Methods: One hundred and seven patients with squamous cell carcinoma of larynx and who underwent surgery were assessed retrospectively. Age, sex, Tumor-Node-Metastasis (TNM) stage, grade, invasion depth and tomography(CT) volume of the tumors were analysed. The association between these parameters and cervical lymph node metastasis was determined. Results: Thirty two patients (%29.91) had positive cervical lymph nodes. Lymph node metastasis is detected in 13 (46.43%) poorly differentiated tumors, and in 19 (24.05%) moderate-well differentiated tumors. Mean volume was 2.15±0.14 cc in lymph node negative patients and 2.97±1.05 cc in lymph node positive patients. Mean invasion depth was 10.1±0.87 mm in lymph node negative patients and in 11.3±1.05 mm lymph node positive patients. The tumor grade and volume predicted successfully lymph node metastasis in patients with squamous cell carcinoma of the larynx, however invasion depth were not associated with nodal metastasis (p=0.047, p=0.0022, p=0.916, respectively) Conclusion: The tumor grade and volume can predicted cervical lymph node metastasis in patients with squamous cell carcinoma of the larynx, whereas the depth of invasion did not. Calculation of the tumor volume radiologically can help predict lymph node metastasis by minimizing the variability in measurements such as the depth of invasion performed by pathologists. |
8. | Craniomaxillofacial Surgery with Computer-generated Three-dimensional Solid Models Atilla Adnan Eyuboglu, Mustafa Tonguc Isken, Volkan Etus, Reha Yavuzer, Cenk Sen, Deniz Iscen, Ahmet Demir doi: 10.14744/SEMB.2024.13844 Pages 312 - 318 AMAÇ: Karmaşık kraniyofasiyal deformitelerin onarımı birçok teknik zorluk içermektedir. Son yıllarda, operasyon kalitesini artırmaya ve zorlukları azaltmaya yönelik yeni cerrahi teknikler geliştirilmiştir. Ancak, etkilenen bölgenin şeklini tasarlamak ve hassas kontur elde etmek hala zorlayıcıdır. Üç boyutlu (3D) katı modellerin kullanımı, operasyonların tüm aşamalarında önemli bir yardım sağlayabilir. Bu çalışmanın amacı, karmaşık kraniyofasiyal operasyonlar için prototip 3D katı modellerin geçerliliğini araştırmaktır. MATERYAL VE YÖNTEM: Hastaların simüle edilmiş 3D modelleri kullanılmıştır. Operasyonların planlanmasında klasik cerrahi aletler kullanılmıştır. Hastaların takip süreleri 6 ila 18 ay arasında değişmektedir. SONUÇLAR: Üç boyutlu katı modeller kullanılarak operasyonlar planlanmış ve gerçekleştirilmiştir. Ameliyat sırasında adımlar, planlama sırasında simüle edildiği şekilde uygulanmıştır. Büyük bir komplikasyon gelişmemiştir. Tüm kemik ve yumuşak doku rekonstrüksiyonları büyük bir enfeksiyon olmadan iyileşmiştir. SONUÇ: Stereolitografik modeller şunları sağlar: 1) anatomiyi daha iyi anlama, 2) ameliyat öncesi simülasyon, 3) lezyon lokalizasyonunda ameliyat sırasında doğruluk, 4) implantların hassas üretimi ve 5) öğrencilerin eğitiminde gelişme. Ameliyat sırasında navigasyon ve ameliyat öncesi planlama için doğru bir yöntem açıkça faydalıdır. Bu teknoloji, hastanın anatomisinin bilgisayar ile yeniden yapılandırılması yoluyla doğrudan bir temsilini sunar, karmaşık yüz rekonstrüksiyon prosedürlerinde bilgilerin verimli ve doğru bir şekilde aktarılmasını sağlar. (SETB-2024-07-125) OBJECTIVE: Restoring complex craniofacial deformities presents numerous challenges. Recent years have seen the development of new surgical techniques aimed at improving operation quality and reducing difficulty. However, designing the reduction volume for the affected region and achieving precise contouring remain difficult tasks. The use of three-dimensional (3D) solid models can provide significant assistance at all stages of the operations. This study aimed to investigate the validity of prototype 3D solid models for complex craniofacial operations. MATERIALS AND METHODS: Simulated 3D models of the patients were used. Conventional surgical instruments were employed for the planning of the operations. Patients had follow-up periods ranged from 6 to 18 months. RESULTS: Operations have been planned and performed using three-dimensional solid models. Intraoperative steps were executed as simulated during planning. No major complications were developed. All bone and soft-tissue reconstructions healed without major infection. CONCLUSION: Stereolithographic models provide: 1) a better understanding of anatomy, 2) presurgical simulation, 3) intraoperative accuracy in lesion localization, 4) accurate fabrication of implants, and 5) improved education for trainees. An accurate method for intraoperative navigation and preoperative planning is clearly useful. This technology offers a direct representation of the patient's anatomy through computer reconstruction, allowing for the efficient and precise transfer of information in complex facial restorative procedures. |
9. | Iatrogenic Vascular Injuries in Elective Abdominal and Pelvic Surgery Patients: Retrospective, Single Center, 30-Day Results Mehmet Ali Yesiltas, Yasar Gokkurt, Serkan Ketenciler, Cihan Yucel, Melek Yilmaz, Ilhan Ozgol, Mehmet Kursat Kurt, Seran Gulbudak doi: 10.14744/SEMB.2024.19971 Pages 319 - 324 Giriş: Nadir de olsa elektif karın veya pelvik ameliyatlarda damar yaralanmalarıyla karşılaşılmaktadır. İlgili arter/vende herhangi bir yaralanma olduğunda, bu durum hem kısa hem de uzun vadede mortalite ve morbidite ile ilişkilidir. Elektif olgularda damar yaralanmalarında tedavi yaklaşımımızı ve kısa dönem sonuçlarımızı paylaşmayı amaçladık. Method: Bu çalışmada Ocak 2018 ile Temmuz 2023 tarihleri arasında elektif karın ve pelvik cerrahi esnasında olan iyatrojenik damar yaralanması nedeniyle damar cerrahı tarafından müdahale edilen hastalar retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Çalışmada ürolojik cerrahi girişim uygulanan 21 (%29,2) olguda, jinekolojik cerrahi tedavi uygulanan 35 (%48,6) olguda ve batın cerrahisi uygulanan 16 (%22,2) olguda iyatrojenik damar yaralanması meydana geldi. 29 hastada izole arteriyel yaralanma, 37 hastada izole venöz yaralanma ve 6 hastada hem arter hem de ven yaralanması vardı. 