ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
Şişli Etfal Tıp Bülteni - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 56 (3)
Cilt: 56  Sayı: 3 - 2022
1.Henüz tamamlanmamış! (Türkçe)
Frontmatters

Sayfalar I - V

DERLEME
2.
Substernal guatrın cerrahi tedavisi part 1: Cerrahi endikasyonlar, preoperatif ve peroperatif hazırlık
Surgical Treatment of Substernal Goiter Part 1: Surgical Indications, Pre-Operative, and Peroperative Preparation
Mehmet Uludag, Mehmet Kostek, Mehmet Taner Unlu, Nurcihan Aygun, Adnan İsgor
PMID: 36304223  PMCID: PMC9580969  doi: 10.14744/SEMB.2022.52280  Sayfalar 303 - 310
Substernal guatrlı birçok hasta için cerrahi en uygun tedavi seçeneklerinden biridir. Ancak substernal guatr (SG) cerrahisinin normal servikal tiroid cerrahisine kıyasla bazı teknik zorlukları ve daha yüksek komplikasyon riski bulunmaktadır. Çalışmamızda da bahsettiğimiz bu teknik zorluklar ve komplikasyon riskleri sebebiyle SG cerrahisi deneyimli ve yüksek hacimli endokrin cerrahlar tarafından, geniş ekip ve teknik donanıma sahip merkezlerde yapılmalıdır.
SG'de preoperatif klinik ve radyolojik değerlendirme ve tanımlamalar daha önceki çalışmamızda detaylı olarak değerlendirilmiştir.
Cerrahi teknik zorlukları ve servikal tiroid cerrahisine kıyasla artmış komplikasyon risklerinin ön plana çıktığı SG cerrahisinde detaylı preoperatif değerlendirme, preoperatif risk değerlendirmesi, cerrahi anatomi, anestezi, uygun cerrahi planlama ve cerrahi genişliğin tahmini son derece önemlidir. Bu çalışmada bu preoperatif ve peroperatif hazırlıkları detaylı olarak değerlendirmeyi amaçladık. (SETB-2022-08-196)
Surgery is one of the most appropriate treatment options for many patients with substernal goiter (SG). However, SG surgery has some technical difficulties and a higher risk of complications compared to normal cervical thyroid surgery. Due to these technical difficulties and complication risks, which we also mentioned in our study, SG surgery should be performed by experienced and high-volume endocrine surgeons in centers with a large team and technical equipment. Pre-operative clinical and radiological evaluation and definitions in SG were evaluated in detail in our previous study. Detailed pre-operative evaluation, pre-operative risk assessment, surgical anatomy, anesthesia, appropriate surgical planning and estimation of surgical width are extremely important in SG surgery, where surgical technical difficulties and increased complication risks compared to cervical thyroid surgery come to the fore. In this study, we aimed to evaluate these preoperative and peroperative preparations in detail.

ORIJINAL ARAŞTIRMA
3.
COVID-19 Hastalarının Komorbidite Çerçevesinde Klinik Değerlendirilmesi
Clinical Evaluation of Patients with COVID-19 Within the Framework of Comorbidities
Muhammed Okuyucu, Onur Ozturk, Memis Hilmi Atay, Yusuf Taha Gullu, Fatih Temocin, Ozlem Terzi
PMID: 36304228  PMCID: PMC9580965  doi: 10.14744/SEMB.2021.32744  Sayfalar 311 - 317
Amaç: Kronik sistemik hastalıklar (KSH) ve kanserler neden oldukları immunsupresif durumlar nedeniyle COVID-19 hastalarında hastalığın klinik seyri, şiddeti ve mortalitesi ile yakından ilişkilidir. Bu çalışmada kanser ve KSH’nin COVID-19 hastalarında klinik laboratuvar ve sağ kalım üzerine etkileri arasındaki farkı incelemeyi amaçladık.
Metod: Ondokuz Mayıs Üniversitesinde 16 Mart 2020 ile 1 Aralık 2020 tarihleri arasında COVID-19 tanısıyla yatarak tedavi gören hastalar çalışmaya dahil edilmiştir. Bunlar arasında; ek hastalığı olmayanlar (Grup1), sadece KSH’si olanlar (Grup2), sadece kanser hastalığı olanlar (Grup3) ve hem KSH hem de kanser hastalığı olanlar (Grup4) olarak dört gruba ayrılmıştır. Gruplar arasında klinik semptomlar, biyokimyasal parametreler, yoğun bakım yatışı ve sağ kalım açısından istatistiksel olarak karşılaştırmalı değerlendirme yapılmıştır.
Bulgular: Toplamda 750 hasta olup; Grup 1’de 242, Grup 2’de 442, Grup 3’te 27, Grup 4’te 39 hasta vardır. Hastaların yaş ortalaması 57,1 ±9,4 (min: 18-max: 96) yıldır ve %53,7’si erkektir. Yaş, yoğun bakım, entübasyon, komplikasyon, sağ kalım, WBC, hemoglobin, lenfosit, nötrofil/lenfosit oranı, LDH, ferritin, D-dimer, CRP açısından Grup 1’in diğer gruplardan anlamlı oranda farklı olduğu belirlenmiştir (her biri için p<0,001).
