1. | Henüz tamamlanmamış! (Türkçe) Front Matter Sayfalar I - IX |
DERLEME | |
2. | Hipertiroidide Preoperatif Hazırlık ve Hipertiroidik Durumda (Evrede) Cerrahi Preoperative Preparation in Hyperthyroidism and Surgery in the Hyperthyroid State Mehmet Uludag, Isik Cetinoglu, Mehmet Taner Unlu, Ozan Caliskan, Nurcihan AygunPMID: 39411040 PMCID: PMC11472198 doi: 10.14744/SEMB.2024.97253 Sayfalar 263 - 275 Hipertiroidizm tiroid bezi tarafından fazla tiroid hormonu üretimi ve sekresyonu ile dokularda fazla tiroid hormonu konsantrasyonuna bağlı gelişen klinik durumdur. Hipertiroidizm düşük TSH ve yüksek T3 ve/veya T4 ile karakterizedir ve en sık sebepleri Graves hastalığı, toksik multinodüler guatr ve soliter toksik adenomdur. T3 tiroid hormonunun periferik etkili aktif formu olup hemen her doku ve sistemi etkilemektedir. Hipertiroidizmle ilgili en belirgin özellikler kardiyovasküler sistemle ilgili olanlardır. Hipertiroidizmin tedavisinin 3 tedavi opsiyonu antitiroid ilaçlar (ATDs), radyoaktif iyot tedavisi (RAI) ve cerrahi olup, bunlar arasında en etkili tedavi cerrahidir. Cerrahi endikasyon koyulan hastalarda tiroidektominin optimal şartlarda uygulanabilmesi için hastaların preoperatif hazırlık tedavisinin yapılması gerekmektedir. Preoperatif hazırlık tedavisi, tiroid bezinden tiroid hormonlarının sentezini, salgılanmasını ve periferik etkilerini önlemeyi hedefleyen bir kombinasyon tedavisi olmalıdır. Bu tedavide kullanılabilen ilaçlar tiyonamidler, beta blokerler, iyod, kortikosteroidler, kolestiramin, perklorat, lityum, terapötik plazma değişimi olarak sayılabilir. Hastanın durumuna göre bu tedavi seçenekleri kombine edilebilir. Hipertiroidide cerrahi tercih edilecekse, hipertiroidinin korkulan komplikasyonu olan tiroid fırtınasını önlemek için hastaların preoperatif antitiroid tedavi ile ötiroid hale getirilmesi önerilmekle birlikte kanıt düzeyi düşüktür. Ameliyat öncesi tedavi, ameliyat sırasından hastanın ötiroidi veya hipertiroidi olması tiroid fırtınasından korumaz. Hipertiroidik hastalarda biyokimyasal ötiroidi sağlanana kadar cerrahinin ertelenmesinin gerekip gerekmediği halen tartışma konusudur. Son yıllarda yayınlanan çalışmalarda deneyimli anestezist ve cerrahlar tarafından hipertiroidik safhada tiroidektomi uygulanmasının tiroid fırtınasını presipite etmeden, intraoperatif ve postoperatif komplikasyon gelişimini arttırmadan güvenli bir şekilde uygulanabileceği bildirilmektedir. Hipertiroidik hastalarda cerrahi öncesi ötiroid durumuna ulaşmak ideal olsa da, her zaman mümkün değildir. Ötiroid ilaçlara karşı alerji, ilaç yan etkileri, tedaviye dirençli hastalık, hastanın tedaviye uyumsuzluğu ve kesin tedavinin ne kadar acil olması gerektiği gibi faktörler, hipertiroidizmin ameliyat öncesi kontrol edilip edilemeyeceğini belirlemede kritik öneme sahiptir. Hipertiroidik hastalarda ötiroid hale gelmeden cerrahi gerektiğinde hastanın genel durumu, komorbiditeleri anestezist, cerrah ve endokrinolog tarafından birlikte değerlendirilmeli, özellikle kardiyovasküler sistem stabilize edilmelidir. Hipertiroidik safhada ve kardiyovasküler açıdan stabil olan hastalarda tiroid cerrahisinin ertelenmeyebileceği ve güvenli bir şekilde uygulanabileceği düşüncesindeyiz. (SETB-2024-09-148) |
ORIJINAL ARAŞTIRMA | |
3. | Kısmi Emilebilir Mesh Kullanımlı Laparoskopik Tep Inguinal Herni Onarımlarında Postoperatif Sonuçlar ve Rekürrens Oranı: 5 Yıllık Dönemi Kapsayan Retrospektif Tek-Cerrah Çalışması Postoperative Outcomes and Recurrence Rate in Laparoscopic Tep Inguinal Hernia Repairs Using Partially Absorbable Meshes: A Retrospective Single-Surgeon Study Over A 5-Year Period Burcak Kabaoglu, Erman Sobutay, Cagri BilgicPMID: 39411050 PMCID: PMC11472186 doi: 10.14744/SEMB.2024.33682 Sayfalar 276 - 283 Amaç: Bu çalışmada total ekstraperitoneal (TEP) tekniğiyle ve kısmi emilebilir mesh kullanılarak yapılan laparoskopik inguinal herni onarımlarının 5 yıllık bir dönemde postoperatif sonuçlar ve rekürrens oranı açısından incelenmesi amaçlandı. Yöntem: Toplamda 100 hastada (ort. (SS) yaş: 51.0(14.6, 16-83) yıl, popülasyonun %91,0’i erkek hastalar) gerçekleştirilen 150 kısmi emilebilir mesh kullanımlı laparoskopik TEP inguinal herni onarımı (50 hastada bilateral) retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların demografik özellikleri, herni özellikleri (taraf, alt tip), operasyon tarihi ve süresi, erken ve geç-dönem postoperatif komplikasyonlar ve rekürrens oranı 5-yıllık dönemde kaydedildi. Bulgular: Hastaların yaklaşık yarısındaİ inguinal herni 50 hastada (%50.0) bilateral (50.0%) ve 53(%53.0) hastada ya indirekt (53.0%) olup, 17(%17,0) olguda lipoma tespit edildi. Medyan operasyon süresi 45.0 dk (23.0 ila 40.0 dk aralığında) oldu. Toplamda, 6(%6,0) hastada konservatif olarak tedavi edilen eroma oluşumu gözlenirken, hiçbir hastada preperitoneal hematom, enfeksiyon veya persistan kronik inguinal ağrı gözlenmedi. Postoperatif takipte 30 ay içinde (2 ila 60 ay aralığında) rekürrens gelişim oranı %0,67 (1/150 operasyonda) idi. Bilateral hernide operasyon süresi, sol veya sağ unilateral herni ile kıyaslandığında, anlamlı olarak daha uzundu (median(minimum-maksimum) 50.0(34.0-140.0) dk’ya karşın sırasıyla 40.0(23-80) ve 40.0(25.0-130.0) dk, p<0.01 ve p<0.001). Operasyon süresi, hasta yaşı (r=0.240, p=0.017) ve VKİ (r=0.205, p=0.044) ile pozitif korelasyon gösterdi. Sonuç: Sonuç olarak, bu retrospektif tek-cerrah çalışmasıbulgularımız, kısmi emilebilir mesh kullanılan laparoskopik TEP inguinal herni onarımlarının erken ve geç dönem komplikasyonlar bazında olumlu postoperatif sonuçlar ve 5 yıllık süre zarfında %0,67 rekürrens oranı ile ilişkili olduğunu göstermektedir. (SETB-2024-06-110) |