24 hastaya embolektomi uygulandı. Hastaların 22'sine primer sütür, 13'üne ven grefti ile uç uca anastomoz, 11'ine dacron/PTFE ile uç uca anastomoz yapıldı. 10 hastaya nativ ven uç uca anastomozu yapıldı. 30 günlük takiplere bakıldığında 3 hastada arter tıkanıklığı, 2 hastada venöz tromboz olduğu görüldü. Hastanede ve 30 günlük takipte mortalite olmadı. Sonuç: Elektif karın ve pelvik ameliyatlarda damar yaralanmaları nadiren de olsa görülür. Ancak gerçekleştiğinde mortal seyredebilir. Bu nedenle özellikle kitle eksizyonları ve damar yakınlığı olan lenf nodu diseksiyonlarında ameliyat öncesi multidisipliner değerlendirme vasküler komplikasyonları en aza indirecektir. (SETB-2024-03-048) INTRODUCTION: Although rare, vascular injuries are common in elective abdominal or pelvic surgeries. When encountered, any problem in the relevant artery/vein (occlusion, stenosis, dissection, pseudoaneurysm or arteriovenous fistula) is associated with mortality and morbidity in both the short and long term. We aimed to share our treatment approach and short-term results for vascular injuries in elective surgery. METHODS: In this study, the clinical data of patients who underwent elective abdominal and pelvic surgery performed by a vascular surgeon and who sustained iatrogenic vascular injury between January 2018 and July 2023 were retrospectively examined. All patients with no iatrogenic vascular injuries were excluded from the study. RESULTS: In the present study, a total of 72 patients had iatrogenic vascular injuries and underwent vascular surgery. The average age of the patients was 50.8 ± 14.6 years. Twenty-eight (38.8%) of the patients were male, and 44 (61.1%) were female. Iatrogenic vascular injury occurred in 21 (29.2%) patients who underwent urologic surgical interventions, 35 (48.6%) who underwent gynecologic surgical treatments, and 16 (22.2%) who underwent abdominal surgeries. Twenty-nine patients had isolated arterial injuries, 37 patients had isolated venous injuries, and 6 patients had both arterial and vein injuries. Embolectomy was performed in 24 patients. Primary sutures were applied in 22 patients, end-to-end anastomosis with a vein graft was performed in 13 patients, and end-to-end anastomosis with Dacron/PTFE was performed in 11 patients. In 10 patients, native vein end-to-end anastomosis was performed. During the 30-day follow-up period, 3 patients experienced arterial occlusion, and 2 patients experienced venous thrombosis. There was no mortality in the hospital or during the 30-day follow-up period. CONCLUSION: Vascular injuries rarely occur in elective abdominal and pelvic surgeries. However, when they happen, they are fatal. For this reason, preoperative, multidisciplinary evaluation will minimize the risk of vascular complications, especially in patients requiring mass excision and lymph node dissection with close vascular proximity. |
10. | Comparative Analysis of Pain and Duration in Panretinal Photocoagulation: Navilas Laser versus Conventional Laser in Proliferative Diabetic Retinopathy Murat Karapapak, Ece Ozal, Serhat Ermis, Serkan Guler, Sadik Altan Ozal doi: 10.14744/SEMB.2024.81236 Pages 325 - 331 Amaç: Proliferatif diyabetik retinopati (PDR) tedavisi için panretinal fotokoagülasyon (PRP) uygulanan hastalarda Navilas lazer ile konvansiyonel lazeri karşılaştırarak ağrı algısını ve tedavi süresini değerlendirmektir. Yöntem: Bilateral yüksek riskli PDR hastalarını içeren 40 hastadan oluşan bir çalışma yapıldı. Her hastanın bir gözüne konvansiyonel lazer, diğer gözüne ise Navilas lazer ile PRP tedavisi uygulandı. Tüm hastalarda lazer parametreleri, spot boyutu ve pulse süresi dahil olmak üzere standartlaştırıldı. Ağrı algısı, ‘Verbal Rating Scale’ (VRS) ve ‘Visual Analogue Scale’ (VAS) kullanılarak değerlendirildi. Bulgular: Navilas ve konvansiyonel lazer grupları arasında işlem öncesi görme keskinliği, lens durumu, göz içi basınç, cup-disk oranı ve kistik maküler ödem açısından anlamlı farklılık bulunmadı. Lazer tedavi süresi Navilas lazer grubunda anlamlı derecede daha kısa bulundu (517.3±48.78 saniye, p<0.001). Ağrı skorları (VAS ve VRS) Navilas lazer grubunda (sırasıyla p<0.001, p=0.002) konvansiyonel lazer grubuna göre anlamlı derecede düşüktü. Hem Navilas hem de konvansiyonel lazer gruplarında VAS ve VRS skorları ile lazer süresi arasında korelasyon yoktu (p>0.05). Sonuç: PDR hastalarında PRP için Navilas lazerin kullanımı, konvansiyonel lazerlere kıyasla azalan ağrı ve hızlı prosedürler gibi avantajlar sunmaktadır. Bu bulgular, klinik kararların optimize edilmesi için değerli bir öngörü sağlamakta olup, diyabetik retinopati tedavisinde hastanın uyumunu artırabilir ve görme kaybı riskini en aza indirebilir. (SETB-2024-04-066) Objective: To compare the pain perception and treatment duration in patients undergoing panretinal photocoagulation (PRP) for high-risk proliferative diabetic retinopathy (PDR) using Navilas laser versus conventional laser. Methods: A study was conducted involving 40 patients with bilateral high-risk PDR. Each patient underwent PRP with conventional laser in one eye and Navilas laser in the other. Laser parameters, including spot size and pulse duration were standardized. Pain perception was evaluated using Verbal Rating Scale (VRS) and Visual Analogue Scale (VAS). Results: The Navilas and conventional laser groups showed no significant differences in baseline visual acuity, lens status, intraocular pressure, cup-to-disc ratio, and cystoid macular edema. The duration of laser treatment was significantly shorter with Navilas laser group (517.3±48.78 second, p<0.001). Pain scores (VAS and VRS) were significantly lower in the Navilas laser group (p<0.001, p=0.002 respectively) than conventional laser group. There was no correlation between VAS and VRS scores and laser time in both the Navilas and conventional laser groups (p>0.05). Conclusion: Utilizing the Navilas laser for PRP in PDR patients offers advantages over conventional lasers, including reduced pain and expedited procedures. These findings contribute valuable insights for optimizing clinical decisions, potentially enhancing patient compliance and minimizing the risk of visual deterioration in diabetic retinopathy treatment. |