Sonuç: KSH veya kanser hastalığı olan COVID-19 hastalarının laboratuvar tetkikleri, yoğun bakım yatışı, entübasyon ihtiyacı, komplikasyon sıklığı ve sağ kalım oranları açısından klinik olarak anlamlı bir fark olmadığı görülmüştür. KSH ve kanser hastalığı olan her 3 grubun da yoğun bakım ihtiyacı, entübasyon ve sağ kalım parametreleri açısından Grup 1’e göre daha olumsuz olduğu tespit edilmiştir. (SETB-2021-10-303)
Objectives: Chronic systemic diseases (CSD) and cancer are closely related to the clinical course, severity and mortality of COVID-19 due to the immunosuppressive conditions caused by these diseases. The purpose of this study was to investigate the differences between the effects of cancer and CSD on the clinical and laboratory parameters of patients with COVID-19.
Methods: The study included patients who received inpatient treatment with the diagnosis of COVID-19 at Ondokuz Mayıs University between March 16, 2020, and December 1, 2020. The participants were divided into four groups as follows: Those without comorbidities (Group 1), those with only CSD (Group 2), those with only cancer (Group 3), and those with both CSD and cancer (Group 4). Comparative statistical evaluation was performed in terms of clinical symptoms, biochemical parameters, and admission to intensive care and survival.
Results: In total, 750 patients were included: 242 patients in Group 1, 442 in Group 2, 27 in Group 3, and 39 in Group 4. The mean age of the patients was 57.1±9.4 years and 53.7% were male. Patients of Group 1 were significantly different from those of the other groups in terms of age, requirement for intensive care and intubation, complications, survival, white blood cell and lymphocyte count, neutrophil/lymphocyte ratio and levels of hemoglobin, lactic acid dehydrogenase, ferritin, D-dimer, and C-reactive protein (for each p<0.001).
Conclusion: No difference was observed among laboratory parameters, intensive care admission, intubation need, complication frequency, and survival rates in patients with CSD or cancer. It was detected that all three groups with CSD and cancer were worse than Group 1 in terms of intensive care need, intubation, and survival.

4.
COVID-19'lu Pediatrik Hastalarda Taburculuk Sonrası Solunum Fonksiyonlarının Değerlendirilmesi: Prospektif Bir Çalışma
Evaluation of Pulmonary Functions After Discharge in Pediatric Patients with COVID-19: A Prospective Study
Sevcan Ipek, Sukru Gungor, Ufuk Utku Gullu, Betul Kizildag, Mehmet Yasar Ozkars, Sadik Yurttutan, Meliha Kubra Kutukcu, Seyma Demiray
PMID: 36304229  PMCID: PMC9580971  doi: 10.14744/SEMB.2022.36047  Sayfalar 318 - 322
Amaç: Bu çalışmanın amacı, COVID-19'lu çocuk hastaların iyileşme sonrası solunum fonksiyonlarını araştırmaktı.
Yöntem: Bu prospektif çalışmaya, COVID-19 tanısı ile hastaneye yatırılan ve şifa ile taburcu edilen 5-18 yaş arası pediatrik hastalar dahil edildi. Solunum fonksiyon testleri spirometri ile yapıldı.
Bulgular: Hasta grubu 34 çocuk ve kontrol grubu 33 kişiden oluşuyordu. Kontrol ve hasta gruplarının FVC% değerleri 110.62 ± 11.71 ve 94.21 ± 13.68 (p <0.001), FEV1% değerleri 104.91 ± 6.26 ve 98.67 ± 98.67 ± 14.93 (p =0.032), FEV1/FVC% değerleri sırasıyla 108.50 ± 8.81 ve 101.06 ± 24.89 (p =0.034), FEF %25-75 değerleri sırasıyla 106.71 ± 6.68 ve 101.85 ± 24.89 (p =0.286) idi. Spearman korelasyon analizi ile hastanede kalış süresi ile FEF %25-75 arasında orta düzeyde negatif korelasyon tespit edildi (r = –0.364, p=0.35).
Sonuç: Pediatrik hastalarda COVID-19'dan iyileştikten sonra yapılan solunum fonksiyon testleri anormal olarak tespit edildi. Sonuçlar mikst tip akciğer hastalığı gelişimi açısından anlamlıydı. Bu hastalarda prognozu daha iyi anlamak için daha kapsamlı, uzun ve kısa süreli çalışmalara ihtiyaç vardır. (SETB-2021-12-360)
Objectives: The aim of this study was to investigate the pulmonary function of pediatric patients with COVID-19 after recovery.
Methods: Pediatric patients aged 5–18 years hospitalized with diagnoses of COVID-19 and discharged with recovery were included in this prospective study. Pulmonary function tests (PFTs) were performed through spirometry.
Results: The patient group consisted of 34 children and the control group of 33. The forced vital capacity (FVC%) values of the control and patient groups were 110.62±11.71 and 94.21±13.68 (p<0.001), forced expiratory volume in the first second (FEV1%) values were 104.91±6.26 and 98.67±14.93 (p=0.032), FEV1/FVC% values were 108.50±8.81 and 101.06±24.89 (p=0.034), and forced expiratory flow (FEF) 25–75% values were 106.71±6.68 and 101.85±24.89, respectively (p=0.286). However, Spearman correlation analysis revealed moderate negative correlation between length of hospital stay and FEF 25–75% (r=−0.364, p=0.35).