4. | Struma Ovarii: Tek Merkez Deneyim Struma Ovarii: Single Center Experience Serkan Erkan, Hakan Yabanoglu, Tevfik Avci, Gulsen Dogan Durdag, Filiz Bolat, Nazim Emrah KocerPMID: 39411051 PMCID: PMC11472190 doi: 10.14744/SEMB.2024.90248 Sayfalar 284 - 290 Amaç: Struma ovarii (SO) tüm yumurtalık tümörlerinin yaklaşık %1'ini oluşturur. Çalışmamızın amacı, ağırlıklı olarak monodermal teratom içinde tiroid dokusu ile karakterize SO tanısı alan hastalardan oluşan kapsamlı bir vaka serisindeki klinik deneyimimizi sunarak tedavi algoritmasına katkıda bulunmaktır. Yöntem: Ocak 2012 ile Ocak 2022 tarihleri arasında yumurtalık kitlesi nedeniyle ameliyat edilen ve histopatolojik olarak SO tanısı alan 17 yaş ve üzeri hastalar çalışmaya dahil edildi. Hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Demografik veriler, başvuru şikayetleri, radyolojik bulgular, tümör boyutları, laboratuvar verileri, uygulanan cerrahi işlemler, patoloji raporları, ek tedaviler ve takip bilgileri kaydedildi. Bulgular: Toplam 19 hastanın yaş ortalaması 41,7 ± 17,59 yıldı. Bunlardan 3 hastada malign struma ovarii (MSO) mevcuttu. Histopatolojik olarak benign struma ovarii (BSO) tanısı doğrulanan hastalara kistektomi sonrası ek tedavi uygulanmadı. Malign vakalarda tek taraflı salpingo-ooferektominin yanı sıra total tiroidektomi, radyoaktif iyot (RAI) ablasyonu ve L-Tiroksin baskılaması (TSH serum düzeyinin 0,1 mU/L'nin altında olması) uygulandı. Takip süresi boyunca mortalite meydana gelmedi. Sonuç: Benign struma ovarii vakalarında konservatif tedaviler kabul edilebilir bir tedavi olarak görülse de malign vakalarının yönetimi tartışmalıdır. Genç kadınlar için doğurganlığı koruyucu cerrahiyi takiben postoperatif adjuvan tiroidektomi ve radyoaktif iyot ablasyonu tercih edilebilir. (SETB-2024-05-079) |
5. | Yetişkinlerde Tiroglossal Kist ve Tiroid Hastalığı Birlikteliği: Tek Merkez Cerrahi Tedavi Sonuçları Coexistence of Thyroglossal Cyst and Thyroid Disease in Adults: Surgical Outcomes From A Single Center Ceylan Yanar, Isik Cetinoglu, Zerin Sengul, Ozan Caliskan, Mehmet Taner Unlu, Nurcihan Aygun, Mehmet UludagPMID: 39411044 PMCID: PMC11472196 doi: 10.14744/SEMB.2024.99390 Sayfalar 291 - 297 Giriş: Tiroglossal kist (TGC)’ler genellikle çocukluk çağında ve 30 yaşından önce presente olmasına rağmen, yetişkinlerde hatta ileri yaşlarda da görülebilmektedir. Yetişkinlerde nodüler tiroid hastalığı da sık görülmektedir. Literatürde çocuk ve yetişkinlerde TDC kliniğinin, cinsiyetin, cerrahi sonrası rekürensin farklı olduğu ile ilgili tartışmalar devam etmektedir. Biz de bu çalışmada kliniğimizde TDC nedeni ile cerrahi uygulanan yetişkin hastaların TDC ile ilgili verileri, eş zamalı tiroid hastalığı ve tiroid cerrahisi ile ilgili verilerini değerlendirmeyi amaçladık Materyal Metod: Şişli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi Kliniğinde 2018-2024 tarihleri arasında TGC tanısı opere edilen 18 yaş üstü hastaların verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Bulgular: Kriterlere uygun yaş ortalaması 43.94+12.98 (21-67) yıl olan 16 hasta (11 kadın/5 erkek) çalışmaya alındı. TGC tanısı 12 hastada 8%75) ultrasonografi (USG), 1 hastada (%6.25), 1 hastada magnetik rezonans görüntüleme, 2 hastada insidental olarak (12.5) intraoperatif saptandı. TGC için 13 hastaya (%81.25) Sistrunk ameliyatı, 3 hastaya (%18.75) kist eksizyonu uygulandı. 16 TGC’li hastanın birinde (%6.25) preoperatif TGC içinde papiller tiroid kanseri saptandı. Preoperatif değerlendirmede 12 hastada (%75) nodüler tiroid hastalığı saptandı. Bunların 3 (%18.75)’ünde preoperatif papiller tiroid kanseri saptandı. TGC’li hastalardan 3’üne (%18.75) tiroid malignitesi, 5 (%31.25)’ine nodüler tiroid hastalığı nedeniyle (%50)’ine ek tiroid cerrahisi uygulandı. Hastalar 22.63+18.32 ay (3-67 ay) takip edildi. Takip süresinde TGC rekürensi gelişmedi. Sonuç: TGC’li hastalarda tiroid hastalığı, malign veya benign tiroid hastalığı için ek tiroidektomi gerekliliği nadir değildir. TGC’li hastalar cerrahi tedavi öncesi tiroid hastalığı açısından da değerlendirilmelidir. TGC’li hastaların cerrahi tedavisinde Sistrunk ameliyatı standart cerrahi teknik olmasına rağmen, yetişkinlerde eğer kist hyoid kemiğin inferiorunda sonlanıyorsa hyoid kemik ortası çıkarılmadan total kist eksizyonu yeterli olabilir. (SETB-2024-09-149) |
