ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
Şişli Etfal Tıp Bülteni - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 48 (3)
Cilt: 48  Sayı: 3 - 2014
DAVETLI DERLEME
1. 
Tiroid ve paratiroid cerrahisi sonrası hipokalsemi ve tedavisi
Hypocalcemia after thyroid and parathyroid surgery and its’ treatment
Mehmet Uludağ
doi: 10.5350/SEMB.20140803113726  Sayfalar 161 - 175
Tiroid ve paratiroid cerrahisi sonrası hipokalsemi sık bir komplikasyondur. Bu çalışma hipokalseminin indidansı, fizyopatolojisi, erken tanı, ayırıcı tanı, klinik ve biyokimyasal öngörü faktörleri, tedavisini değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Hipokalsemi geçici (cerrahiden sonra 6 ay içinde iyileşir) ve kalıcı (cerrahi sonrası 6 aydan fazla devam eder) olabilir. Postoperatif hipokalsemi hipoparatiroidizm; aç kemik sendromu, cerrahi stresten dolayı hemodilusyon ve postoperatif ağrıya bağlı hiperventilasyonun sebep olduğu alkalozisten kaynaklanır. Postoperatif hipokalseminin en sık sebebi hipoparatiroidizmdir. Hipoparatiroidizm; paratiroid hormon (PTH) eksikliğinin yol açtığı hipokalsemi, hiperfosfatemi ve hiperkalsiuri ile karakterizedir. Postoperatif hipoparatiroidizm genellikle paratiroid bezi ve/veya damarlanmasının bozulması veya istenmeden veya kaçınılmaz çıkarılmasından kaynaklanmaktadır. Aç kemik sendromu, hiperparatiroidizm ve Graves hastalığı cerrahisi sonrası oluşabilir. Postoperatif hipokalseminin klinik belirtileri, hipokalseminin başlangıç hızı ve hipokalseminin derecesine bağlıdır. Hipokalseminin klasik semptomları nöromüsküler uyarılabilirlik ile ilişkilidir. Semptomlar hafif hipokalsemilerde parmak, ayak ve ağız çevresinde bölgede uyuşma ve karıncalanmadan ılımlı hipokalsemilerde üst ve alt ekstremitelerde parestezilere değişir tiptedir. Ciddi tiplerinde, karpopedal spazm veya yaygın tetani şeklinde tetanik kas krampları oluşabilir. Bazı vakalarda bronkospazm ve laringospazm oluşabilir. Konvülziyon, oryantasyon bozukluğu, deliryum, inme gibi nörolojik semptomlar ve EKG’de QT aralığı uzaması, aritmi, konjestif kalp yetmezliği gibi kardiyak anormallikler de oluşabilir. Belirgin bulgusu olmayan hastalarda; nöromuskuler uyarılabilirlik, Chvostek ve Trousseau bulgusu gibi provakatif testlerle belirgin hale getirilebilir. Hipokalsemi için tanısal çalışmalar serum intakt PTH, fosfor, albümin, magnezyum, 25-OH Vit D ve kalsiyum ölçümünü içerir. Hipokalseminin klinik öngörü faktörleri kadın cinsiyet, yanlışlıkla paratiroid bezi eksizyonu, paratiroid ototransplantasyonu, Graves hastalığı, nüks guatr nedeniyle ameliyat, kanama için tekrar ameliyat ve ağır tiroid spesmenini içerir. Perioperatif PTH ve postoperatif kalsiyum değişiklikleri hipokalseminin biyokimyasal öngörücüleri olarak kullanılabilir. Hipokalsemi yönetimi en iyi preoperatif yüksek riskli hastaların belirlenmesi, ameliyat sırasında paratiroid bezi fonksiyonunu koruyarak, hipokalsemiyi erken öngörücüler yoluyla belirleyerek, gerekli ise uygun tedavinin uygulanması yoluyla gerçekleştirilir. Ayrıca hipokalseminin önlenmesi veya erken tanınması ve uygun yönetimi hipokalsemi ile ilgili komplikasyonları önler ve hastaların daha erken taburcu edilmesine izin verir. Hipokalsemi tedavisi kalsiyum ve vitamin D analogları ile kombine tedaviye dayanmaktadır. Hipokalsemi yönetiminde standart klavuzlar yoktur. Bununla birlikte klinik pratikte bazı genel uygulamalar bulunmaktadır. Oral bir rejim oluşturulana kadar hipokalseminin başlama hızı ve derecesine ve semptomların ciddiyetine göre intravenöz kalsiyum gerekebilir. Tedavinin amacı, hipokalsemik semptomları kontrol etmek, normal değer aralığının alt sınırına yakın bir serum kalsiyum düzeyi elde etmek ve sürdürmektir. Kalsiyum ve vitamin D analoglarının oral dozu serum kalsiyum, fosfat ve PTH düzeylerinin başlangıçta her hafta, sonrasında 2-3 haftalık veya aylık yapılan kontrol değerlerine göre bireysel olarak düzenlenmelidir. Hiperkalsemiden kaçınılmalıdır. Günümüzde klinik çalışmalarda, rekombinan insan PTH’sı gibi yeni ilaçlar ümit verici tedavi seçenekleri olarak sunulur.