Conclusion: PFTs in pediatric patients after recovery from COVID-19 were abnormal in the present study. The results were significant in terms of the development of mixed-type lung disease. Further long- and short-term studies are now needed for a better understanding of the prognosis in these patients.

5.
COVID-19 Dalgaları Sırasında Kalp Damar Cerrahisi ile İlişkili Google Arama Trendlerinin Değerlendirilmesi
The Evaluation of Cardiovascular Surgery-Associated Google Search Trends During COVID-19 Waves
Hakki Kursat Cetin, Helin El Kilic, Ismail Koramaz, Tolga Demir
PMID: 36304215  PMCID: PMC9580966  doi: 10.14744/SEMB.2022.19052  Sayfalar 323 - 327
Amaç: Google Trendler'i (GT) kullanarak COVID-19 salgını sırasında kardiyovasküler hastalıklarla ilgili kamu ilgisini değerlendirmek.
Yöntemler: Çalışma 20 Kasım-1 Aralık 2021 tarihleri arasında yapıldı. Kalp damar cerrahisi ile ilgili toplam 21 terim seçildi. Seçilen tüm terimlere yönelik kamuoyunun dikkati, 'web arama', 'tüm kategoriler' ve 'Türkiye' filtreleri kullanılarak GT tarafından analiz edildi. Türkiye'de pandeminin başlangıcından bu yana üç COVID-19 dalgası (12 Mart 2020 ile 8 Mayıs 2020, 24 Kasım 2020 ile 20 Ocak 2021 ve 20 Mart 2021 ile 16 Mayıs 2021 arasında) yaşandı. COVID-19 dalgaları sırasında halkın kardiyovasküler cerrahiye olan ilgisini analiz etmek için, COVID-19 dalgaları sırasındaki sekiz haftalık dönemler, son dört yıldaki (2016 - 2019) aynı zamanlarla karşılaştırıldı.
Sonuçlar: 12 Mart - 8 Mayıs 2020 ile 2016 ve 2019 arasındaki aynı dönem karşılaştırıldığında, kardiyovasküler cerrahiye toplam kamu ilgisinin önemli ölçüde azaldığı görüldü (- %28,7, p= 0,001). İkinci COVID-19 dalgasının karşılaştırılmasında (24 Kasım 2020 – 20 Ocak 2021 ile 24 Kasım – 20 Ocak 2016-2019) COVID-19 döneminde halkın kardiyovasküler cerrahiye olan ilgisinin önemli ölçüde düşük olduğunu ortaya koydu (- %22,2, p= 0,001). Üçüncü COVID-19 dalgası ile önceki dört yıldaki aynı dönemlerin karşılaştırılmasında, COVID-19 döneminde kardiyovasküler hastalığa yönelik kamu ilgisinin önemli ölçüde daha düşük olduğunu gösterdi (-%8,5, p= 0,001). Buna karşılık, koroner anjiyografi terimi, 2016 ve 2019 arasındaki aynı dönemlere kıyasla COVID-19'un üçüncü dalgası sırasında önemli ölçüde daha fazla arandı (%17,9, p= 0,015).
Sonuç: Çalışmamız, COVID-19 pandemisinin tüm dalgalarında halkın kardiyovasküler hastalıklara olan ilgisinin önemli ölçüde azaldığını göstermiştir. Bununla birlikte, üçüncü pandemi dalgasında sadece koroner anjiyografi terimine olan ilgi önemli ölçüde artmıştır. (SETB-2021-12-384)
Objectives: The aim of the study was to clarify public interest about cardiovascular disease during the COVID-19 pandemic using Google Trends (GT).
Methods: The study was performed between November 20 and December 1, 2021. A total of 21 keywords related to cardiovascular surgery were selected. Public attention to all selected keywords was analyzed by GT with using the filters “web search,” “all categories,” and “Turkey.” In Turkey, three COVID-19 waves (between March 12, 2020, and May 8, 2020, November 24, 2020, and January 20, 2021, and March 20, 2021, and May 16, 2021) were experienced since the beginning of the pandemic. To analyze public attention to cardiovascular surgery during the COVID-19 waves, 8-week periods during the COVID-19 waves were compared with the same times in the past 4 years (2016–2019).
Results: Comparisons of March 12–May 8 2020 and the same period between 2016 and 2019 showed that total public interest about cardiovascular surgery was significantly decreased (−28.7%, p=0.001). The comparison of the second COVID-19 wave (November 24, 2020–January 20, 2021 versus November 24-January 20, 2016–2019) revealed that public interest about cardiovascular surgery was significantly lower in the COVID-19 era (−22.2%, p=0.001). Comparison of the third COVID-19 wave and the same periods in the previous 4 years demonstrated that public interest about cardiovascular disease was significantly lower in the COVID-19 era (−8.5%, p=0.001). In contrast, the term coronary angiography was searched significantly more during the third wave of COVID-19 in comparison to the same periods between 2016 and 2019 (17.9%, p=0.015).