6. | Papiller Tiroid Kanserinde Sağ Paratrakeal Posterolateral Lenf Bezi Metastazı İçin Risk Faktörleri Risk Factors for Right Paratracheal Posterolateral Lymph Node Metastasis in Papillary Thyroid Cancer Ozan Caliskan, Isik Cetinoglu, Nurcihan Aygun, Mehmet Taner Unlu, Mehmet Kostek, Adnan Isgor, Mehmet UludagPMID: 39411043 PMCID: PMC11472203 doi: 10.14744/SEMB.2023.64507 Sayfalar 298 - 304 Giriş: Papiller tiroid kanseri (PTK) insidansı giderek artmakta olup ameliyat sonrası iyi seyreden sağkalım süreleri nedeniyle yapılacak ameliyatın genişliği iyi belirlenmeli ve operasyon sırasında gelişebilecek komplikasyonlardan kaçınılmalıdır. Rekürren laringeal sinirin (RLS) sağ ve sol boyun taraflarındaki anatomik seyrinden dolayı sağ paratrakeal lenf bezleri anteromedial ve posterolateral olarak ikiye ayrılmakta ve posterolateral lenf bezleri RLS ile yakın bir komşuluk halinde bulunmaktadır. Bu komplikasyon riski nedeniyle bu çalışmada PTK’da oluşabilen sağ paratrakeal posterolateral lenf bezi (SPTPLLB) metastazı için risk faktörlerini belirlemeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: 2013-2022 yılları arasında tiroid bezi sağ lobda PTK mevcudiyeti nedeniyle santral boyun diseksiyonu veya santral ve lateral boyun diseksiyonu yapılmış olan hastalar çalışmaya dahil edildi. Tanımlayıcı verilerle beraber preoperatif görüntüleme bulguları ve postoperatif patoloji bulguları retrospektif olarak değerlendirildi. Bulgular: Kriterlere uyan 55 hastanın verileri istatistiksel olarak değerlendirildi. Hastaların 24’ü (%43.6) erkek, 31’i (%56.4) kadındı. Yaş ortalamaları 47.9±17.5(16-81)’du. Ortalama tümör çapı 2.17±1.43(0.4-7.0) cm’di. Hastaların 13’ünde (%23.6) SPTPLB metastazı izlendi. Tek değişkenli analizde ekstratiroideal yayılım (p=0.008), lenfovasküler invazyon (p=0.044), sağ paratrakeal anteromedial lenf bezi (SPTAMLB) metastaz varlığı (p=0.001) ve sol paratrakeal metastaz (p=0.049) varlığı istatistiksel olarak anlamlı faktörler olarak belirlendi. Yapılan çok değişkenli analizde yalnızca sağ paratrakeal anteromedial bölgede lenf bezi metastazı olması anlamlı değişken olarak belirlendi(p=0.035). Sonuç: PTK nedeniyle opere olan hastalarda intraoperatif değerlendirme sırasında, SPTPLLB’inde metastaz olma riskinin SPTAMLB’inde metastaz olmasıyla beraber arttığı göz önünde bulundurulmalıdır. Santral diseksiyon planlanan sağ lobda tümörü olan hastalarda sağ paratrakeal diseksiyonun formal yapılmasının optimal değerlendirme açısından uygun olacağı kanaatindeyiz. SPTAMLB varlığında posterolateral diseksiyon rutin uygulanmalıdır. Karar verilemediğinde anteromedial doku frozen patoloji ile incelenerek negatif sonuçlanması durumunda posterolateral diseksiyon uygulanmayabilir. (SETB-2024-09-153) |
7. | Larenks Skuamöz Hücreli Karsinomu Olan Hastalarda Servikal Lenf Düğüm Metastazinin Öncü İşaretleri Predictors of Cervical Lymph Node Metastasis in Patients with Squamous Cell Carcinoma of the Larynx Abdullah Soydan Mahmutoglu, Didem Rifki, Ozdes Mahmutoglu, Fatma Zeynep Arslan, Ozan Ozdemir, Goncagul Arslan Kosargelir, Yesim KaragozPMID: 39411042 PMCID: PMC11472188 doi: 10.14744/SEMB.2024.80445 Sayfalar 305 - 311 Amaç: Bu retrospektif çalışmada tümör hacmi, derecesi ve invazyon derinliğinin servikal lenf nodu metastazını öngörmedeki etkinliğini değerlendirdik. Servikal lenf nodu tutulumunu güvenilir bir şekilde öngören tanısal parametrelerin tanımlanması, laringeal kanserin yönetiminin iyileştirilmesinde yararlı olabilir. Gereç ve Yöntemler: Larenks yassı hücreli karsinomu nedeniyle ameliyat edilen 17 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Tümörlerin yaşı, cinsiyeti, tümör-lenf nodu-metastaz (TNM) evresi, derecesi, invazyon derinliği ve tomografi (BT) hacmi analiz edildi. Bu parametreler ile servikal lenf nodu metastazı arasındaki ilişki belirlendi. Bulgular: Otuz iki hastada (%29.91) servikal lenf nodu pozitifliği vardı. Az diferansiye tümörlerin 13'ünde (%46.43), orta-iyi diferansiye tümörlerin 19'unda (%24.05) lenf nodu metastazı saptandı. Lenf nodu negatif hastalarda ortalama hacim 2.15±0.14 cc, lenf nodu pozitif hastalarda ise 2.97±1.05 cc idi. Lenf nodu negatif hastalarda ortalama invazyon derinliği 10.1±0.87 mm, lenf nodu pozitif hastalarda ise 11.3±1.05 mm idi. Larinks skuamöz hücreli karsinomlu hastalarda tümör derecesi ve hacmi lenf nodu metastazını başarılı bir şekilde öngördü ancak invazyon derinliği nodal metastaz ile ilişkili değildi (sırasıyla p=0.047, p=0.0022, p=0.916) Sonuç: Larenks skuamöz hücreli karsinomlu hastalarda tümör derecesi ve hacmi servikal lenf nodu metastazını öngörebilirken, invazyon derinliği öngörmemektedir. Tümör hacminin radyolojik olarak hesaplanması, patologların yaptığı invazyon derinliği gibi ölçümlerdeki değişkenliği en aza indirerek lenf nodu metastazını öngörmeye yardımcı olabilir. (SETB-2024-05-085) |
8. | Bilgisayar Destekli Üç Boyutlu Katı Modellerle Kraniyomaksillofasiyal Cerrahi Craniomaxillofacial Surgery with Computer-generated Three-dimensional Solid Models Atilla Adnan Eyuboglu, Mustafa Tonguc Isken, Volkan Etus, Reha Yavuzer, Cenk Sen, Deniz Iscen, Ahmet DemirPMID: 39411035 PMCID: PMC11472197 doi: 10.14744/SEMB.2024.13844 Sayfalar 312 - 318 AMAÇ: Karmaşık kraniyofasiyal deformitelerin onarımı birçok teknik zorluk içermektedir. Son yıllarda, operasyon kalitesini artırmaya ve zorlukları azaltmaya yönelik yeni cerrahi teknikler geliştirilmiştir. Ancak, etkilenen bölgenin şeklini tasarlamak ve hassas kontur elde etmek hala zorlayıcıdır. Üç boyutlu (3D) katı modellerin kullanımı, operasyonların tüm aşamalarında önemli bir yardım sağlayabilir. Bu çalışmanın amacı, karmaşık kraniyofasiyal operasyonlar için prototip 3D