ORIJINAL ARAŞTIRMA
2. 
Postmenopozal over kitlelerinde spektral doppler ultrason parametrelerinin preoperatif değerlendirmesi
Preoperative evaluation of doppler ultrasound indices in postmenopausal ovarian masses
Burçin Demirel, Veli Mihmanlı, Gözde Toprakçı, Mehmet Fatih Fındık, Orhan Özen, Fatih Kantarcı
doi: 10.5350/SEMB.20140314041608  Sayfalar 176 - 181
Amaç: Bu çalışmanın amacı postmenopozal kadınlarda görülen over tümörlerinde kantitatif spektral Doppler ultrasonografi (DUS) akım ölçümlerini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: Bu prospektif çalışmaya preoperatif over tümörü tanısı alan 23 postmenopozal kadın dahil edildi. Hastalar operasyondan 2-4 gün öncesinde transvajinal DUS ile incelendi. Ovaryen tümörlerdeki akımlarda rezistans indeks (Rİ) ve pulsatilite indeksi (Pİ) transvajinal DUS ile değerlendirildi.
Bulgular: Cerrahi sorası yapılan histopatolojik incelemede kitelerin 8’i malign, 13’ü benign ve 1’i borderline tümör olarak belirlendi. Malign tümörler için ortalama Rİ ve Pİ sırasıyla 0.37 (0.35-0.45) ve 0.61 (0.43-0.85) idi. Benign tümörler için ortalama Rİ ve Pİ sırasıyla 0.61 (0.30-0.91) ve 1.21 (0.36-3.02) idi. Ki-kare testinde DUS ölçümleri ve histopatolojik sonuçlar arasında istatistiksel olarak anlamlı (p<0.05) korelasyon saptandı. Malign lezyonları saptamada 0.4’ten küçük Rİ için; duyarlılık, özgüllük, pozitif ve negatif prediktif değerleri sırasıyla %77, %85, %77 ve %85; 0.7’den küçük Pİ için; duyarlılık, özgüllük, pozitif ve negatif prediktif değerleri sırasıyla %77, %78, %70 ve %84 olarak hesaplandı.
Sonuç: Kantitatif transvajinal DUS akım ölçümleri postmenopozal kadınlarda malign over tümörlerinin benign over tümörlerinden ayrımında duyarlı ve özgül sonuçlar sağlar.

3. 
Hipertansif Tip 2 Diabetes Mellitus’lu hastalarda tansiyon regülasyonunun yüksek duyarlıklı C-reaktif protein (hs-CRP) ile ilişkisi
The relationship of hs-CRP with regulation of hypertension in patients who have both Type 2 diabetes mellitus and hypertension
Melek Başer, Rahime Özgür, Osman Maviş, Ali Abbas Özdemir, Ali Özkeskin, Ömer Küçükdemirci, Tayfun Elibol
doi: 10.5350/SEMB.20140415024023  Sayfalar 182 - 187
Amaç: Diabet ve hipertansiyonun, değişik çalışmalarla hs-CRP’yi artırdığı saptanmıştır. Biz bu çalış- mayla tip 2 diabetli hipertansif olgularda tansiyonu kontrol altında olan ve olmayan 2 grup arasında hs-CRP düzeylerini karşılaştırmayı hedefledik.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza 2010 Mayıs-2010 Eylül tarihleri arasında diabet polikliniğimize başvuran 64’ü kadın, 65’i erkek olmak üzere toplam 129 olgu alındı. Çalışmaya alınan olguların, sosyodemografik özellikleri, detaylı öyküleri, antropometrik ölçümleri, fizik muayene bulguları, laboratuvar tetkikleri incelendi. CRP değerini etkileyen durumları olan olgular çalışma dışı tutuldu. Çalışmamızda anlamlılık düzeyi p<0.05 olarak kabul edildi.