11. | In the Treatment of Lower Pole Kidney Stones Between 1-2 cm in Children, Which is the Best Approach? Retrograde Intrarenal Surgery or Mini Percutaneous Nephrolithotomy Yusuf Arikan, Enes Dumanli, Yusuf Alper Kara, Ali Kumcu, Mehmet Zeynel Keskin, Ulas Can Erdogan doi: 10.14744/SEMB.2024.49225 Pages 332 - 338 Amaç: Böbrek taşları birçok yöntemle tedavi edilmektedir, ancak 1-2 cm alt böbrek taşlarında hangi yöntemin tercih edilmesi gerektiği konusunda fikir birliği yoktur. Çalışmamızda alt renal pol 1-2 cm taşlarında mini (Perkütan Nefrolitotomi) PCNL ve (Retrogarad İntrarenal Cerrahi) RIRS sonuçlarını araştırmayı amaçladık. Materyal-Metod: Yirmi dört Mini PCNL ve 55 RIRS hastası çalışmaya dahil edildi. Hastaların demografik verileri ve Non-Kontrast Bilgisayarlı Tomografi (NCCT)'deki taş bilgileri kaydedildi. Her iki yöntemin taşsızlık durumu (SFR), ek tedavi ihtiyacı ve komplikasyonları karşılaştırıldı. Bulgular: Ameliyat süresi Mini PCNL'de 55.2±20.8 dk iken RIRS'de 70.7±36.5 dk idi ve istatistiksel olarak anlamlı derecede daha düşüktü (p=0.002). Hastanede kalış süresi Mini PCNL'de 2.4 ± 1.5 gün ve RIRS'de 1.3 ± 0.7 gün olup istatistiksel olarak anlamlı derecede uzundu (p=0.011). Ameliyat sonrası 1. ay ve 3. ay taşsızlık oranlarında SFR mini PCNL grubunda daha yüksekti. Birinci ay SFR sırasıyla %91,6 ve %54,5 iken, üçüncü ay taşsızlık oranları %95,8 ve %69,1 idi (p<0,001). Yeniden tedavi ihtiyacı mini PCNL grubunda istatistiksel olarak daha düşüktü (p<0.001). Komplikasyonlar açısından, komplikasyon insidansı mini PCNL grubunda %16,6 (2 hastada ağrı, 1 hastada ateş, 1 hastada kan transfüzyonu ihtiyacı) ve RIRS grubunda %21,8 (2 hastada ağrı, 8 hastada ateş, 2 hastada sepsis) idi. İki grup arasında anlamlı bir fark vardı (p=0.008). Sonuç: Mini PCNL daha yüksek SFR'ye, daha az yeniden tedavi ihtiyacına ve daha az komplikasyona sahiptir. (SETB-2024-04-070) Objective: Kidney stones are treated with many methods, but there is no consensus on which method should be preferred for 1-2 cm lower renal stones. In our study, we aimed to investigate the results of mini (Percutaneous Nephrolitotomy) PCNL and (Retrograde Intrarenal Surgery) RIRS in lower renal pole 1-2 cm stones. Material-Methods: Twenty-four Mini PCNL and 55 RIRS patients were included in the study. Demographic data of the patients and information about stones on Non-Computed Tomography (NCCT) were recorded. Stone free status (SFR), need for additional treatment and complications of both methods were compared. Results: Operative time was 55.2±20.8 min in Mini PCNL and 70.7±36.5 min in RIRS, which was statistically significantly lower (p=0.002). Length of hospital stay was 2.4 ± 1.5 days in the Mini PCNL and 1.3 ± 0.7 days in the RIRS, which was statistically significantly longer (p=0.011). In the postoperative 1st month and 3rd month stone-free rates (SFR) was higher in the mini PCNL group. While the 1st month SFR was 91.6% and 54.5%, the 3rd month stone-free rates were 95.8% vs 69.1%, respectively (p<0.001). The need for re-treatment was statistically lower in the mini PCNL group (p<0.001). In terms of complications, the incidence of complications was 16.6% (pain in 2 patients, fever in 1 patients, need for blood transfusion in 1 patient) in the mini PCNL group and 21.8% (pain in 2 patients, fever in 8 patients, sepsis in 2 patients) in the RIRS group. There was a significant difference between the two groups (p=0.008). Conclusion: Mini PCNL have a higher SFR, less need for re-treatment and fewer complications. |
12. | Can Laryngeal Mask Airway be the First Choice for Tracheal Stenosis Surgery? A Historical Cohort Study Ozal Adiyeke, Onur Sarban, Ergun Mendes, Taner Abdullah, Ali Kahvecioglu, Aynur Bas, Hasan Akin, Funda Gumus Ozcan doi: 10.14744/SEMB.2024.99249 Pages 339 - 345 Amaç: Çalışmamızda trakeal rekonstrüksiyon ameliyatlarında laringeal maske (LMA) ve orotrakeal entübasyon (OTI) kullanımının perioperatif mortalite ve morbidite açısından karşılaştırmayı amaçladık. Yöntemler: Haziran 2020 ile Haziran 2022 tarihleri arasında trakeal rekonstrüksiyon ameliyatı geçiren erişkin hastalar retrospektif olarak çalışmaya dahil edildi. Veri kaybı olan ve primer trakeal malignitesi olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Trakeal rekonstrüksiyon yapılan hastalar iki gruba ayrıldı: grup LMA ve grup OTI. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen toplam 57 hastadan OTI ve LMA gruplarında sırasıyla 30 (%52,63) ve 27 (%47,37) hasta vardı. Entübe olarak yoğun bakım ünitesine transfer oranı ve yoğun bakım ünitesinde kalış süresi OTI grubunda LMA grubuna göre anlamlı olarak daha yüksekti (p=0. 014, p=0. 031); ayrıca, trakeal kültürlerde üreme OTI grubunda anlamlı olarak daha yüksekti (%23.33) (p=0. 007). Ameliyat sonrası mortalite oranları her iki grupta da benzer gözlendi. Sonuçlar: Trakeanın uç uca anastomozunda gerilim olmaması ve trakeal kontaminasyonun olmaması başarılı bir cerrahi için hayati önem taşıdığından, LMA uygulaması OTI'ye göre daha üstün kabul edilebilir. Bu çalışmada LMA tüm hastalarda başarıyla uygulanmıştır. Anestezi yönetiminin amacı minimal invaziv girişimle yeterli oksijenasyon ve normokarbiyi sağlamaktır. Bu nedenle çalışmamızın sonucuna göre trakeal rekonstrüksiyon cerrahisinde ilk seçenek olarak LMA kullanımını öneriyoruz. (SETB-2024-03-057) Objective: To compare the usage of laryngeal mask airway (LMA) and orotracheal intubation (OTI), which are separate airway management methods in tracheal reconstruction surgeries, in terms of perioperative management, mortality, and morbidity. Methods: Adult patients who underwent tracheal reconstruction surgery between June 2020 and June 2022 were included in the study, retrospectively. Patients with lost data or primary tracheal malignancy were excluded. Patients who underwent tracheal reconstruction were divided into two groups: LMA and OTI. Results: Of a total of 57 included patients, the OTI and LMA groups had 30 (52.63%) and 27 patients (47.37%), respectively. The rate of intubated transfer to the intensive care unit and the length of stay in the intensive care unit were significantly higher in the OTI group (p=0. 