katı modellerin geçerliliğini araştırmaktır. MATERYAL VE YÖNTEM: Hastaların simüle edilmiş 3D modelleri kullanılmıştır. Operasyonların planlanmasında klasik cerrahi aletler kullanılmıştır. Hastaların takip süreleri 6 ila 18 ay arasında değişmektedir. SONUÇLAR: Üç boyutlu katı modeller kullanılarak operasyonlar planlanmış ve gerçekleştirilmiştir. Ameliyat sırasında adımlar, planlama sırasında simüle edildiği şekilde uygulanmıştır. Büyük bir komplikasyon gelişmemiştir. Tüm kemik ve yumuşak doku rekonstrüksiyonları büyük bir enfeksiyon olmadan iyileşmiştir. SONUÇ: Stereolitografik modeller şunları sağlar: 1) anatomiyi daha iyi anlama, 2) ameliyat öncesi simülasyon, 3) lezyon lokalizasyonunda ameliyat sırasında doğruluk, 4) implantların hassas üretimi ve 5) öğrencilerin eğitiminde gelişme. Ameliyat sırasında navigasyon ve ameliyat öncesi planlama için doğru bir yöntem açıkça faydalıdır. Bu teknoloji, hastanın anatomisinin bilgisayar ile yeniden yapılandırılması yoluyla doğrudan bir temsilini sunar, karmaşık yüz rekonstrüksiyon prosedürlerinde bilgilerin verimli ve doğru bir şekilde aktarılmasını sağlar. (SETB-2024-07-125) |
9. | Elektif Abdominal ve Pelvik Cerrahi Esnasında İatrojenik Vasküler Yaralanmalar: Retrospektif, Tek Merkez, 30 Günlük Takip Sonuçları Iatrogenic Vascular Injuries in Elective Abdominal and Pelvic Surgery Patients: Retrospective, Single Center, 30-Day Results Mehmet Ali Yesiltas, Yasar Gokkurt, Serkan Ketenciler, Cihan Yucel, Melek Yilmaz, Ilhan Ozgol, Mehmet Kursat Kurt, Seran GulbudakPMID: 39411032 PMCID: PMC11472199 doi: 10.14744/SEMB.2024.19971 Sayfalar 319 - 324 Giriş: Nadir de olsa elektif karın veya pelvik ameliyatlarda damar yaralanmalarıyla karşılaşılmaktadır. İlgili arter/vende herhangi bir yaralanma olduğunda, bu durum hem kısa hem de uzun vadede mortalite ve morbidite ile ilişkilidir. Elektif olgularda damar yaralanmalarında tedavi yaklaşımımızı ve kısa dönem sonuçlarımızı paylaşmayı amaçladık. Method: Bu çalışmada Ocak 2018 ile Temmuz 2023 tarihleri arasında elektif karın ve pelvik cerrahi esnasında olan iyatrojenik damar yaralanması nedeniyle damar cerrahı tarafından müdahale edilen hastalar retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Çalışmada ürolojik cerrahi girişim uygulanan 21 (%29,2) olguda, jinekolojik cerrahi tedavi uygulanan 35 (%48,6) olguda ve batın cerrahisi uygulanan 16 (%22,2) olguda iyatrojenik damar yaralanması meydana geldi. 29 hastada izole arteriyel yaralanma, 37 hastada izole venöz yaralanma ve 6 hastada hem arter hem de ven yaralanması vardı. 24 hastaya embolektomi uygulandı. Hastaların 22'sine primer sütür, 13'üne ven grefti ile uç uca anastomoz, 11'ine dacron/PTFE ile uç uca anastomoz yapıldı. 10 hastaya nativ ven uç uca anastomozu yapıldı. 30 günlük takiplere bakıldığında 3 hastada arter tıkanıklığı, 2 hastada venöz tromboz olduğu görüldü. Hastanede ve 30 günlük takipte mortalite olmadı. Sonuç: Elektif karın ve pelvik ameliyatlarda damar yaralanmaları nadiren de olsa görülür. Ancak gerçekleştiğinde mortal seyredebilir. Bu nedenle özellikle kitle eksizyonları ve damar yakınlığı olan lenf nodu diseksiyonlarında ameliyat öncesi multidisipliner değerlendirme vasküler komplikasyonları en aza indirecektir. (SETB-2024-03-048) |
10. | Panretinal Fotokoagülasyonda Ağrı ve Lazer Süresinin Karşılaştırmalı Analizi: Proliferatif Diyabetik Retinopatide Navilas Lazere Karşı Konvansiyonel Lazer Comparative Analysis of Pain and Duration in Panretinal Photocoagulation: Navilas Laser versus Conventional Laser in Proliferative Diabetic Retinopathy Murat Karapapak, Ece Ozal, Serhat Ermis, Serkan Guler, Sadik Altan OzalPMID: 39411046 PMCID: PMC11472189 doi: 10.14744/SEMB.2024.81236 Sayfalar 325 - 331 Amaç: Proliferatif diyabetik retinopati (PDR) tedavisi için panretinal fotokoagülasyon (PRP) uygulanan hastalarda Navilas lazer ile konvansiyonel lazeri karşılaştırarak ağrı algısını ve tedavi süresini değerlendirmektir. Yöntem: Bilateral yüksek riskli PDR hastalarını içeren 40 hastadan oluşan bir çalışma yapıldı. Her hastanın bir gözüne konvansiyonel lazer, diğer gözüne ise Navilas lazer ile PRP tedavisi uygulandı. Tüm hastalarda lazer parametreleri, spot boyutu ve pulse süresi dahil olmak üzere standartlaştırıldı. Ağrı algısı, ‘Verbal Rating Scale’ (VRS) ve ‘Visual Analogue Scale’ (VAS) kullanılarak değerlendirildi. Bulgular: Navilas ve konvansiyonel lazer grupları arasında işlem öncesi görme keskinliği, lens durumu, göz içi basınç, cup-disk oranı ve kistik maküler ödem açısından anlamlı farklılık bulunmadı. Lazer tedavi süresi Navilas lazer grubunda anlamlı derecede daha kısa bulundu (517.3±48.78 saniye, p<0.001). Ağrı skorları (VAS ve VRS) Navilas lazer grubunda (sırasıyla p<0.001, p=0.002) konvansiyonel lazer grubuna göre anlamlı derecede düşüktü. Hem Navilas hem de konvansiyonel lazer gruplarında VAS ve VRS skorları ile lazer süresi arasında korelasyon yoktu (p>0.05). Sonuç: PDR hastalarında PRP için Navilas lazerin kullanımı, konvansiyonel lazerlere kıyasla azalan ağrı ve hızlı prosedürler gibi avantajlar sunmaktadır. Bu bulgular, klinik kararların optimize edilmesi için değerli bir öngörü sağlamakta olup, diyabetik retinopati tedavisinde hastanın uyumunu artırabilir ve görme kaybı riskini en aza indirebilir. (SETB-2024-04-066) |