Bulgular: Olguların %49.6’sı (n=64) kadın, %50.4’ü (n=65) erkek, yaş ortalaması 55.81±8.15 idi. Tansiyonu regüle olanlar 65 (%50.4), regüle olmayanlar 64(%49.6) kişiydi. Beden kitle indeksleri (kg/m2 ) ortalaması 30.17±5.30 idi. Diabet sürelerinin ortalaması 6.69±4.57 yıl, hipertansiyon süreleri de ortalama 6.38±4.41 yıl idi. Tansiyonu regüle olan olguların beden kitle indeksi ortalamaları 29.81±5.44, regüle olmayanların ise 30.53±5.18 idi. Gruplarda cinsiyetler açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı (p>0.05). Laboratuar bulgularından hs-CRP, HbA1c, total kolesterol, HDL, LDL, VLDL, trigliserid, TSH, açlık kan glukozu, tokluk kan glukozu, AST, ALT, proteinüri ve kreatinin ölçümlerinde tansiyonu regüle olan ve olmayanlar arasında anlamlı farklılık görülmedi (p>0.05).
Sonuç: Tip 2 diabetes mellitus tanılı hipertansiyonu olan olgularda tansiyonu kontrol altına almanın hs-CRP düzeyi açısından anlamlı farklılık oluşturmadığı saptanmıştır.

4. 
Karpal tünel sendromunda dördüncü parmak median- ulnar duysal yanıt latans farkı testinin kullanımı
The usefulness of latency difference test of fourth digit median- ulnar in carpal tunnel syndrome
Zahide Mail Gürkan, Hülya Ertaşoğlu Toydemir, Lale Gündoğdu Çelebi, Münevver Gökyiğit
doi: 10.5350/SEMB.20140122071022  Sayfalar 188 - 191
Amaç: Karpal Tünel Sendromu (KTS) en sık tuzak nöropatisidir. Bu çalışmada, minimal ve hafif karpal tünel sendromunda 4. parmak median ve ulnar sinir duysal latans farkı testi ile 2. parmaktan bakılan median duysal yanıt ve 5. parmaktan bakılan ulnar duysal yanıt amplitüdlerinin farkı karşılaştırılmış ve yararlılıkları tartışılmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nöroloji Kliniği EMG laboratuarına KTS ön tanısı ile başvuran hastalar dahil edildi. Rutin elektrofizyolojik yöntemlere ek olarak 4. parmak median - ulnar sinir duysal latans farkı testi kullanıldı. Elektrofizyolojik inceleme Medelec Saphire 4E EMG cihazı kullanılarak yapıldı. Verilerin değerlendirilmesinde Statistical Package for Social Sciences (SPSS) Windows 17 programı tanımlayıcı analizleri kullanıldı.
Bulgular: 4. parmak median- ulnar duysal latans farkı testinde patoloji saptanan 17 hastamızın 3’ ünde (%17.64) 2. parmak median sinir duysal yanıt amplitüdü 5. parmak ulnar sinir duysal yanıt amplitüdünden daha düşük olarak saptandı.
Sonuç: Az sayıda hasta grubu ile bir ön çalışma niteliğinde olan bu çalışmamızda 4. parmak medianulnar duysal latans farkı testi ile tanı konulmuş KTS vakalarının sınırlı bir kısmında median sinir duysal yanıt amplitüd düşüklüğünü gözlenmiştir. Bu sonucun daha geniş hasta grubu ile yapılacak çalışmalar ile araştırılması gerektiğini düşünüyoruz. Daha hızlı sonuç almak ve erken dönem KTS vakalarını saptamak için 2. parmak median ve 5. parmak ulnar duysal yanıt amplitüdü farkının hassas yöntemler arasında yerini alabileceği düşüncesindeyiz.

5. 
Vakum ile operatif vajinal doğumun perinatal etkileri
Perinatal effects of vacuum operation at vaginal delivery
Resul Karakuş, Doğukan Anğın, Osman Temizkan, Mesut Polat, İlhan Şanverdi, Seren Karakuş, Ferhat Ekinci
doi: 10.5350/SEMB.20140412070541  Sayfalar 192 - 197
Amaç: Vakum aleti kullanılan operatif vajinal doğum sayısı güngeçtikçe azalsa da önemini korumaktadır. Tek merkezde 5 yılda vakum aleti kullanılan operatif vajinal doğumlardaki maternal ve fetal özellikler ve perinatal sonuçlar değerlendirilmiştir.
Gereç ve Yöntem: Çalışma, refere bir merkez olarak hizmet veren Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde 1998 Ocak ayı ve 2012 Aralık ayı arasında vakum aletinin kullanıldığı vajinal doğum vakalarının retrospektif taranması ile gerçekleştirildi. Tekiz, canlı, sefalik gelişli vaginal doğumlarda vakum aletinin uygulandığı vakalar değerlendirildi. Hastaların kayıt altına alınmış olan maternal demografik özellikleri, intrapartum özellikleri ve neonatal sonuçları bilgisayar veritabanında analiz edildi.