014, p=0. 031) than those of the LMA group; further, in tracheal cultures, reproduction was also significantly higher in the OTI group (23.33%) (p=0. 007). The postoperative mortality rates were similar in both groups. Conclusion: Since the absence of tension in end-to-end anastomosis of the trachea is vital for successful surgery, the LMA application (which has no tracheal contact) can be considered superior to OTI. In this study, LMA was successfully applied in all patients. Considering that the aim of anesthesia management should be to provide adequate oxygenation and normocarbia with minimally invasive intervention, we suggest airway management using LMA as the first option for tracheal reconstruction surgery because of the advantages described in this study. |
13. | Prognostic Nutritional Index as a New Prediction Tool for All-Cause Mortality in Patients with Chronic Limb-Threatening Ischemia Undergoing Endovascular Therapy Onur Erdogan, Tugba Erdogan, Cafer Panc, Omer Tasbulak, Mehmet Altunova, Ahmet Arif Yalcin, Mehmet Erturk doi: 10.14744/SEMB.2024.70094 Pages 346 - 353 Amaç: Kronik ekstremite tehdit edici iskemi (CTLI), iskemik istirahat ağrısı, iyileşmeyen alt ekstremite veya ayak ülserasyonu veya gangren ile karakterize edilen periferik arter hastalığının karmaşık bir formudur. Yüksek amputasyon riski, düşük yaşam kalitesi, morbidite ve mortalite ile ilişkilidir. Prognostik Beslenme İndeksi (PNI), albumin ve lenfosit düzeylerini kullanarak hesaplanan, immunolojik ve beslenme durumunu yansıtan bir gösterge olarak kabul edilir. Bu çalışmanın amacı, endovasküler tedavi gören CLTI'li hastalarda PNI düzeyleri ile mortalite arasındaki ilişkiyi belirlemektir. Yöntemler: Retrospektif incelenen bu çalışmaya, üçüncü basamak bakım merkezimizde alt ekstremiteye endovasküler tedavi uygulanan CLTI'li hastalar dahil edilmiştir. Hastalar, sağ kalanlar ve hayatta kalmayanlar olmak üzere iki gruba ayrıldı. Mortalitenin bağımsız öngörücülerini belirlemek için lojistik regresyon analizleri yapıldı ve PNI ile mortalite arasındaki ilişkiyi değerlendirmek için Cox regresyon modeli kullanıldı. Sağ kalım eğrileri, Kaplan-Meier yöntemi kullanılarak tahmin edildi. Bulgular: Çalışmaya periferik arter hastalığı olan ve endovasküler tedavi uygulanan toplam 113 hasta dahil edildi. Hayatta kalamayan grup (42 hasta), sağ kalan gruptan (71 hasta) daha yaşlıydı (67,7±9,9’e karşı 62,9±10,9 p: 0,045) ve kronik böbrek yetersizliği (%42,9’e karşı %22,5 p: 0,023) ile kalp yetersizliği (%21,4’e karşı %8,5 p: 0,049) daha yaygındı. PNI değeri, hayatta kalamayan grupta, sağ kalan gruptan daha düşüktü (35,9±5’e karşı 38,2±4,4 p: 0,012). Cox regresyon analizleri, düşük PNI'nin artmış mortalite ile ilişkili olduğunu gösterdi (HR=0.931, CI= 0.872-0.995, P=0.035). Tüm nedenlere bağlı mortaliteyi tahmin etmek için 37.009 kesme değeri PNI için %64.3 duyarlılık, %64.8 özgüllük ve 0.642 AUC değeri gösterdi. Kaplan-Meier analizi, daha yüksek PNI'nin daha iyi bir sağkalım ile ilişkili olduğunu destekledi. Sonuç: Prognostik Beslenme İndeksi, Kronik Ekstremite Tehdit edici İskemi hastalarında mortalite ile bağımsız olarak ilişkilidir. (SETB-2024-02-029) Background: Chronic Limb-Threatening Ischemia (CLTI) represents a complex manifestation of peripheral artery disease distinguished by symptoms such as ischemic rest pain, non-healing ulcers on the lower limb or foot, and the development of gangrene. CLTI is associated with a high risk of limb amputation, decreased quality of life, and substantial morbidity and mortality. The Prognostic Nutritional Index (PNI), which is calculated using albumin and lymphocyte levels, reflects the immunological and nutritional status. The objective of this study was to investigate the correlation between PNI levels and mortality among patients diagnosed with CLTI who underwent endovascular therapy. Methods: Individuals diagnosed with CLTI who received endovascular therapy below the knee in our tertiary care center were enrolled in this retrospective study. The patients were divided into two groups: survivors and non-survivors. Logistic regression analyses were performed to detect independent predictors of mortality and using Cox regression model, we assesed the relationship between PNI and mortality. Survival curves were estimated using the Kaplan-Meier method. Results: The study comprised 113 patients diagnosed with PAD who underwent EVT. The non-survivor group (42 patients) was older (62.9±10.9 vs. 67.7±9.9, p: 0.045) and had a higher prevalence of chronic renal failure (22.5% vs. 42.9%, p: 0.023) and congestive heart failure (8.5% vs. 21.4%, p: 0.049) than the survivor group (71 patients). The median PNI value was lower in the non-survivor group than in the survivor group (35.9±5 vs 38.2±4.4, p: 0.012). Cox regression analyses showed that Low PNI associated with increased mortality (HR=0.931, CI= 0.872-0.995, P=0.035). PNI cut-off of 37.009 showed 64.3 % sensitivity, 64.8 % specificity, and AUC of 0.642 for predicting all-cause mortality. Kaplan-Meier analysis supported higher PNI correlating with better survival. Conclusion: The Prognostic Nutritional Index was independently associated with mortality among individuals diagnosed with Chronic Limb-Threatening Ischemia. |