11. | Çocuklarda 1-2 cm Alt Pol Böbrek Taşlarının Tedavisinde En İyi Yaklaşım Hangisidir? Mini Perkütan Nefrolitotomi veya Retrograd İntrarenal Cerrahi In the Treatment of Lower Pole Kidney Stones Between 1-2 cm in Children, Which is the Best Approach? Retrograde Intrarenal Surgery or Mini Percutaneous Nephrolithotomy Yusuf Arikan, Enes Dumanli, Yusuf Alper Kara, Ali Kumcu, Mehmet Zeynel Keskin, Ulas Can ErdoganPMID: 39411045 PMCID: PMC11472195 doi: 10.14744/SEMB.2024.49225 Sayfalar 332 - 338 Amaç: Böbrek taşları birçok yöntemle tedavi edilmektedir, ancak 1-2 cm alt böbrek taşlarında hangi yöntemin tercih edilmesi gerektiği konusunda fikir birliği yoktur. Çalışmamızda alt renal pol 1-2 cm taşlarında mini (Perkütan Nefrolitotomi) PCNL ve (Retrogarad İntrarenal Cerrahi) RIRS sonuçlarını araştırmayı amaçladık. Materyal-Metod: Yirmi dört Mini PCNL ve 55 RIRS hastası çalışmaya dahil edildi. Hastaların demografik verileri ve Non-Kontrast Bilgisayarlı Tomografi (NCCT)'deki taş bilgileri kaydedildi. Her iki yöntemin taşsızlık durumu (SFR), ek tedavi ihtiyacı ve komplikasyonları karşılaştırıldı. Bulgular: Ameliyat süresi Mini PCNL'de 55.2±20.8 dk iken RIRS'de 70.7±36.5 dk idi ve istatistiksel olarak anlamlı derecede daha düşüktü (p=0.002). Hastanede kalış süresi Mini PCNL'de 2.4 ± 1.5 gün ve RIRS'de 1.3 ± 0.7 gün olup istatistiksel olarak anlamlı derecede uzundu (p=0.011). Ameliyat sonrası 1. ay ve 3. ay taşsızlık oranlarında SFR mini PCNL grubunda daha yüksekti. Birinci ay SFR sırasıyla %91,6 ve %54,5 iken, üçüncü ay taşsızlık oranları %95,8 ve %69,1 idi (p<0,001). Yeniden tedavi ihtiyacı mini PCNL grubunda istatistiksel olarak daha düşüktü (p<0.001). Komplikasyonlar açısından, komplikasyon insidansı mini PCNL grubunda %16,6 (2 hastada ağrı, 1 hastada ateş, 1 hastada kan transfüzyonu ihtiyacı) ve RIRS grubunda %21,8 (2 hastada ağrı, 8 hastada ateş, 2 hastada sepsis) idi. İki grup arasında anlamlı bir fark vardı (p=0.008). Sonuç: Mini PCNL daha yüksek SFR'ye, daha az yeniden tedavi ihtiyacına ve daha az komplikasyona sahiptir. (SETB-2024-04-070) |
12. | Laringeal Maske Trakeal Stenoz Cerrahisinde İlk Tercih Olabilir mi? Retrospektif Kohort Çalışması Can Laryngeal Mask Airway be the First Choice for Tracheal Stenosis Surgery? A Historical Cohort Study Ozal Adiyeke, Onur Sarban, Ergun Mendes, Taner Abdullah, Ali Kahvecioglu, Aynur Bas, Hasan Akin, Funda Gumus OzcanPMID: 39411049 PMCID: PMC11472192 doi: 10.14744/SEMB.2024.99249 Sayfalar 339 - 345 Amaç: Çalışmamızda trakeal rekonstrüksiyon ameliyatlarında laringeal maske (LMA) ve orotrakeal entübasyon (OTI) kullanımının perioperatif mortalite ve morbidite açısından karşılaştırmayı amaçladık. Yöntemler: Haziran 2020 ile Haziran 2022 tarihleri arasında trakeal rekonstrüksiyon ameliyatı geçiren erişkin hastalar retrospektif olarak çalışmaya dahil edildi. Veri kaybı olan ve primer trakeal malignitesi olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Trakeal rekonstrüksiyon yapılan hastalar iki gruba ayrıldı: grup LMA ve grup OTI. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen toplam 57 hastadan OTI ve LMA gruplarında sırasıyla 30 (%52,63) ve 27 (%47,37) hasta vardı. Entübe olarak yoğun bakım ünitesine transfer oranı ve yoğun bakım ünitesinde kalış süresi OTI grubunda LMA grubuna göre anlamlı olarak daha yüksekti (p=0. 014, p=0. 031); ayrıca, trakeal kültürlerde üreme OTI grubunda anlamlı olarak daha yüksekti (%23.33) (p=0. 007). Ameliyat sonrası mortalite oranları her iki grupta da benzer gözlendi. Sonuçlar: Trakeanın uç uca anastomozunda gerilim olmaması ve trakeal kontaminasyonun olmaması başarılı bir cerrahi için hayati önem taşıdığından, LMA uygulaması OTI'ye göre daha üstün kabul edilebilir. Bu çalışmada LMA tüm hastalarda başarıyla uygulanmıştır. Anestezi yönetiminin amacı minimal invaziv girişimle yeterli oksijenasyon ve normokarbiyi sağlamaktır. Bu nedenle çalışmamızın sonucuna göre trakeal rekonstrüksiyon cerrahisinde ilk seçenek olarak LMA kullanımını öneriyoruz. (SETB-2024-03-057) |
13. | Kronik Ekstremite Tehdit Edici İskemisi olan ve Endovasküler Tedavi Uygulanan Hastalarda Tüm Nedenlere Bağlı Mortalite için Yeni Bir Tahmin Aracı Olarak Prognostik Beslenme İndeksi Prognostic Nutritional Index as a New Prediction Tool for All-Cause Mortality in Patients with Chronic Limb-Threatening Ischemia Undergoing Endovascular Therapy Onur Erdogan, Tugba Erdogan, Cafer Panc, Omer Tasbulak, Mehmet Altunova, Ahmet Arif Yalcin, Mehmet ErturkPMID: 39411041 PMCID: PMC11472200 doi: 10.14744/SEMB.2024.70094 Sayfalar 346 - 353 Amaç: Kronik ekstremite tehdit edici iskemi (CTLI), iskemik istirahat ağrısı, iyileşmeyen alt ekstremite veya ayak ülserasyonu veya gangren ile karakterize edilen periferik arter hastalığının karmaşık bir formudur. Yüksek amputasyon riski, düşük yaşam kalitesi, morbidite ve mortalite ile ilişkilidir. Prognostik Beslenme İndeksi (PNI), albumin ve lenfosit düzeylerini kullanarak hesaplanan, immunolojik ve beslenme durumunu yansıtan bir gösterge olarak kabul edilir. Bu çalışmanın amacı, endovasküler tedavi gören CLTI'li hastalarda PNI düzeyleri ile mortalite arasındaki ilişkiyi belirlemektir. Yöntemler: Retrospektif