Bulgular: Son 5 yıllık dönemde toplam vaginal doğum sayısı 31497 olarak gerçekleşmiştir. Bu dönemdeki vakum aleti kullanım sıklığı %0.4 (n: 126) olarak değerlendirilmiştir. Vakum aleti ile yıllık vaginal doğum sıklığının 5 yıl içerisinde %0.4’ten (n: 37) %0.2’ye (n: 11) düştüğü izlenmiştir. Vakum ile doğum yaptırılan hastaların hiçbirinde önceki doğumlarında zorlu doğum öyküsü yoktur. Nullipar hasta sayısı 93 (%91.9), multipar hasta sayısı 33 (%26.2) olarak tespit edilmiştir. Hastaların %16’sında (n: 21) doğum sırasında perianal deşur, vajinal laserasyon ve servikal laserasyon meydana gelmiştir. Fetusların 5’ne (%3.9) oksiput posterior (OP) pozisyonunda, kalan 121’ne (%96) oksiput anterior (OA) pozisyonunda doğum sırasında vakum uygulanmıştır. Vakum ile doğum yaptırılan toplam 126 yenidoğandan 21’de (%16.6) sefal hematom (SH), 54’de (%42.8) kaput suksedaneum (KS) gelişmiş, hiçbir yenidoğanda intrakranial kanama, subgaleal hematom ya da ölüm izlenmemiştir. OP ile OA pozisyonunda doğan yenidoğanların sefal hematom gelişimi açısından karşılaştırıldığında (sırasıyla n: 3, %60 - n: 18, %14.8) aradaki fark istatiksel açıdan anlamlı bulunmuştur (p: 0.008).
Sonuç: Doğum sırasında vakum uygulaması yıllar içinde çok azalmıştır. Asistan eğitiminde artık nadiren görülmektedir ve oluşabilecek komplikasyonlar nedeniyle rutin eğitimde uygulama yaptırılmamaktadır. Doğru endikasyonda, bu konuda deneyimli kişiler tarafından uygulandığında ciddi maternal ve fetal komplikasyonları olmayan basit, hızlı sonuç veren ve perinatal komplikasyonları azaltan bir uygulamadır. Doğum eğitimi alan herkesin vakum uygulamayı bilmesi ve uygulaması gerekmektedir.

6. 
Major depresif bozukluğu veya psikotik bozukluğu bulunan hastalarda içselleştirilmiş damgalanma ve işlevsellik üzerine etkisi
Internalized stigmatization and its effect on functionality in patients with major depressive disorder or psychotic disorder
Can Sait Sevindik, Ömer Akil Özer, Uğur Kolat, Rabia Önem
doi: 10.5350/SEMB.20140505052218  Sayfalar 198 - 207
Amaç: İçselleştirilmiş damgalanma, bireyin toplumdaki olumsuz kalıp yargıları kendisi için kabullenmesi ve bunun sonucunda değersizlik, utanç gibi olumsuz duygularla kendisini toplumdan geri çekmesidir. Remisyondaki depresyon hastaları ile psikotik hastalar arasında içselleştirilmiş damgalanma ve işlevsellik puanları açısından farklılık olup olmadığının ve içselleştirilmiş damgalanmanın kişinin işlevselliği üzerine etkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Kesitsel tipteki bu çalışma Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Polikliniği’ne başvuran remisyondaki depresyon hastaları ve psikotik hastalarda yapılmıştır. Görüşmeyi kabul eden 50 depresyon hastası ve 50 psikotik hasta ile çalışma yapılmıştır.Temel bağımsız değişken hastalık tipi iken, bağımlı değişkenler içselleştirilmiş damgalanma ve işlevselliktir. Çalışmada Ruhsal Hastalıklarda İçselleştirilmiş Damgalanma Ölçeği ve Kısa İşlevsellik Değerlendirme Ölçeği kullanılmıştır.
Bulgular: İçselleştirilmiş damgalanma puanları her iki hasta grubunda birbirine yakın bulunmuştur. Psikotik hastalarda sosyal geri çekilme, depresyon hastalarında ise damgalanmaya karşı direnç puanları daha yüksekti. Her iki hasta grubunda da işlevsellik ve alt ölçek puanları arasında farklılık bulunurken bu fark psikotik hastaların işlevsellikte daha fazla zorlandıkları yönündedir.
Sonuç: Bu çalışmada hem depresyon hastaları hem de psikotik hastalarda içselleştirilmiş damgalanmanın işlevselliği olumsuz yönde etkileyebileceği bulunmuştur. Psikiyatrik tedavilerde ve psikiyatri hastalarını konu alan işlevsellik çalışmalarında özellikle psikotik hastalarda damgalanmanın etkisi göz önünde bulundurulmalıdır.