Conclusion: Our study demonstrated that public interest in cardiovascular diseases was significantly decreased in all waves of the COVID-19 pandemic. However, interest in only the term coronary angiography was significantly increased in the third wave of pandemic.

6.
Covid-19 Enfeksiyonu Sonrası Kadınların Cinsel Fonksiyonlarının Değerlendirilmesi
Evaluation of Women’s Sexual Functions After COVID-19 Infection
Fatma Ketenci Gencer, Semra Yuksel, Suleyman Salman, Serkan Kumbasar, Neslihan Kobaner
PMID: 36304213  PMCID: PMC9580972  doi: 10.14744/SEMB.2022.54754  Sayfalar 328 - 333
Amaç: Cinsel sağlık, yaşam kalitesinin önemli bileşenlerinden biridir. Bu çalışmanın amacı, Covid-19 geçirmiş ve Covid-19 geçirmemiş kadınların cinsel işlev bozukluklarını karşılaştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Mayıs 2020–Aralık 2020 tarihleri arasında gerçekleştirilen bu çalışmaya Covid-19 tanısı konan ve evde tedavi ve takibi yapılan 50 kadın (çalışma grubu) ve Covid-19 öyküsü olmayan 51 kadın (kontrol grubu) dahil edildi. Cinsel işlev bozuklukları Kadın Cinsel İşlev İndeksi (FSFI) kullanılarak değerlendirildi.
Bulgular: Covid-19 öyküsü olan kadınlarda cinsel işlev bozukluğu, Covid-19 öyküsü olmayan kadınlara göre anlamlı derecede yüksek bulundu. Covid-19 salgını sırasında Covid-19 öyküsü olan kadınlarda cinsel işlev bozukluğu gelişme riski 3,4 kat daha fazlaydı (p=0,008). İyileşme sonrasında, çocuk sayısının fazla olması ve ekonomik koşulların kötü olması cinsel işlev bozukluğu gelişmesi açısından öngörücüdür (sırasıyla p=0,02 ve p=0,024). Covid-19 öyküsü olan kadınlarda FSFI uyarılma, orgazm, memnuniyet alt ölçek puanları ve toplam FSFI puanları, Covid-19 öyküsü olmayan kadınlara göre anlamlı derecede düşüktür (sırasıyla, p=0,011, p=0,002, p=0,028 ve p=0,008).
Sonuç: Covid-19 öyküsü olan kadınlarda olmayanlara göre cinsel işlev bozukluğu riski daha yüksektir. Ayrıca artan parite ve kötü ekonomik koşullar, salgın sırasında kadınlarda cinsel işlev bozukluğu için öngörücü görünmektedir. Covid-19 enfeksiyonunun mekanizmasının kadının cinsel işlevlerine etki ettiğine ilişkin kanıtlara ihtiyaç duyulmaktadır. (SETB-2021-11-336)
Objectives: Sexual health is an essential component of life quality. In this study, we aim to compare the sexual dysfunction of women who had a history of COVID-19 and those who did not have been infected by COVID-19.
Methods: This study was conducted in a tertiary center between May 2020 and December 2020. Our study group included 50 women treated for COVID-19 at home, and control group included 51 women with no history of COVID-19. Female Sexual Functioning Index (FSFI) was used to assess of these patients’ sexual dysfunctions.
Results: Sexual dysfunction in women with a history of COVID-19 was found to be significantly higher than those with no history of COVID-19. Sexual dysfunction development risk in women with a history of COVID-19 (study group) was 3.4 times higher compared to women with no history of COVID-19 (control group) (p=0.008). In addition, high number of children and low economic status were found to be predictive for sexual dysfunction after recovery (p=0.02 and p=0.024, respectively). Arousal, orgasm, satisfaction subscale scores, and total FSFI scores in women with a history of COVID-19 were significantly lower than those with no history of COVID-19 (p=0.011, p=0.002, p=0.028, and p=0.008, respectively).
Conclusion: Sexual dysfunction in the patients with a history of COVID-19 seems to be higher than in women with no history of COVID-19. Increased parity and low economic status are predictive for sexual dysfunction after treatment. There is a need for future studies relating to the effect of the COVID-19 infection in women’s sexual functions.

7.
Laboratuar Testleri İle Tanı Konulan ve Klinik bulgular ile Tanı Konulan COVID-19 Hastalarının Kulak Burun Boğaz Semptomlarının Karşılaştırılması
Comparison of the Otolaryngological Symptoms of Laboratory-Confirmed and Clinically Diagnosed COVID-19 Patients
Senem Kurt Dizdar, Ugur Dogan, Egehan Salepci, Burcin Agridag, Merve Ekici, Alperen Aybal, Emine Celik, Bilge Turk, Alican Coktur, Ilyas Dokmetas, Suat Turgut
PMID: 36304218  PMCID: PMC9580977  doi: 10.14744/SEMB.2022.99399  Sayfalar 334 - 342
Amaç
Amacımız COVID-19 ile ilgili kulak burun boğaz semptomlarının prevalansını, şiddetini, süresini belirlemek ayrıca laboratuvar tarafından doğrulanmış COVID-19 hastaları ile klinik ve bilgisayarlı tomografi ile teşhis edilmiş COVID-19 hastaları arasındaki kulak burun boğaz (KBB) semptomlarındaki farklılıkları ortaya koyarak; oro-nazofarenks sürüntüsü ile elde edilmiş test sonuçları ile bu bölgeye ait semptomlar arasında ilşki kurmak.