incelenen bu çalışmaya, üçüncü basamak bakım merkezimizde alt ekstremiteye endovasküler tedavi uygulanan CLTI'li hastalar dahil edilmiştir. Hastalar, sağ kalanlar ve hayatta kalmayanlar olmak üzere iki gruba ayrıldı. Mortalitenin bağımsız öngörücülerini belirlemek için lojistik regresyon analizleri yapıldı ve PNI ile mortalite arasındaki ilişkiyi değerlendirmek için Cox regresyon modeli kullanıldı. Sağ kalım eğrileri, Kaplan-Meier yöntemi kullanılarak tahmin edildi. Bulgular: Çalışmaya periferik arter hastalığı olan ve endovasküler tedavi uygulanan toplam 113 hasta dahil edildi. Hayatta kalamayan grup (42 hasta), sağ kalan gruptan (71 hasta) daha yaşlıydı (67,7±9,9’e karşı 62,9±10,9 p: 0,045) ve kronik böbrek yetersizliği (%42,9’e karşı %22,5 p: 0,023) ile kalp yetersizliği (%21,4’e karşı %8,5 p: 0,049) daha yaygındı. PNI değeri, hayatta kalamayan grupta, sağ kalan gruptan daha düşüktü (35,9±5’e karşı 38,2±4,4 p: 0,012). Cox regresyon analizleri, düşük PNI'nin artmış mortalite ile ilişkili olduğunu gösterdi (HR=0.931, CI= 0.872-0.995, P=0.035). Tüm nedenlere bağlı mortaliteyi tahmin etmek için 37.009 kesme değeri PNI için %64.3 duyarlılık, %64.8 özgüllük ve 0.642 AUC değeri gösterdi. Kaplan-Meier analizi, daha yüksek PNI'nin daha iyi bir sağkalım ile ilişkili olduğunu destekledi. Sonuç: Prognostik Beslenme İndeksi, Kronik Ekstremite Tehdit edici İskemi hastalarında mortalite ile bağımsız olarak ilişkilidir. (SETB-2024-02-029) |
14. | Graves Hastalığı Olan veya Olmayan Papiller Tiroid Karsinomlu Hastalarının Analitik Karşılaştırılması An Analytical Comparison of Papillary Thyroid Carcinoma Patients Manifested with or without Graves' Disease Zeynel Abidin Sayiner, Yagmur Yatkin Keles, Sadettin Ozturk, Ersin AkarsuPMID: 39411034 PMCID: PMC11472202 doi: 10.14744/SEMB.2024.86300 Sayfalar 354 - 358 Amaç: Graves hastalığı (GH) varlığı ile papiller tiroid kanseri (PTK) gelişimi arasında hala net bir ilişki saptanamamıştır. Bu çalışmanın amacı tiroid nodülü ve GH olup PTK tanısı alan hastalar ile tiroid nodülü olan fakat otoimmün tiroid hastalığı olmayan PTK tanılı hastaların klinik ve patolojik özelliklerini karşılaştırmaktır. Yöntem: Çalışma retrospektif olarak tasarlanmıştır ve total tiroidektomi geçiren ve PTK olduğu tespit edilen 239 hastadan oluşan bir kohortu içermektedir. Tanı yaşı, hastalık evresi, PTK alt tipleri, tümör boyutu, radyoaktif iyot kullanımı, nodül ultrasonografik özellikleri ve PTK nüks riski GH olan ve olmayan hastalar karşılaştırıldı. Bulgular: 239 hastanın 99'unda (%41) GH mevcutken, 140 hastada (otoimmün tiroid hastalığı olmayan) sadece papiller tiroid karsinomu vardı. Papiller tiroid karsinomu ve Graves hastalığı olan grupta tümör çapı anlamlı olarak daha küçüktü (1,45 ± 1,28 cm vs 1,81 ± 1,34 cm, p <0,05). Graves hastalığı ve papiller tiroid karsinomu tanısı alan gruplarda, papiller tiroid karsinomu tanısı alan gruba kıyasla anlamlı derecede daha düşük multifokal tutulum oranları gözlendi (p <0,05). Otoimmün tiroid hastalığı olmayan hastalarda klasik papiller tiroid karsinomu alt tipi prevalansı daha yüksekti (%39'a karşı %25,7, p<0,05). GH ve PTK içeren nodüllerin ultrasonografik özellikleri, GH içermeyen PTK’lı nodüllerden farklı değildi. Sonuç: Tanı anında yapısal nüks riski, PTK'ya GH eşlik ettiğinde tek başına PTK varlığı ile benzer görünmektedir. Ayrıca, GH-PTK birlikteliğinde daha küçük tümör boyutlarının ve daha az multifokalitenin varlığı olumlu bir prognozun habercisi olabilir. (SETB-2024-02-031) |
15. | Ailevi Akdeniz Ateşi Olgularında Atak Sıklığına Göre Vitamin D, B12 ve Folik Asit Seviyelerinin Karşılaştırılması Comparison of Vitamin D, B12, and Folic Acid Levels According to Attack Frequency in Familial Mediterranean Fever Cases Busra Tetik Dincer, Gul Ozcelik, Nafiye UrganciPMID: 39411037 PMCID: PMC11472187 doi: 10.14744/SEMB.2024.86461 Sayfalar 359 - 362 AMAÇ: Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA) Doğu Akdeniz bölgesinde daha sık görülen otoinflamatuar bir hastalıktır. Literatürde inflamatuar süreçlerin vitamin D, B12 ve folat düzeylerini azalttığını gösteren çalışmalar olmakla birlikte atak sıklığının vitamin düzeylere etkisi ile ilgili kısıtlı veri mevcuttur. Çalışmamızda AAA atak sıklığının vitamin düzeylerine etkisinin değerlendirilmesi amaçlandı. YÖNTEM: Çalışma grubuna 4-18 yaş arasındaki FMF hastaları dahil edilirken aynı dönemde başvurusu olan ve vitamin düzeylerine bakılmış olan sağlıklı çocuklar da kontrol grubu olarak çalışmaya dahil edildi. Çalışma grubu atak sayısına göre 2 subgrupa bölümdü. Yıllık atak sayısı 2 ve altında olan hastalar atak grubu, 6 veya daha fazla olanlar ise sık atak grubuna dahil edildi. BULGULAR: Toplam 494 çocuk çalışmaya dahil edildi. Çalışma grubu 108’i atak, 225’i sık atak grubunda olmak üzere toplam 333 AAA hastasından oluşmaktaydı. Kontrol grubuna 161 sağlıklı çocuk dahil edildi. Vitamin düzeylerinin medyan ve çeyreklikleri sık atak, atak ve kontrol grubunda sırasıyla vitamin D için 14.3 (9.57-18.9), 14.85 (10.12-21.77), ve 14.95 (9.92-20.12) ng/ml, Vitamin B12 için 320 (238-415), 328 (250.25-439.25), and 373 (273.75-519.25) pg/ml, ve folik asit için 6 (5.13-8.12), 6.8 (5.36-8.9), and 7 (5.3-9.9) ng/ml olarak hesaplandı. Vitamin D ve folat düzeylerinde gruplar arasında anlamlı fark görülmedi (Sırasıyla p=0.436 ve p=0.25). Vitamin B12 düzeyleri çalışma grubunda anlamlı derecede daha düşük olarak saptanmakla birlikte atak sıklığına göre B12 düzeylerinde farklılık saptanmadı (Sırasıyla p=0.001 ve p=0.92). SONUÇ: Atak sıklığının Vitamin D, B12 ve folat düzeylerine etkisi olmadığı görüldü. Vitamin B12 düzeyinin çalışma grubunda anlamlı derecede düşük olsa da bütün gruplarda normal sınırlarda olması hastaların dengeli beslenme alışkanlıkları ile açıklanabilir. (SETB-2024-03-047) |