7. 
Akut apandisit olgularında açık ve laparoskopik ameliyat sonuçlarının retrospektif değerlendirilmesi
Retrospective evaluation of open and laparoscopic surgery outcomes in acute appendicitis
Özgür Bostancı, Şener Okul, Pınar Yazıcı, Rıza Gürhan Işıl, Uygar Demir, Canan Tülay Işıl, Mehmet Mihmanlı
doi: 10.5350/SEMB.20140327095335  Sayfalar 208 - 212
Amaç: Çalışmamızda akut apandisit nedeniyle cerrahi tedavi uygulanan hastalarda laparoskopik ve açık cerrahi teknik postoperatif dönem açısından karşılaştırmalı olarak değerlendirildi.
Gereç ve Yöntem: Şişli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi Kliniği’nde 01.01.2004-20.02.2013 tarihleri arasında akut apandisit nedeniyle ameliyat edilen hastalar retrospektif olarak tarandı. Yaş, cinsiyet, preoperatif dönemde yapılan tetkikler, ameliyat prosedürü, intraoperatif bulgular, patolojik inceleme verileri ve postoperatif dönem değerlendirildi. Hastalar operasyon prosedürüne göre konvansiyonel appendektemi (Grup A) ve laparoskopik appendektomi (Grup L) olarak iki grupta incelendi.
Bulgular: Akut apandisit tanısı ile toplam 3046 hasta ameliyat edildi. Hastaların %66’sı erkek, %34’ü kadın olup yaş ortalaması 25.3 (16-98) yıl idi. Grup A (n=2662)’da ortalama ameliyat süresi 45,32±8.63 dakika, Grup L (n=384)’de 49.71±10.11 dakika olarak saptandı (p<0.01). Normal aktivitelere dönüş süreleri Grup A’da 11.90±3.6, Grup L’de 7.3±2.5 gün olarak bulundu (p<0.01).
Sonuç: Laparoskopik appendektomi uygulanan hastalarda, hastanede yatış süresinin ve normal aktivitelere dönüş zamanının konvansiyonel appendektomiye göre daha kısa olduğu, görülmektedir. Laparoskopik appendektomi yeterli tecrübeye sahip bir ekip ve gerekli ekipmanın olduğu bir hastanede güvenli bir yöntemdir.

8. 
Persistan primer hiperparatiroidi gelişiminde etkili risk faktörleri
Risk factors in the occurance of persistent primary hyperparathyroidism
Abdülcabbar Kartal, Bülent Çitgez, Süleyman Öden, Sıtkı Gürkan Yetkin, Mehmet Mihmanlı, Nurcihan Aygün, Mehmet Uludağ
doi: 10.5350/SEMB.20140806104010  Sayfalar 213 - 226
Amaç: Başarısız paratiroidektomi sonucu gelişen persistan primer hiperparatiroidi seyrek, fakat yüksek komplikasyon ve oranlı reoperasyonu nedeni ile oranlarına sahip olduğu için zorlu bir problemdir. Bu çalışmanın amacı, persisten hiperparatiroidizmden sorumlu risk faktörlerini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: Cerrahi Kliniğimizde 2000-2010 yılları arasında primer hiperparatiroidi nedeniyle paratiroidektomi yapılan hastaların verileri retrospektif olarak değerlendirildi. İlk paratiroidektomi sonrası en az 6 ay takip edilen hastalar çalışmaya dahil edildi ve hastalar persistan olup olmadığına bakılarak iki gruba ayrıldı. Grup 1’de persistan olmayan, grup 2’de persistan olan hastalar yer aldı. Gruplar yaş, operasyon tipi, ektopik bez varlığı, multipl bez ve nodüler tiroid hastalığı açısından Ki kare ve Fisher’in Kesinlik testi ile karşılaştırıldı. Rölatif risk hesaplandı.
Bulgular: On yıllık dönemde kliniğimizde primer hiperparatiroidi nedeniyle 159 paratiroid ameliyatı yapıldı. Toplam kriterlere uygun 132 hasta çalışmaya dahil edildi ve seride toplam başarı oranı %97.72 idi. Hastaların yaş ortalaması 54.8±12.8 yıl olup, %81.1’i kadındı. Birinci grupta yer alan 124 hastada (93.9%) persistan hastalık yoktu. İkinci grupta yer alan 8 hastada (%6.1) persistan hastalık vardı. Ektopik bez varlığı, multipl bez hastalığı 1. gruba oranla 2. grupta (sırasıyla p=0.001, p=0.0001) anlamlı olarak yüksekti. Persistan hastalık riski ektopik bezi olan hastalarda 11.81 kat, tek adenoma olanlara göre çift adenomu olan hastalarda 32.29 kat daha fazla idi. Operatif yaklaşım ve guatrın persistan hastalık üzerinde bir etkisi yoktu.