Gereç ve Yöntem(ler)
Çalışmaya, PCR testi pozitif olan hastalar (PCR (+)) ve tekrarlayan PCR testleri negatif olmasına ragmen CO-RADS akciğer BT bulgularının CoVID-19 ile uyumu yüksek (CO-RADS 5) veya çok yüksek (CO-RADS 6) olup kliniği COVİD-19 ile uyumlu olan hastalar (PCR(–)/CT(+))dahil edildi. Demografik özellikler, genel semptomlar, kulak burun boğaz semptomları ve hastalık şiddeti değerlendirildi ve karşılaştırıldı.
Bulgu(lar)
PCR(+) grubunda en sık görülen KBB semptomları sırasıyla tat kaybı ( n=77 %34.5), koku kaybı (%31.8) ve boğaz ağrısıydı (%26.0); PCR(-) CT'de (+) grupta ise sırasıyla tat kaybı (%24.6), koku kaybı (%21.1) ve boğaz ağrısıydı ( %18.4). KBB semptomu görülme oranı PCR(+) grupta (%65,0), PCR(–)/CT(+) (%49,1) gruba göre istatistiksel olarak anlamlı farkla daha yüksekti (p=0,008). Koku kaybı oranı PCR(+) grupta PCR(–)/CT(+) gruba göre istatistiksel olarak anlamlı farkla daha yüksekti (p=0,037).
Sonuç(lar)
Koku ve tat kaybı ve boğaz ağrısı, COVID-19 vakalarında sık görülen KBB semptomları arasındadır. Ani koku veya tat kaybı ile başvuran hastalarda covid-19 varlığı düşünülmelidir. Üst solunum yollarından alınan örnekle PCR(+) tanısı alan hastalar ve klinik ve tomografi ile COVID-19 tanısı konulmuş hastalar arasındaki üst solunum yolu semptomlarının sıklığı ve özellikle de koku kaybının sıklığı arasındaki anlamlı fark pozitif test sonuçları ile semptom bölgesi arasında korelasyon olduğunu düşündürmektedir. Numune alma yeri kararı için semptomların yeri de dikkate alınabilinir. (SETB-2022-03-055)
Objectives: Our aim is to determine prevalence, severity, duration of otorhinolaryngologic symptoms related to coronavirus disease 2019 (COVID-19), and correlation between the test results obtained by oronasopharyngeal swab and the symptoms of these regions by evaluating differences in ear, nose, and throat (ENT) symptoms between laboratory-confirmed COVID-19 patients and clinically and computed tomography (CT)-diagnosed COVID-19 patients.
Methods: The study enrolled patients with a positive polymerase chain reaction (PCR) test diagnosed with COVID-19 that grouped as PCR (+), and those with repeated negative PCR tests but COVID-19 Reporting and Data System (CO-RADS) chest CT findings with high (CO-RADS 5) or very high (CO-RADS 6) similarity to COVID-19 that grouped as PCR(–)/CT(+). Demographic features, general symptoms, and otorhinolaryngological symptoms and severity of disease were evaluated and compared.
Results: The most common ENT symptoms in the PCR(+) group were loss of taste (n=77), loss of smell, and sore throat with respective frequencies of 34.5%, 31.8%, 26.0%, and in PCR(−) CT (+) group loss of taste, loss of smell, and sore throat with respective frequencies 24.6%, 21.1%, and 18.4%. ENT symptom rates were found higher in PCR (+) group (65.0%) according to PCR(–)/CT(+) group (49.1%) with statistically significant difference (p=0.008). Loss of smell rates were found higher in PCR (+) group according to PCR(–)/CT(+) group with statistically significant difference (p=0.037).
Conclusion: Loss of smell and taste were most common ENT symptoms in laboratory-confirmed COVID-19 cases. The presence of COVID-19 should definitely be considered in patients presenting with sudden loss of smell or taste. In addition, loss of smell and otolaryngologic symptoms were more common in laboratory-confirmed COVID-19 according to clinically and computed tomograpy diagnosed COVID-19 cases. There can be a correlation between positive sample region and symptom region. Location of symptoms must be considered for decision of sampling location.

8.
Nazal polipli kronik rinosinüzit hastalarında RhinoQOL anketinin Türkçe versiyonunun validasyonu ve klinik uygulaması
Validation and Clinical Application of the Turkish Version of the RhinoQOL Questionnaire in the Setting of Chronic Rhinosinusitis with Nasal Polyp Patients
Nihal Seden, Enes Yigit, Ozlem Onerci Celebi, Tolga Kirgezen, Efe Can, Ozgur Yigit
PMID: 36304219  PMCID: PMC9580982  doi: 10.14744/SEMB.2022.94580  Sayfalar 343 - 352
Amaç: Anketlerin yabancı dillerden tercümelerinin validasyonu önemlidir. Anketlerin valide edilmemiş olması yanlış uygulamaya yol açabilir.