16. | Galanin Prehipertansiflerde Mikrovasküler Disfonksiyonun Bir Belirteci Olarak Kullanılabilir mi? Can Galanin Be Used as a Marker of Microvascular Dysfunction in Prehypertensives? Muhammed Esad Cekin, Seref Kul, Gonul Aciksari, Emrah Erdal, Fatma Betul Ozcan, Mustafa CaliskanPMID: 39411048 PMCID: PMC11472185 doi: 10.14744/SEMB.2024.64188 Sayfalar 363 - 370 Amaç: Koroner mikrovasküler disfonksiyon toplumun büyük bir kısmında mevcut olup, birçok durumda patolojik ve prognostik bir role sahip olduğu gösterilmiştir. Bu nedenle, bilhassa seçilmiş popülasyonlarda mikrovasküler disfonksiyonun erken tespiti önem arz etmektedir. Bu çalışmanın amacı, prehipertansif bireylerde, galaninin koroner akım rezervi (KAR) ile ilişkisini araştırarak mikrovasküler disfonksiyon tespiti için bir belirteç olarak kullanılıp kullanılamayacağını belirlemektir. Yöntem: Bu prospektif çalışmaya 50 prehipertansif ve 50 normotansif olmak üzere toplam 100 katılımcı dahil edilmiştir. Ayrıntılı transtorasik ekokardiyografi yapılarak koroner akım rezervleri ve serum galanin düzeyleri ölçülmüştür. Bulgular: Prehipertansif grupta KAR anlamlı olarak daha düşüktü (p<0.001). Galanin değerlerininde prehipertansif grupta sayısal olarak daha düşük olmasına rağmen gruplar arasındaki fark istatistiksel anlamlılığa ulaşmadı (p=0.062). KAR ile galanin arasında anlamlı bir korelasyon saptanmadı (r=-0.161 p=0.11) Sonuç: Prehipertansiflerde KAR değerlerinin daha düşük olması, hipertansiyon gelişmese bile normotansif değerlerin üzerinde mikrovasküler disfonksiyonun başladığını göstermektedir. Galaninin gruplar arasında istatistiksel olarak farklı saptanmaması ve KAR ile arasında korelasyon saptanmamasının nedeni çalışma popülasyonunun nispeten küçüklüğünden kaynaklanabilir. Galanin, prehipertansiyon ve mikrovasküler disfonksiyon arasındaki ilişki, geniş çaplı popülasyon çalışmaları yapıldığında daha net hale gelecektir. (SETB-2024-01-023) |
17. | Covid 19 Hastalarında Mortalite Öngörüsünde Hematolojik ve Biyokimyasal Parametrelerdeki Dinamik Değişikliklerin Yeri The Role of Dynamic Changes in Hematologic and Biochemical Parameters in Predicting Mortality in Covid-19 Patients Emine Celik Tellioglu, Ahsen Oncul, Husrev Diktas, Ceren Atasoy Tahtasakal, Elif Aktas, Irem Genc Yaman, Dilek Yildiz Sevgi, Ilyas DokmetasPMID: 39411033 PMCID: PMC11472194 doi: 10.14744/SEMB.2024.26096 Sayfalar 371 - 380 Amaç: Koronavirüs Hastalığı 2019 (COVID-19) da hematolojik, inflamatuar ve biyokimyasal parametrelerin biyobelirteç olarak rolü, erken evrede riskli hastaları belirlemede ve prognozdaki yeri araştırılmıştır. Metot: Çalışmaya ülkemizdeki ilk dalgada COVID-19 ön tanısı ile yatırılarak takip edilen hastalar dahil edildi. Demografik ve klinik özellikler ile beraber başvuru, üçüncü, yedinci, 14. gündeki tam kan sayımı, C reaktif protein (CRP), prokalsitonin (PCT), fibrinojen (FIB), ferritin, albümin (ALB), laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyleri incelendi. Hastane takibinde ölüm gerçekleşmesine göre hastalar gruplandırılarak karşılaştırıldı. Mortalite üzerine anlamlı düşünülen değişkenler tek ve çok değişkenli lojistik regresyon modelleri ile incelendi. Bulgular: Çalışma 273 (56,3%)’ü erkek, 212 (43,72%)’si kadın olmak üzere toplam 485 hasta ile gerçekleştirildi. Hastaların yaş ortalaması 58±16,2 idi ve 71%’i hafif-orta, 29%’u ciddi-kritik hastalık grubunda idi. Hastalık şiddeti, yoğun bakım ünitesi (YBÜ) takip ihtiyacı ve ölüm gelişimi; yaş, eşlik eden hastalık, nötrofil, lökosit, nötrofil lenfosit oranı (NLR), PCT, CRP, ferritin, LDH değerleri ile pozitif korele iken, lenfosit (LE), ALB, hemoglobin (HGB) değerleri ile negatif korele olarak saptandı. Çok değişkenli analizde hastane başvurusunda PCT yüksekliği (OR: 6,96 [1,63;39,65]), LDH ≥ 352U/L (OR: 4,35 [1,23;16,61]), LE < 0,810 × 109/L (OR: 3,0 [1,16;7,85]) ve ileri yaş (OR: 1,08 [1,03;1,14]) bağımsız olarak hastane içi ölüm ile ilişkili bulundu. Hemogram ve akut faz reaktanı takibinde PCT, CRP ve LDH ölüm öngörüsü için sırasıyla en değerli bulunan göstergelerdi (Üçüncü gün sırasıyla EAA: 0,90;0,83;0,83 ve yedinci gün EAA: 0,95;0,90;0,89). Sonuç: Çalışmamızda hastaneye başvuruda sırasıyla lökosit, lenfosit, NLR, CRP, PCT, ferritin, albümin ve LDH’ nin kötü prognozu ön görmede değerli olduğu saptandı. Ayrıca takipte PCT, LDH ve CRP artışlarının hastane içi ölümü öngörmede ve yakın takip gereken hastaları belirlemede kullanılabileceği belirlendi. (SETB-2024-01-020) |