Sonuç: Primer hiperparatiroidinin başarılı cerrahi tedavisine rağmen, kabul edilebilir oranda persistan hastalık gelişebilmektedir. Çoklu bez hastalığı, özellikle de çift adenom ve ektopik yerleşim, persistan hastalık için en önemli risk faktörleridir. Persistan hastalık gelişen hastaların ameliyat öncesi dönemde dikkatli değerlendirilmesi ve uygulanan görüntüleme yöntemleri ile ikincil ameliyatlarda tatminkar oranda kür sağlanabilir.

9. 
Total tiroidektomi sonrası oluşan hipokalsemiyi öngörmede multifaktöriyel skorlama sistemi oluşturulabilir mi?
Can a multifactorial scoring system be constituted for predicting the hypocalcemia following total thyroidectomy?
Evren Besler, Nurcihan Aygün, Bülent Çitgez, Hamdi Özşahin, Murat Ferhat Ferhatoğlu, Mehmet Mihmanlı, Sıtkı Gürkan Yetkin, Mehmet Uludağ
doi: 10.5350/SEMB.20140808025824  Sayfalar 227 - 233
Amaç: Total tiroidektomi sonrası hipokalsemi bu ameliyatın en sık komplikasyonudur. Bu komplikasyon ciddivsemptomlara yol açıp hastanede kalış süresini uzatabilir. Önceki çalışmalarda tiroidektomi sonrası gelişen hipokalsemiyi tahmin edecek çeşitli faktörler araştırılmıştır. Bu çalışmada hipokalsemiyi öngörmede birden fazla faktör kombinasyonu ile bir risk skorlama sistemi oluşturulması amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: 2012-2013 tarihleri arasında total tiroidektomi uygulanan 155 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Değerlendirilen tüm parametrelere hipokalsemi gelişimi için birer puan tanımlandı. ‘Hipokalsemi’: Serum total kalsiyum (Ca) düzeyinin 8 mg/dl’ nin altında olması olarak tanımlandı. ‘Geçici hipokalsemi’: Total tiroidektomiyi takiben 6 ay içerisinde düzelen hipoparatiroidizm olarak tanımlandı. İstatistiksel değerlendirmede ‘’Multinomial Lojistik Regresyon analizi’’, ‘’Ki-kare testi’’, ‘’Fisher’in kesinlik Testi’’, ‘’Mann-Whitney U testi’’ kullanıldı.
Bulgular: Çalışmadaki 155 hastanın 22’sinde (%14.2) geçici hipokalsemi gelişti. İkili karşılaştırmada; spesmende paratiroid bezi varlığı (p<0.01), postoperatif erken serum kalsiyum düzeyi (p=0.0001), postoperatif serum magnezyum düzeyi (p=0.0001), postoperatif serum parathormon düzeyi düşüklüğü (p=0.0001) istatistiki olarak anlamlı bulundu. Yapılan skorlamada hastaların 3, 4, 5 ve üzeri puan almaları;
oluşabilecek hipokalsemiyi öngörebilecek, istatistiksel anlamlı gösterge olduğu görüldü (p=0.001). Skor ≥3/≥4/≥5 olduğunda sırası ile sensitivite %100/%77.27/%59.09 spesifite %46.62/%77.44/%91.73 pozitif prediktif değer %23.66/%36.17/%54.15 negatif prediktif değer %0.00/%4.63/%6.87 ve tanı değerleri %54.19/%77.42/%87.10 olarak bulundu.
Sonuç: Postoperatif gelişen hipokalsemi multifaktöriyeldir. Postoperatif hipokalsemiyi öngörmede 4,5,6 skorun varlığı bağımsız gösterge olmasına rağmen negatif ve pozitif prediktif değerlerin düşüklüğü nedeniyle kesin bir skorlama sistemi olarak önerilememektedir. Postoperatif erken kalsiyum, magnezyum ve parathormon düzeyi düşük hastalarda hipokalsemi anlamlı olarak yüksek olduğundan, bu hastalar hipokalsemi gelişimi açısından dikkatli takip edilmelidir.

10. 