Gereç ve Yöntemler: Bu prospektif enstrüman validasyon çalışmasına nazal polipli kronik rinosinüzite bağlı burun tıkanıklığı ile başvuran 64 hasta ve 64 kontrol alındı. RhinoQOL'un Türkçe'ye uyarlanması için çeviri ve geri çeviri yöntemi kullanıldı. Test-tekrar test güvenilirliği, iç tutarlılık, tekrarlanabilirlik, yapısal geçerlilik ve değişime duyarlılık değerlendirildi.
Bulgular: Kontrol grubunda ortalama±SD test ve tekrar test puanları benzerdi. Cronbach korelasyon katsayıları test için 0.872, 0.873 ve 0.959; sıklık, rahatsızlık ve etki alanları için tekrar test puanları için 0.799, 0.725 ve 0.885 idi. Hasta grubundaki RhinoQOL anketinin her bir alanı için ameliyat sonrası puanlar, ameliyat öncesi puanlardan anlamlı derecede yüksekti (p<0,001). Sıklık, rahatsızlık ve etki alanları için ameliyat öncesi puanlar, her alan için karşılık gelen ortalama test-tekrar test puanlarından önemli ölçüde düşüktü. kontrol grubunda (p<0,001), hasta ve kontrol grubunda anlamlı olarak daha yüksek rahatsızlık skorları dışında (p=0.018), postoperatif skorlar ile ortalama test-tekrar test skorları arasında anlamlı bir fark görülmedi.
Sonuçlar: Bu sonuçlar, Türkçe çevirinin iç tutarlılık, test-tekrar test güvenilirliği ve yapı geçerliliği açısından RhinoQOL'un İngilizce versiyonuna eşdeğer olduğunu, değişime iyi yanıt verdiğini ve dolayısıyla postoperatif sonucun değerlendirilmesinde potansiyel fayda sağladığını göstermiştir. (SETB-2022-06-160)
Objectives: Validation of the translations of questionnaires from foreign languages is important. Failure to validate surveys can lead to misapplication.
Methods: A total of 64 patients who presented with nasal obstruction due to chronic rhinosinusitis with nasal polyps and 64 control subjects were included in this prospective instrument validation study. Translation and back-translation method was used to adapt the Rhinosinusitis quality of life (RhinoQOL) into Turkish. The test and retest reliability, internal consistency, reproducibility, construct validity, and sensitivity to change were assessed.
Results: The mean±SD test and retest scores were similar in the control group. Cronbach correlation coefficients were 0.872, 0.873, and 0.959 for the test and were 0.799, 0.725, and 0.885 for the retest scores for the frequency, bothersomeness, and impact domains. Post-operative scores were significantly higher than pre-operative scores obtained for each domain of the RhinoQOL questionnaire in the patient group (p<0.001). Pre-operative scores for frequency, bothersomeness, and impact domains were significantly lower than the corresponding average test and retest scores for each domain in the control group (p<0.001), whereas other than significantly higher bothersomeness scores in patient versus controls (p=0.018), no significant difference was noted between post-operative scores and average test and retest scores.
Conclusion: These results demonstrated that the Turkish translation is equivalent to the English version of RhinoQOL in terms of internal consistency, test and retest reliability, and construct validity, with good responsiveness to change and thus potential utility in the assessment of post-operative outcome.

9.
Eşlik eden bir sitopatolog olmadan tiroid ince iğne aspirasyon biyopsilerinin yeterliliğinde konvansiyonel yayma ve sıvı bazlı sitolojinin karşılaştırılması
Comparison of Conventional Smear and Liquid-Based Cytology in Adequacy of Thyroid Fine-Needle Aspiration Biopsies without an Accompanying Cytopathologist
Ayse Ozdal Sayer, Deniz Turkyılmaz Mut, Bade Von Bodelschwingh, Banu Yılmaz Ozguven, Cennet Sahin
PMID: 36304222  PMCID: PMC9580975  doi: 10.14744/SEMB.2022.65481  Sayfalar 353 - 359
AMAÇ: Bu çalışmada, işlem sırasında eşlik eden bir sitopatolog olmadan alınan tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi (İİAB) örneklerinde konvansiyonel yayma ve sıvı bazlı sitoloji (SBS) yöntemlerinin yeterliliğini karşılaştırmayı amaçladık. Ayrıca her iki teknikle elde edilen örneklerin Bethesda kategorisine göre sonuçları arasında anlamlı fark olup olmadığınının araştırılmasını amaçladık.
YÖNTEMLER: Biyopsi için uygun bulunan 572 hastadan toplam 625 nodül bu retrospektif çalışmaya dahil edildi. İİAB'ler işlemler sırasında eşlik eden bir sitopatolog olmadan girişimsel radyologlar tarafından gerçekleştirildi. Numuneler ya konvansiyonel yayma ya da SBS hazırlama yöntemleri kullanılarak hazırlandı. Örneklerin sitopatolojik tanı yeterliliği ve sitopatolojik sonuçları Bethesda kategorisine göre değerlendirildi ve morfolojik bulgular arasındaki ilişki retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Tüm biyopsi örneklerinden 338'i (%54,1) SBS yayma yöntemi kullanılarak, 287'si (%45,9) konvansiyonel smear olarak hazırlandı. Biyopsi örneklerinin malignite oranları hem SBS hem de konvansiyonel yayma yöntemlerinde benzer bulundu. Bethesda Kategori II, III, IV, V, VI olarak sınıflandırılan nodüller göz önüne alındığında, her iki yöntemin sonuçları arasında istatistiksel bir fark yoktu. Konvansiyonel yayma yöntemi ile hazırlanan örneklerde nondiagnostik biyopsi oranı daha yüksekti (p<0,001).