14. | An Analytical Comparison of Papillary Thyroid Carcinoma Patients Manifested with or without Graves' Disease Zeynel Abidin Sayiner, Yagmur Yatkin Keles, Sadettin Ozturk, Ersin Akarsu doi: 10.14744/SEMB.2024.86300 Pages 354 - 358 Amaç: Graves hastalığı (GH) varlığı ile papiller tiroid kanseri (PTK) gelişimi arasında hala net bir ilişki saptanamamıştır. Bu çalışmanın amacı tiroid nodülü ve GH olup PTK tanısı alan hastalar ile tiroid nodülü olan fakat otoimmün tiroid hastalığı olmayan PTK tanılı hastaların klinik ve patolojik özelliklerini karşılaştırmaktır. Yöntem: Çalışma retrospektif olarak tasarlanmıştır ve total tiroidektomi geçiren ve PTK olduğu tespit edilen 239 hastadan oluşan bir kohortu içermektedir. Tanı yaşı, hastalık evresi, PTK alt tipleri, tümör boyutu, radyoaktif iyot kullanımı, nodül ultrasonografik özellikleri ve PTK nüks riski GH olan ve olmayan hastalar karşılaştırıldı. Bulgular: 239 hastanın 99'unda (%41) GH mevcutken, 140 hastada (otoimmün tiroid hastalığı olmayan) sadece papiller tiroid karsinomu vardı. Papiller tiroid karsinomu ve Graves hastalığı olan grupta tümör çapı anlamlı olarak daha küçüktü (1,45 ± 1,28 cm vs 1,81 ± 1,34 cm, p <0,05). Graves hastalığı ve papiller tiroid karsinomu tanısı alan gruplarda, papiller tiroid karsinomu tanısı alan gruba kıyasla anlamlı derecede daha düşük multifokal tutulum oranları gözlendi (p <0,05). Otoimmün tiroid hastalığı olmayan hastalarda klasik papiller tiroid karsinomu alt tipi prevalansı daha yüksekti (%39'a karşı %25,7, p<0,05). GH ve PTK içeren nodüllerin ultrasonografik özellikleri, GH içermeyen PTK’lı nodüllerden farklı değildi. Sonuç: Tanı anında yapısal nüks riski, PTK'ya GH eşlik ettiğinde tek başına PTK varlığı ile benzer görünmektedir. Ayrıca, GH-PTK birlikteliğinde daha küçük tümör boyutlarının ve daha az multifokalitenin varlığı olumlu bir prognozun habercisi olabilir. (SETB-2024-02-031) Objective: There is still no clear relationship between the presence of Graves' disease (GD) and the development of papillary thyroid carcinoma. The aim of this study was to compare the clinicopathologic features of patients diagnosed with papillary thyroid carcinoma (PTC) with thyroid nodules and GD and patients with PTC with thyroid nodules but without autoimmune thyroid disease. Methods: The study designed as retrospective manner and included a cohort of 239 patients with PTC who underwent total thyroidectomy. Age at diagnosis, disease stage, PTC subtypes, tumor size, radioactive iodine use, nodule ultrasonographic features, and risk of PTC recurrence were compared between patients with and without GD. Results: Of 239 patients, 99 (41%) had GD, while 140 patients (without autoimmune thyroid disease) had only PTC. The tumor diameter was significantly smaller in the group with PTC + GD (1.45 ± 1.28 cm vs 1.81 ± 1.34 cm, p < 0.05). Significantly lower multifocal involvement rates were observed in the PTC + GD group compared to PTC only group (p < 0.05). The prevalence of the classic papillary thyroid carcinoma subtype was higher in patients without autoimmune thyroid disease (39% vs. 25.7%, p<0.05). Ultrasonographic features of nodules with GD and PTC do not have different characteristics from those of nodules with PTC without GD. Conclusion: The risk of structural recurrence at the time of diagnosis appears to be similar when PTC is accompanied by GD as compared to PTC alone. Furthermore, the presence of smaller tumor sizes and less multifocality in GD-PTC coexistence may indicate a better prognosis. |
15. | Comparison of Vitamin D, B12, and Folic Acid Levels According to Attack Frequency in Familial Mediterranean Fever Cases Busra Tetik Dincer, Gul Ozcelik, Nafiye Urganci doi: 10.14744/SEMB.2024.86461 Pages 359 - 362 AMAÇ: Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA) Doğu Akdeniz bölgesinde daha sık görülen otoinflamatuar bir hastalıktır. Literatürde inflamatuar süreçlerin vitamin D, B12 ve folat düzeylerini azalttığını gösteren çalışmalar olmakla birlikte atak sıklığının vitamin düzeylere etkisi ile ilgili kısıtlı veri mevcuttur. Çalışmamızda AAA atak sıklığının vitamin düzeylerine etkisinin değerlendirilmesi amaçlandı. YÖNTEM: Çalışma grubuna 4-18 yaş arasındaki FMF hastaları dahil edilirken aynı dönemde başvurusu olan ve vitamin düzeylerine bakılmış olan sağlıklı çocuklar da kontrol grubu olarak çalışmaya dahil edildi. Çalışma grubu atak sayısına göre 2 subgrupa bölümdü. Yıllık atak sayısı 2 ve altında olan hastalar atak grubu, 6 veya daha fazla olanlar ise sık atak grubuna dahil edildi. BULGULAR: Toplam 494 çocuk çalışmaya dahil edildi. Çalışma grubu 108’i atak, 225’i sık atak grubunda olmak üzere toplam 333 AAA hastasından oluşmaktaydı. Kontrol grubuna 161 sağlıklı çocuk dahil edildi. Vitamin düzeylerinin medyan ve çeyreklikleri sık atak, atak ve kontrol grubunda sırasıyla vitamin D için 14.3 (9.57-18.9), 14.85 (10.12-21.77), ve 14.95 (9.92-20.12) ng/ml, Vitamin B12 için 320 (238-415), 328 (250.25-439.25), and 373 (273.75-519.25) pg/ml, ve folik asit için 6 (5.13-8.12), 6.8 (5.36-8.9), and 7 (5.3-9.9) ng/ml olarak hesaplandı. Vitamin D ve folat düzeylerinde gruplar arasında anlamlı fark görülmedi (Sırasıyla p=0.436 ve p=0.25). Vitamin B12 düzeyleri çalışma grubunda anlamlı derecede daha düşük olarak saptanmakla birlikte atak sıklığına göre B12 düzeylerinde farklılık saptanmadı (Sırasıyla p=0.001 ve p=0.92). SONUÇ: Atak sıklığının Vitamin D, B12 ve folat düzeylerine etkisi olmadığı görüldü. Vitamin B12 düzeyinin çalışma grubunda anlamlı derecede düşük olsa da bütün gruplarda normal sınırlarda olması hastaların dengeli beslenme alışkanlıkları ile açıklanabilir. (SETB-2024-03-047) BACKGROUND: Familial Mediterranean fever (FMF) is an autoinflammatory disease more commonly observed in the Eastern Mediterranean region. Studies have shown that inflammatory processes may decrease vitamin D, vitamin B12 and folate levels, but there is no clear data on the effect of attack frequency on these levels. Our study aimed to evaluate the effect of FMF attack frequency on vitamin levels. MATERIALS AND METHODS: FMF patients aged between 4-18 years were considered as the study group, while healthy children who had vitamin levels during the same period were considered as the control group. The study group was further subgrouped according to the number of attacks. Those experiencing 