Derin anemi nedeni ile çocuk kliniğine yatırılıp demir eksikliği tanısı alan olguların değerlendirilmesi
Evaluation of patients hospitalised in pediatrics clinic for profound anemia and diagnosed as iron deficiency
Önder Kılıçaslan, Zeynep Yıldız Yıldırmak, Nafiye Urgancı
doi: 10.5350/SEMB.20140421022006  Sayfalar 234 - 238
Amaç: Demir eksikliği dünyadaki önemli sağlık problemlerinden biridir. Bu çalışmanın amacı Çocuk Kliniğine derin anemi (Hb<7 g/dl) nedeniyle yatırılıp incelenen demir eksikliği anemili olguları değerlendirmekti.
Gereç ve Yöntem: Demir eksikliği tanısı konulan olguların yaş, cinsiyet, fizik inceleme ve laboratuar bulguları değerlendirilerek etyolojik nedenler araştırıldı.
Bulgular: Toplam 28 olgunun 15’i kız (%53.5), 13’ü erkekti (%46.5). Yaşları 4 ile 18 yaş arasında olup ortalama 13.25±4.68 yıldı. Olguların 21’i 11-18 yaş grubu denilen adolesan yaş grubundaydı. Adolesan yaş grubundaki hastaların 11’i kız (%52.4), 10‘u (%47.6) erkekti. Bu yaş grubundaki hastaların 9‘u (%42.8) kanama ile başvurmuştu. Gastrointestinal kanaması olan hastaların dördüne üst gastrointestinal endoskopi yapıldı ve üçünde biyopsi örneklerinde helicobacter pylori pozitifliği saptandı. Adolesan olguların beden kitle indeksleri (BMI) hesaplandığında 13 olgunun zayıf, 4 olgunun normal, yalnızca 1 olgunun hafif obez olduğu görüldü. Hastaların belirgin özelliği kırmızı et tüketimin azlığıydı. En belirgin patolojik fizik inceleme bulgusu tüm olgularda saptanan belirgin cilt solukluğuydu. Diğer bulgular mezokardiyak odakda duyulan üfürüm (%46.4) ve taşikardi (%14.3) idi. Hastaların başvuru sırasındaki laboratuar değerleri Hb 5.59±1.85 g/dl, MCV 68.76±16.4 fL, RDW %21.55±6.45, lökosit sayısı 7167±4528/mm3, trombosit sayısı 326.000±241.013/mm3, serum demiri 18.2±9.92 µg/dl, serum demir bağlama kapasitesi 444±110.13 µg/dl, transferrin satürasyonu %4.03±2.26, ferritin 8.83±12.1 ng/ml idi. Olguların 13’ünde (%46.4) kalp yetmezliği bulguları geliştiğinden eritrosit süspansiyonu transfüzyonu yapıldı. Tümüne demir tedavisi uygulandı.
Tartışma: Demir eksikliğine bağlı derin aneminin özellikle adolesan yaş grubunda görülmesi, bunun ancak yarısından azının kanama ile ilişkilendirilmesi ve hastaların tümünde kırmızı et tüketiminin azlığı besinsel yetersizliği düşündürmektedir.

11. 
Çocuk acilde karın ağrısı: Bir yıllık klinik deneyim
Abdominal pain in pediatric emergency room: One-year clinical experience
Merve Usta, Sinem Polat, Veysel Çeliktepe, Hülya Kımıl, Leyla Telhan, Osman Gönülal, Nurver Akıncı, Nafiye Urgancı
doi: 10.5350/SEMB.20140415023728  Sayfalar 239 - 243
Amaç: Çalışmamızda son bir yılda akut karın ağrısı nedeniyle acil gözlemde izlenen hastaların, klinik spektrumu, fizik bakı, laboratuvar ve görüntüleme bulgularının ve seyirlerinin irdelenmesini amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2012- Aralık 2012 tarihleri arasında hastanemize akut karın ağrısı ile getirilip gözleme alınan 451 hasta demografik özellikleri, etiyolojileri, fizik bakı, laboratuvar ve görüntüleme sonuçları ve hastalığın gidişi yönünden dosya kayıtlarından geriye dönük olarak incelenmiştir.
Bulgular: Acil servise başvuran 94750 hastanın 3700’ü (%3.9) karın ağrısı nedeniyle getirilmiş olup 451’i (%12.2) acil gözlemde izlenmiştir. Hastalarımızın yaş ortalaması 7.01±1.62 yıl olup kız erkek oranı 1.6 idi. Karın ağrısına en sık eşlik eden semptom kusmaydı (%45.4). Hastaların %21.5’inde (n=97 hasta) tekrarlayan karın ağrısı öyküsü vardı. Tekrarlayan karın ağrılı hastaların %29.9’unu (n=29 hasta) Ailevi Akdeniz Ateşi tanılı hastalar oluşturmaktaydı. Laboratuvar bulguları %74.9 hastada (n=338 hasta) karın ağrısı etyolojisini saptamaya ardımcı olmamıştı. Hastaların %26.82’sine (n=121 hasta) karın ultrasonografisi (USG) yapılmış olup USG yapılan hastaların %46.7’si (n=64 hasta) normal, %26.2’sinde de (n=36 hasta) mezenterik lenfadenit bulunmuştu. Hastaların %11.6’sında (n=51 hasta) cerrahi nedenler saptanmıştı ve bu nedenler arasında en sık neden akut apandisitti. Cerrahi müdahale gerektiren hastaların %71.4’ünde USG bulguları tanıyı destekliyordu. Hastaların %12.6’sında (n=57 hasta) karın ağrısının nedeni bulunamamıştı. Cerrahi dışı nedenler arasında akut gastroenteritler ilk sıradaydı. Hastalarımızın %12.8’inin (n=58 hasta) yatırılarak izlemine devam edilmişti.