SONUÇ: Bu çalışmada SBS yönteminde İİAB yeterlilik oranı konvansiyonel smear yöntemine göre anlamlı derecede yüksek bulundu. SBS, konvansiyonel yayma yönteminden daha pratik ve hızlıydı. Tiroid nodüllerinin İİAB'sinde SBS yönteminin tercih edilebileceğini düşünüyoruz. (SETB-2021-11-335)
Objectives: In this study, we aimed to compare the adequacy of conventional smear (CS) and liquid-based cytology (LBC) methods in thyroid fine-needle aspiration biopsy (FNAB) samples obtained without an accompanying cytopathologist during the procedure. Furthermore, we aimed to investigate the presence of a significant difference between the rates of nodules classified as Bethesda Category III and malignancy in both techniques and the features of the nodules affecting malignancy.
Methods: A total of 625 nodules from 572 patients who were found suitable for biopsy were included in this retrospective study. FNABs were performed by interventional radiologists without an accompanying cytopathologist during the procedures. The specimens were either prepared using CS or LBC preparation methods. Cytopathological diagnostic adequacy and cytopathological results of the specimens were evaluated according to Bethesda category, and the relationship between the morphological findings was evaluated retrospectively.
Results: Of all the biopsy preparations, 338 (54.1%) of them were transferred to pathology in liquid-based solution and 287 (45.9%) were transferred as CS. Malignancy rates of the biopsy samples were found similar in both LBC and CS methods. Considering the nodules classified as Bethesda Category II, III, IV, V, and VI, there was no statistical difference between the results of both methods. Non-diagnostic biopsy rate was higher in the specimens prepared by CS method (p<0.001).
Conclusion: In this study, the adequacy rate of FNAB was found significantly higher in LBC method compared to the CS method. LBC was more practical and faster than the CS method. We think that LBC method may be preferred in FNAB of thyroid nodules.

10.
Kemiğin Paget Hastalığında Metabolik Sendrom Sıklığı
Frequency of metabolic syndrome in Paget's disease of bone
Rumeysa Selvinaz Erol, Esra Cil Sen, Feyza Yener Ozturk, Birkan Alayci, Yuksel Altuntas
PMID: 36304211  PMCID: PMC9580978  doi: 10.14744/SEMB.2021.78861  Sayfalar 360 - 364
Amaç: Kemiğin Paget hastalığında, metabolik sendrom prevalansını saptamayı ve metabolik sendrom ile kemik spesifik ALP seviyesi arasındaki ilişkiyi belirlemeyi amaçladık.
Materyal ve Metod: Kemiğin Paget hastalığına sahip 23 hasta ve 30 yaş, cins ve vücut kitle indeksi (VKİ) uyumlu kontrol grubu çalışmaya dahil edildi.Tüm katılımcılar Uluslararası Diyabet Federasyonu (IDF)-2006 metabolik sendrom tanı kriterleri kullanılarak değerlendirildi. Kemik ve mineral metabolizma parametreleri değerlendirildi. Paget hasta grubu ve kontrol grubu metabolik sendromun metabolik komponentleri ve kemik mineral metabolizma parametreleri açısından karşılaştırıldı.
Bulgular: Kilo, bel çevresi, VKİ ve sistolik kan basıncı (SKB) açısından her iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (sırasıyla p=0.09, p=0.644, p=0.78, p=0.058). Paget hasta grubunda bozulmuş açlık glukozu (BAG) ve diyabetes mellitus (DM) sıklığı %30 (7/23) olarak bulundu.Kontrol grubunda BAG ve DM tanısı alan hasta yoktu.Her iki grup BAG ve DM sıklığı açısından karşılaştırıldığında, Paget hasta grubunda BAG ve DM sıklığının istatistiksel olarak daha fazla olduğu saptandı (p=0.002). Paget hasta grubunda metabolik sendrom sıklığı % 73.91( 17/23) iken, kontrol grubunda metabolik sendrom sıklığı %30 (9/30) olarak bulundu. Paget hasta grubunda metabolik sendrom sıklığı kontrol grubuna göre istatistiksel olarak daha yüksek saptandı (p<0.01). ALP düzeyleri ile hipertansiyon tedavisi arasında anlamlı korelasyon gözlendi (p=0.0045, r=0.27)
Sonuç: Kemiğin Paget hastalığına sahip hastalarda metabolik sendrom sık görülmektedir. Dolayısıyla hastaların metabolik sendrom ve ilişkili olduğu kardiyovasküler hastalıklar açısından da izlenmesi gerekmektedir. (SETB-2021-07-225)
Objective: Our aim is to verify the prevalance of metabolic syndrome (MetS) in Paget’s disease of bone (PDB) and to reveal the relationship between metabolic syndrome and bone alkaline phosphatase levels (BAP).