2 or fewer attacks per year are classified as the attack group, while those experiencing 6 or more attacks per year are classified as the frequent attack group. RESULTS: A total of 494 subjects were included. The study group was composed of 333 FMF patients,108 of them in the attack group and 225 in the frequent attack group. Control group included 161 children. The median and interquartile range (IQR: P25-75) in the frequent attack, attack, and control groups for 25(OH)D levels were 14.3 (9.57-18.9), 14.85 (10.12-21.77), and 14.95 (9.92-20.12) ng/ml, for B12 levels were 320 (238-415), 328 (250.25-439.25), and 373 (273.75-519.25) pg/ml, and for folate levels were 6 (5.13-8.12), 6.8 (5.36-8.9), and 7 (5.3-9.9) ng/ml, respectively. There is no significant difference between groups for 25(OH)D and folate (p=0.436 and p=0.25, respectively). Vitamin B12 levels are significantly lower in study group (p=0.001) but there is no difference according to attack frequency (p=0.92). CONCLUSION: There is no effect of attack frequency on 25(OH)D, vitamin B12 and folate levels. The fact that vitamin B12 levels are within normal limits in patients with FMF may be explained by the adequate dietary habits of these patients. |
16. | Can Galanin Be Used as a Marker of Microvascular Dysfunction in Prehypertensives? Muhammed Esad Cekin, Seref Kul, Gonul Aciksari, Emrah Erdal, Fatma Betul Ozcan, Mustafa Caliskan doi: 10.14744/SEMB.2024.64188 Pages 363 - 370 Amaç: Koroner mikrovasküler disfonksiyon toplumun büyük bir kısmında mevcut olup, birçok durumda patolojik ve prognostik bir role sahip olduğu gösterilmiştir. Bu nedenle, bilhassa seçilmiş popülasyonlarda mikrovasküler disfonksiyonun erken tespiti önem arz etmektedir. Bu çalışmanın amacı, prehipertansif bireylerde, galaninin koroner akım rezervi (KAR) ile ilişkisini araştırarak mikrovasküler disfonksiyon tespiti için bir belirteç olarak kullanılıp kullanılamayacağını belirlemektir. Yöntem: Bu prospektif çalışmaya 50 prehipertansif ve 50 normotansif olmak üzere toplam 100 katılımcı dahil edilmiştir. Ayrıntılı transtorasik ekokardiyografi yapılarak koroner akım rezervleri ve serum galanin düzeyleri ölçülmüştür. Bulgular: Prehipertansif grupta KAR anlamlı olarak daha düşüktü (p<0.001). Galanin değerlerininde prehipertansif grupta sayısal olarak daha düşük olmasına rağmen gruplar arasındaki fark istatistiksel anlamlılığa ulaşmadı (p=0.062). KAR ile galanin arasında anlamlı bir korelasyon saptanmadı (r=-0.161 p=0.11) Sonuç: Prehipertansiflerde KAR değerlerinin daha düşük olması, hipertansiyon gelişmese bile normotansif değerlerin üzerinde mikrovasküler disfonksiyonun başladığını göstermektedir. Galaninin gruplar arasında istatistiksel olarak farklı saptanmaması ve KAR ile arasında korelasyon saptanmamasının nedeni çalışma popülasyonunun nispeten küçüklüğünden kaynaklanabilir. Galanin, prehipertansiyon ve mikrovasküler disfonksiyon arasındaki ilişki, geniş çaplı popülasyon çalışmaları yapıldığında daha net hale gelecektir. (SETB-2024-01-023) Objective: Coronary microvascular dysfunction is present in large percentage of the population, and it has been shown to have a pathological and prognostic role in many conditions. Therefore, early detection of microvascular dysfunction is important, especially in selected populations. The aim of this study was to investigate the association of galanin with coronary flow reserve (CFR) in prehypertensive individuals to determine whether it can be used as a marker to detect microvascular dysfunction. Methods: A total of 100 participants, 50 prehypertensive and 50 normotensive were included in this prospective study. Serum galanin levels were measured and CFR were calculated by detailed transthoracic echocardiography. Results: CFR was significantly lower in the prehypertensive group (p<0.001). Also galanin values were numerically lower in the prehypertensive group, but the difference between the groups did not reach statistical significance (p=0.062). There was no significant correlation between CFR and galanin (r=-0.161 p=0.11) Conclusion: Lower CFR values in prehypertensives suggest that, microvascular dysfunction starts above normotensive values even if hypertension not develop. The reason why low galanin levels were not statistically significant in prehypertensives and no correlation was found between Galanin and CFR may be due to the small study population. Relationship between galanin, prehypertension and microvascular dysfunction will become clearer if large-scale population studies are carried out. |
17. | The Role of Dynamic Changes in Hematologic and Biochemical Parameters in Predicting Mortality in Covid-19 Patients Emine Celik Tellioglu, Ahsen Oncul, Husrev Diktas, Ceren Atasoy Tahtasakal, Elif Aktas, Irem Genc Yaman, Dilek Yildiz Sevgi, Ilyas Dokmetas doi: 10.14744/SEMB.2024.26096 Pages 371 - 380 Amaç: Koronavirüs Hastalığı 2019 (COVID-19) da hematolojik, inflamatuar ve biyokimyasal parametrelerin biyobelirteç olarak rolü, erken evrede riskli hastaları belirlemede ve prognozdaki yeri araştırılmıştır. Metot: Çalışmaya ülkemizdeki ilk dalgada COVID-19 ön tanısı ile yatırılarak takip edilen hastalar dahil edildi. Demografik ve klinik özellikler ile beraber başvuru, üçüncü, yedinci, 14. gündeki tam kan sayımı, C reaktif protein (CRP), prokalsitonin (PCT), fibrinojen (FIB), ferritin, albümin (ALB), laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyleri incelendi. Hastane takibinde ölüm gerçekleşmesine göre hastalar gruplandırılarak karşılaştırıldı. Mortalite üzerine anlamlı düşünülen değişkenler tek ve çok değişkenli lojistik regresyon modelleri ile incelendi. Bulgular: Çalışma 273 (56,3%)’ü erkek, 212 (43,72%)’si kadın olmak üzere toplam 485 hasta ile gerçekleştirildi. Hastaların yaş ortalaması 58±16,2 idi ve 71%’i hafif-orta, 29%’u ciddi-kritik hastalık grubunda idi. Hastalık şiddeti, yoğun bakım ünitesi (YBÜ) takip ihtiyacı ve ölüm gelişimi; yaş, eşlik eden hastalık, nötrofil, lökosit, nötrofil lenfosit oranı (NLR), PCT, CRP, ferritin, LDH