18. | Parkinson Hastalarında Kognitif Bozukluğu Taramak İçin Tek Başına Saat Çizme Testinin Duyarlılığı Sensitivity of Clock Drawing Test Alone to Screen for Cognitive Impairment in Patients with Parkinson's Disease Nazli Durmaz Celik, Aydan Topal, Muge Kuzu Kumcu, Serhat Ozkan, Sabiha Tezcan AydemirPMID: 39411036 PMCID: PMC11472191 doi: 10.14744/SEMB.2024.94758 Sayfalar 381 - 388 Amaç: Bilişsel bozukluk, Parkinson Hastalığının (PH) yaygın bir motor dışı semptomudur ve hastanın yaşam kalitesini önemli ölçüde etkiler. Saat Çizme Testi (SÇT) planlama, organizasyon ve dikkat, hafıza ve görsel-uzamsal beceriler gibi yürütücü işlevler de dahil olmak üzere bir dizi bilişsel beceriyi değerlendirir. Bu çalışmanın amacı, PH'da bilişsel bozukluğun teşhisinde CDT'nin duyarlılığını belirlemektir. Yöntem: 2018-2022 yılları arasında demans (30 hasta) veya hafif bilişsel bozukluk (14 hasta) tanısı konan 44 PH hastasının (16 kadın, 28 erkek) kayıtları incelenmiştir. Bu hastalar, 106 sağlıklı kontrol ile karşılaştırılmıştır. Ayrı bir araştırmacı, yaş ve eğitim düzeyi hariç diğer tüm hasta verilerinin gizliliğini koruyarak hastaların SÇT puanlarını değerlendirmiştir. Bulgular: 44 PH hastası arasında hafif bilişsel bozukluğu olan iki kişi SÇT'de normal olarak değerlendirilirken, tüm PH demans vakaları yalnızca SÇT aracılığıyla tespit edilmiştir. Sağlıklı kontrol grubunda 106 kişiden 72'si herhangi bir bilişsel şikayet bildirmezken, 34 kişi (%32,1) kör bir araştırmacı tarafından değerlendirilen bilişsel şikayetler bildirmiştir. SÇT'nin pozitif öngörü değeri %55,3 ve negatif öngörü değeri %97,3 olarak hesaplanmıştır. Duyarlılık %95,5 ve özgüllük %67,9 olarak hesaplanmıştır. Sonuçlar: Bulgular, SÇT'nin kognitif defisiti olan PH hastalarında kognitif bozukluğu saptamada hassas olduğunu göstermektedir. SÇT etkili bir hızlı tarama aracı olarak hizmet ederken, yüksek skorlar bilişsel bozukluğun olmadığını gösterir, ancak düşük skorlar tek başına kesin demans tanısı için yetersizdir. Kapsamlı nörolojik değerlendirme ve ayrıntılı kognitif değerlendirme demans tanısını doğrulamak için gerekli olmaya devam etmektedir. (SETB-2024-05-097) |
19. | Kistik Fibrozisli Çocukların Oral Glukoz Tolerans Test Sonuçlarının Değerlendirilmesi Evaluation of Oral Glucose Tolerance Test Results in Children with Cystic Fibrosis Asli Bestas, Edip Unal, Amine Aktar Karakaya, Nurcan Beyazit, Suat Savas, Velat SenPMID: 39411039 PMCID: PMC11472201 doi: 10.14744/SEMB.2024.65983 Sayfalar 389 - 394 Amaç: Güncel kılavuzlar, 10 yaşın üzerindeki KF’li hastaların yıllık olarak OGTT ile değerlendirilmesi gerektiğini önermektedir. Bu çalışmada merkezimizde kistik fibrozis (KF) tanısıyla takip edilen 10 yaş üstü hastalarda OGTT sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve yöntemler: Çalışmaya OGTT uygulanan 10 yaş ve üzeri 46 KF hastası dahil edildi. Cinsiyet, tanı yaşı, antropometrik ölçümler, akciğer fonksiyonu (%FEV1) ve OGTT sonuçları gibi veriler elde edildi. Analizde normal glukoz toleransı(NGT) ve anormal glukoz toleransı(AGT) olan hasta grupları karşılaştırıldı. Bulgular: Olguların 37’sinde (%80,4) NGT, 9’unda (%19,5) AGT saptandı. Normal glukoz tolerans grubundaki olguların median açlık glukoz ve OGTT sırasında alınan 120.dakikadaki ortalama glukoz düzeyleri AGT grubuna göre daha düşük saptandı (p<0,005). Anormal glukoz tolerans grubundaki olguların, ortalama vücut ağırlığı, boy, VKİ SDS değerleri, FEV1 yüzdesi NGT’li olgu grubuna göre daha düşük saptanmakla beraber aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p>0,05). Sonuç: 10 yaş ve üzeri KF’li yaklaşık 5 hastadan 1'inde AGT tespit ettik. AGT’li hastaların neredeyse yarısının (%44,4) açlık kan şekerinin normal olduğu görüldü. Bu nedenle KF’li hastalarda açlık kan şekeri yerine OGTT ile kistik fibrozis ilişkili diyabet taraması yapılmalıdır. (SETB-2024-02-030) |
OLGU SUNUMU | |
20. | Yenidoğan Bebekte Kardiyak Rabdomiyomun Neden Olduğu Ciddi Sol Ventriküler Çıkış Yolu Tıkanıklığının Başarılı Cerrahi Tedavisi Successful Surgical Management of Severe Left Ventricular Outflow Tract Obstruction Caused by Cardiac Rhabdomyoma in a Neonate Baburhan Ozbek, Ayhan Gunes, Kenan Ozturker, Omer Faruk Savluk, Deniz Cevirme, Eylem TuncerPMID: 39411047 PMCID: PMC11472193 doi: 10.14744/SEMB.2024.50460 Sayfalar 395 - 397 Kardiyak rabdomyom; sıklıkla fetal ekokardiyografi ile tanı alabilen, infant döneminin en sık primer kalp tümörüdür. İyi huylu olarak adlandırılan bu tümörün kalp tutulumu farklı lokalizasyonlarda görülebilmektedir. Kalbin sol ventrikülünde, sağ ventrikülünde ya da septumda yerleşebilen rabdomyom, çoğunlukla multipledir. Tümörün seyrinde spontan gerileme olabilmekle birlikte, hemdinamik bozukluklar, aritmiler ve ani ölüm de bildirilmiştir. Hayatı tehdit edici ventrikül çıkım yolu darlıklarında, kalp yetmezliğinde ve aritmilerde cerrahi tedavi ön plana çıkmaktadır. Olgumuzda, ciddi sol ventrikül çıkım yolu darlığına neden olan rabdomyoma sahip yenidoğandaki başarılı cerrahi tedavi yaklaşımımızı sunmayı amaçladık. (SETB-2023-12-240) |
EDITÖRE MEKTUP | |
21. | Anemik Halo İçeren Hemanjiyom Benzeri Lezyonlar: Erüptif Psödoanjiyomatozis Hemangioma-Like Lesions with an Anemic Halo: Eruptive Pseudoangiomatosis Pinar Ozdemir Cetinkaya, Semih Arslan, Ilknur Kivanc Altunay, Asli Aksu Cerman, Deniz Tuncel, Birgul Ozkesici KurtPMID: 39411038 PMCID: PMC11472184 doi: 10.14744/SEMB.2024.46578 Sayfalar 398 - 400 (SETB-2024-02-036) |