Sonuç: Acil gözlemde akut karın ağrısı nedeniyle izlenen hastalarda cerrahi dışı nedenler daha fazla gözlenmekteydi. Cerrahi girişim gerektiren hastalarda USG tanıyı desteklemekteydi.

OLGU SUNUMU
12. 
Muhtemel amnion sıvı embolisi: Olgu sunumu
Presumed amniotic fluid embolism: case report
Günseli Özdemir, Arzu Koçbebek, Şerife Bilgin, Ayşe Hancı
doi: 10.5350/SEMB.20140227042131  Sayfalar 244 - 247
Amnion sıvı embolisi, sıklıkla gebelik, doğum veya doğum sonrası erken dönemde ortaya çıkan gebeliğin anaflaktoid sendromu olarak tanımlanan nadir obstetrik bir acildir. Genel anestezi altında sezaryen seksiyo sonrası 12. saatte hemoraji, koagülopati ve kardiyopulmoner arrest gelişmesi üzerine muhtemel amnion sıvı embolisi olarak değerlendirilen 24 yaşında 38 haftalık gebe kadın olgusu sunuldu. Ciddi şüphe üzerine yoğun bakım şartlarını da içeren medikal tedavi acil olarak başlatıldı ve hastada tam şifa sağlandı. Bu olgu sunumunda başarılı sonuç için erken tanı ve tedavinin önemini vurgulamayı amaçladık.

13. 
Gözden kaçan bir tanı; transfüzyona bağlı akut akciğer hasarı: Olgu sunumu
A diagnosis overlooked: case report of a transfusion related acute lung injury
Sema Uçak Basat, Sibel Ocak Serin, Berrin Aksakal, Ece Yiğit
doi: 10.5350/SEMB.20140422043156  Sayfalar 248 - 253
Transfüzyona bağlı gelişen akut akciğer hasarı plazma içeren kan ürünlerinin tranfüzyonu ile ortaya çıkabilen, erken tanı ve tedavisi yapılmadığı takdirde mortal seyreden nadir görülen bir kan transfüzyonu komplikasyondur. Akut akciğer hasarı tablosunda en kritik nokta tanının akla getirilip etkin bir şekilde ayırıcı tanı yapılma aşamasıdır. Biz burada sebebi bilinmeyen anemi nedeniyle takip edilirken ateş, nefes darlığı, göğüs ağrısı ve tansiyon düşüklüğü gelişmesi üzerine septik şok, kalp yetmezliği ön tanıları ile servise yatırılan ve akut akciğer hasarı tanısı alan olgumuzu literatür bilgileri eşliğinde sunmaya çalıştık.

14. 
Cerrahi debritman sonrası ilerleme gösteren atipik yerleşimli piyoderma gangrenosum: Olgu sunumu
Atipically located pyoderma gangrenosum worsen surgical debridement: case report
Oğuzhan Karatepe, Merih Altiok, Muharrem Battal, Bülent Çitgez, Adem Akçakaya
doi: 10.5350/SEMB.20140605085629  Sayfalar 254 - 256
Piyoderma gangrenosum nadir görülen idiopatik kronik deri değişiklikleri ile karakterize hızla ilerleyen ve sistemik hastalıklarla birlikte görülebilen bir hastalıktır. Piyoderma gangrenosum 3/106 sıklıkta görülür, 20-50’li yaşlar arasında ve kadınlarda daha sık karşımıza çıkar. Etiyolojisi tam olarak aydınlatılamamıştır. Son yıllarda yapılan araştırmalarda bir immun sistem hastalığı olduğu kesinleştirilmiştir. Bu vaka dolayısıyla cerrahi kliniklerinde nadir olarak görülen ve tanısı konulamadığı zaman cerrahi müdahale ile progrese olan 34 yaşında piyoderma gangrenosum olgusunu sunmaktayız.

LookUs & Online Makale