değerleri ile pozitif korele iken, lenfosit (LE), ALB, hemoglobin (HGB) değerleri ile negatif korele olarak saptandı. Çok değişkenli analizde hastane başvurusunda PCT yüksekliği (OR: 6,96 [1,63;39,65]), LDH ≥ 352U/L (OR: 4,35 [1,23;16,61]), LE < 0,810 × 109/L (OR: 3,0 [1,16;7,85]) ve ileri yaş (OR: 1,08 [1,03;1,14]) bağımsız olarak hastane içi ölüm ile ilişkili bulundu. Hemogram ve akut faz reaktanı takibinde PCT, CRP ve LDH ölüm öngörüsü için sırasıyla en değerli bulunan göstergelerdi (Üçüncü gün sırasıyla EAA: 0,90;0,83;0,83 ve yedinci gün EAA: 0,95;0,90;0,89). Sonuç: Çalışmamızda hastaneye başvuruda sırasıyla lökosit, lenfosit, NLR, CRP, PCT, ferritin, albümin ve LDH’ nin kötü prognozu ön görmede değerli olduğu saptandı. Ayrıca takipte PCT, LDH ve CRP artışlarının hastane içi ölümü öngörmede ve yakın takip gereken hastaları belirlemede kullanılabileceği belirlendi. (SETB-2024-01-020) Objectives: The role of hematologic, inflammatory and biochemical parameters as biomarkers, their role in identifying risky patients in the early stage and their role in prognosis in COVID-19 Coronavirus disease 2019 (COVID-19) were investigated. Method: The study included patients who were hospitalized and followed up with a prediagnosis of COVID-19 in the first wave in our country at the XXXXXX. Demographic and clinical characteristics as well as complete blood count, C reactive protein (CRP), procalcitonin (PCT), fibrinogen (FIB), ferritin, albumin (ALB), lactate dehydrogenase (LDH) levels on admission, third, seventh and 14th days were analyzed. Patients were grouped and compared according to the occurrence of death during hospital follow-up. Variables considered significant on mortality were analyzed with univariate and multivariate logistic regression models. Results: The study was conducted with 485 patients, 273 (56.3%) males and 212 (43.72%) females. The mean age of the patients was 58±16.2 years, and 71% were in the mild-moderate and 29% in the severe-critical disease group. Disease severity, the need for intensive care unit (ICU) follow-up, and the development of death were positively correlated with age, comorbidity, neutrophil (NE), leukocyte, neutrophil-lymphocyte ratio (NLR), PCT, CRP, ferritin, LDH values, and negatively correlated with lymphocyte (LE), ALB and hemoglobin (HGB) values. In multivariate analysis, elevated PCT at hospital admission (OR: 6.96 [1.63;39.65]), LDH ≥ 352U/L (OR: 4.35 [1.23;16.61]), LE < 0.810 × 109/L (OR: 3.0 [1.16;7.85]) and advanced age (OR: 1.08 [1.03;1.14]) were independently associated with in-hospital death. In hemogram and acute phase reactant monitoring, PCT, CRP and LDH were the most valuable markers for predicting death, respectively (third-day AUC: 0.90;0.83;0.83 and seventh-day AUC: 0.95;0.90;0.89, respectively). Conclusion: In our study, leukocytes, lymphocytes, NLR, CRP, PCT, ferritin, albumin and LDH at admission were valuable in predicting poor prognosis. In addition, it was determined that increases in PCT, LDH and CRP during follow-up could be used to predict in-hospital death and to identify patients requiring close follow-up. |
18. | Sensitivity of Clock Drawing Test Alone to Screen for Cognitive Impairment in Patients with Parkinson's Disease Nazli Durmaz Celik, Aydan Topal, Muge Kuzu Kumcu, Serhat Ozkan, Sabiha Tezcan Aydemir doi: 10.14744/SEMB.2024.94758 Pages 381 - 388 Amaç: Bilişsel bozukluk, Parkinson Hastalığının (PH) yaygın bir motor dışı semptomudur ve hastanın yaşam kalitesini önemli ölçüde etkiler. Saat Çizme Testi (SÇT) planlama, organizasyon ve dikkat, hafıza ve görsel-uzamsal beceriler gibi yürütücü işlevler de dahil olmak üzere bir dizi bilişsel beceriyi değerlendirir. Bu çalışmanın amacı, PH'da bilişsel bozukluğun teşhisinde CDT'nin duyarlılığını belirlemektir. Yöntem: 2018-2022 yılları arasında demans (30 hasta) veya hafif bilişsel bozukluk (14 hasta) tanısı konan 44 PH hastasının (16 kadın, 28 erkek) kayıtları incelenmiştir. Bu hastalar, 106 sağlıklı kontrol ile karşılaştırılmıştır. Ayrı bir araştırmacı, yaş ve eğitim düzeyi hariç diğer tüm hasta verilerinin gizliliğini koruyarak hastaların SÇT puanlarını değerlendirmiştir. Bulgular: 44 PH hastası arasında hafif bilişsel bozukluğu olan iki kişi SÇT'de normal olarak değerlendirilirken, tüm PH demans vakaları yalnızca SÇT aracılığıyla tespit edilmiştir. Sağlıklı kontrol grubunda 106 kişiden 72'si herhangi bir bilişsel şikayet bildirmezken, 34 kişi (%32,1) kör bir araştırmacı tarafından değerlendirilen bilişsel şikayetler bildirmiştir. SÇT'nin pozitif öngörü değeri %55,3 ve negatif öngörü değeri %97,3 olarak hesaplanmıştır. Duyarlılık %95,5 ve özgüllük %67,9 olarak hesaplanmıştır. Sonuçlar: Bulgular, SÇT'nin kognitif defisiti olan PH hastalarında kognitif bozukluğu saptamada hassas olduğunu göstermektedir. SÇT etkili bir hızlı tarama aracı olarak hizmet ederken, yüksek skorlar bilişsel bozukluğun olmadığını gösterir, ancak düşük skorlar tek başına kesin demans tanısı için yetersizdir. Kapsamlı nörolojik değerlendirme ve ayrıntılı kognitif değerlendirme demans tanısını doğrulamak için gerekli olmaya devam etmektedir. (SETB-2024-05-097) Objective: Cognitive impairment is a prevalent non-motor symptom of Parkinson's Disease (PD), significantly impacting patient quality of life. The Clock Drawing Test (CDT) evaluates cognitive abilities, including planning, organization, and executive functions such as attention, memory, and visuospatial skills. This study aimed to determine the sensitivity of the CDT in diagnosing cognitive impairment in PD., Method: We reviewed the records of 44 PD patients (16 female, 28 male) diagnosed with dementia (30 patients) or mild cognitive impairment (14 patients) between 2018 and 2022. These patients were compared to 106 visitors to the neurological outpatient clinic, serving as a control group. A separate researcher assessed the patients' CDT scores, maintaining confidentiality of all other patient data except age and education level. Results: Among the 44 PD patients, two with mild cognitive impairment were rated as normal on usual, while all PD dementia cases were identified solely through the CDT. In the healthy control group, 72 out of 106 individuals reported no cognitive complaints, whereas 34 individuals (32.1%) reported cognitive complaints as assessed by a blind investigator. The CDT demonstrated a positive predictive value of 55.3% and a negative predictive value of 97.3%. Sensitivity was calculated at 95.5%, and specificity was 67.9%. Conclusion: The findings suggest that the CDT is sensitive in detecting cognitive impairment in PD patients with cognitive deficits. While the CDT serves as an effective rapid screening tool, high scores indicate the absence of cognitive impairment, but low scores alone are insufficient for a definitive diagnosis of dementia. Comprehensive neurological evaluation and detailed cognitive assessment remain essential for confirming dementia diagnoses. |
19. | Evaluation of Oral Glucose Tolerance Test Results in Children with Cystic Fibrosis Asli Bestas, Edip Unal, Amine Aktar Karakaya, Nurcan Beyazit, Suat Savas, Velat Sen doi: 10.14744/SEMB.2024.65983 Pages 389 - 394 Amaç: Güncel kılavuzlar, 10 yaşın üzerindeki KF’li hastaların yıllık olarak OGTT ile değerlendirilmesi gerektiğini önermektedir. Bu çalışmada merkezimizde kistik fibrozis (KF) tanısıyla takip edilen 10 yaş üstü hastalarda OGTT sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve yöntemler: Çalışmaya OGTT uygulanan 10 yaş ve üzeri 46 KF hastası dahil edildi. Cinsiyet, tanı yaşı, antropometrik ölçümler, akciğer fonksiyonu (%FEV1) ve OGTT sonuçları gibi veriler elde edildi. Analizde normal glukoz toleransı(NGT) ve anormal glukoz toleransı(AGT) olan hasta grupları karşılaştırıldı. Bulgular: Olguların 37’sinde (%80,4) NGT, 9’unda (%19,5) AGT saptandı. Normal glukoz tolerans grubundaki olguların median açlık glukoz ve OGTT sırasında alınan 120.dakikadaki ortalama glukoz düzeyleri AGT grubuna göre daha düşük saptandı (p<0,005). Anormal glukoz tolerans grubundaki olguların, ortalama vücut ağırlığı, boy, VKİ SDS değerleri, FEV1 yüzdesi NGT’li olgu grubuna göre daha düşük saptanmakla beraber aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p>0,05). Sonuç: 10 yaş ve üzeri KF’li yaklaşık 5 hastadan 1'inde AGT tespit ettik. AGT’li hastaların neredeyse yarısının (%44,4) açlık kan şekerinin normal olduğu görüldü. Bu nedenle KF’li hastalarda açlık kan şekeri yerine OGTT ile kistik fibrozis ilişkili diyabet taraması yapılmalıdır. (SETB-2024-02-030) Aim: Current guidelines suggest that patients with CF, who are over the age of 10, should be annually evaluated with OGTT. In this study, it was aimed to evaluate the OGTT results in patients above the age of 10, who were followed up in our center with the diagnosis of Cystic fibrosis (CF). Materials and Methods: In the study, 46 patients with CF at the age of 10 and above, who underwent OGTT were included. Data such as gender, age at diagnosis, anthropometric measurements, lung function(FEV1 %) and the OGTT results were obtained. In the analysis, the patient groups with normal glucose tolerance(NGT) and abnormal glucose tolerance(AGT) were compared. Results: NGT was found in 37(80.4%) of the patients, and AGT was found in 9(19.5%) of the patients. The median fasting glucose levels of the patients in the NGT group and the mean glucose levels measured at 120 minutes in the OGTT were found to be lower compared to the patients in the AGT group(p<0.005). Although the mean body weight, height, VKİ-SDS, FEV1in the AGT group were found to be lower than the patients in the NGT group, the difference was not statistically significant (p>0.05). Conclusion: We detected AGT in approximately in 1 out of 5 patients with CF who were at the age of 10 and above. Almost half (44.4%) of the patients with AGT were found to have normal fasting blood glucose levels. Therefore, Cystic fibrosis-related diabetes screening should be performed with OGTT instead of fasting blood glucose in patients with CF. |
CASE REPORT | |
20. | Successful Surgical Management of Severe Left Ventricular Outflow Tract Obstruction Caused by Cardiac Rhabdomyoma in a Neonate Baburhan Ozbek, Ayhan Gunes, Kenan Ozturker, Omer Faruk Savluk, Deniz Cevirme, Eylem Tuncer doi: 10.14744/SEMB.2024.50460 Pages 395 - 397 Kardiyak rabdomyom; sıklıkla fetal ekokardiyografi ile tanı alabilen, infant döneminin en sık primer kalp tümörüdür. İyi huylu olarak adlandırılan bu tümörün kalp tutulumu farklı lokalizasyonlarda görülebilmektedir. Kalbin sol ventrikülünde, sağ ventrikülünde ya da septumda yerleşebilen rabdomyom, çoğunlukla multipledir. Tümörün seyrinde spontan gerileme olabilmekle birlikte, hemdinamik bozukluklar, aritmiler ve ani ölüm de bildirilmiştir. Hayatı tehdit edici ventrikül çıkım yolu darlıklarında, kalp yetmezliğinde ve aritmilerde cerrahi tedavi ön plana çıkmaktadır. Olgumuzda, ciddi sol ventrikül çıkım yolu darlığına neden olan rabdomyoma sahip yenidoğandaki başarılı cerrahi tedavi yaklaşımımızı sunmayı amaçladık. (SETB-2023-12-240) Cardiac rhabdomyoma is the most common primary cardiac tumour in infants and can be diagnosed by fetal echocardiography. This benign tumour can be found in various locations within the heart, including the left ventricle, right ventricle, or septum, and is typically multiple. While spontaneous regression may occur, haemodynamic disorders, arrhythmias, and sudden death have also been reported. Surgical treatment is recommended for life-threatening ventricular outflow tract stenosis, heart failure, and arrhythmias. This case report presents a successful surgical treatment approach in a newborn with rhabdomyoma that caused severe left ventricular outflow tract stenosis. |
LETTER TO THE EDITOR | |
21. | Hemangioma-Like Lesions with an Anemic Halo: Eruptive Pseudoangiomatosis Pinar Ozdemir Cetinkaya, Semih Arslan, Ilknur Kivanc Altunay, Asli Aksu Cerman, Deniz Tuncel, Birgul Ozkesici Kurt doi: 10.14744/SEMB.2024.46578 Pages 398 - 400 (SETB-2024-02-036) |