Material and Methods: Twenty three patients with PDB and 30 healthy subjects matched with age, sex, and body mass index (BMI) were recruited from the outpatient clinics of Endocrinology. The International Diabetes Federation (IDF)-2006 metabolic syndrome criterias were used for the evaluation of all participants. PDB group and control group were compared in terms of metabolic syndrome and metabolic components of metabolic syndrome and bone mineral metabolism parameters.
Results: When the two groups were compared in terms of weight, waist circumference, BMI and systolic blood pressure (SBP) (p=0.09, p=0.644, p=0.78, p=0.058 recpectively), no statistically significant difference was found.
The frequency of impaired fasting glucose (IFG) and Diabetes mellitus (DM) was determined as %30 (7/23) in the PDB group. There were no patients in the control group with IFG and DM diagnosis.The frequency of IFG and DM was statistically higher in the PDB group than controls (p=0.002). The frequency of MetS was statistically higher in the PDB group than the controls. (73.91%, (17/23) vs.30% (9/30);p<0.01).There was a correlation between ALP level and hypertension medication (p=0.0045, r=0.27).
Conclusion: Patients with PDB seem to have metabolic syndrome more frequently, these patients also should be monitored for metabolic syndrome.

11.
Deli bal zehirlenmesinde klinik, elektrokardiyografik bulgular ve hastaneye yatışı belirliyen faktörler
Clinical Presentation, Electrocardiographic Findings, and Factors Related to the Hospitalization In Mad-Honey Intoxication
Mutlu Cagan Sumerkan, Erol Kalender, Semih Korkut, Engin Ersin Simsek, Kudret Keskin, Ahmet Gurdal, Serhat Sigirci, Yahya Kemal Gunaydin, Hakan Ozhan, Atilla Senih Mayda, Sukru Oksuz, Mehmet Agirbasli, Omer Alyan
PMID: 36304212  PMCID: PMC9580964  doi: 10.14744/SEMB.2022.45144  Sayfalar 365 - 374
Amaç: Deli bal zehirlenmesi (DBZ) genellikle her türlü bradiaritmi ile kendini gösterir. DBZ’nin klinik bulgulara odaklanan çok sayıda yayın bulunmaktadır. Bunun yanında çalışmamızda geniş vaka serisinde DBZ’nin kötü prognostik etkilerini, iskemik elektrokardiyografik değişikliklerini ve ayrıntılı elektrokardigografi bulgularını değerlendirmeyi amaçlıyoruz.
Yöntem: Çalışmamız, tek merkezli ve geriye dönük olarak acil servise DBZ ile başvuran 117 hasta üzerinde yürütülmüştür.
Bulgular: Çalışmaya 26 (%22,2) kadın (medyan 52,5 yıl), 91 (%77,8) erkek (medyan 51,0 yıl) alındı. Ellialtı (%47.9) hastada elektrokardiyografide iskemi muhtemel değişiklikler izlendi. Çok değişkenli model analizde, beta bloker kullanımının (odds oranı (OR): 52.871; %95 güvenlik aralığı (Cl): 3.618-772.554 (p= 0.004)), atriyoventriküler nodal ritminin (OR: 5.319; %95 CI: 1.090-25.949 (p= 0.039)) ve deli bal tüketim miktarının (OR: 1.035; %95 CI: 1.008-1.063 (p= 0.011)) hastaneye yatışın öngörücü faktörler olduğu izlenmştir. ROC eğrisi analizi, deli bal tüketim cut-off değerinin 24.79 gram ve üzeri olması hastaneye yatışı öngörmede %57 duyarlılığa ve %68 özgüllüğe sahip olduğunu göstermiştir (AUC: 0.7, %95 CI: 0.55-0.816, p= 0.027). Ayrıca hastaneye yatırılan olguların tümü erkekti.
Sonuç: Çalışmamız DBZ hastalarında erkek cinsiyeti, atriyoventriküler kavşak ritmini, deli bal tüketim miktarını ve beta bloker kullanımını hastaneye yatış için yüksek risk kriterleri olduğunu göstermiştir. Ayrıca, hipotansiyon veya bradikardiden bağımsız olarak, elektrokardiyografide iskemi benzeri değişiklikleri sıklıkla gözlenmiştir. (SETB-2022-03-066)
Objectives: Mad-honey intoxication (MHI) often presents with all kinds of bradyarrhythmias. Despite numerous publications focused on clinical findings, we aim to evaluate poor prognostic implications, ischemia likely electrocardiography (ECG) changes, and detailed ECG findings of MHI in the largest series.
Methods: This is a retrospective single-center study of 117 MHI patients admitted to emergency service.
Results: The study had 26 (22.2%) females (median 52.5 years) and 91 (77.8%) males (median 51.0 years). Fifty-six (47.9%) patients had ischemia likely changes on ECG. Multivariate model demonstrated that beta-blocker usage (odds ratio (OR): 52.871; 95% confidence interval (CI): 3.618-772.554 (p=0.004)), atrioventricular junctional rhythm (AVJR) (OR: 5.319; 95%CI: 1.090-25.949 (p=0.039)), and quantity of mad-honey consumption (OR: 1.035; 95% CI: 1.008-1.063 (p=0.011)) are predictors of hospitalization. ROC curve analysis showed cutoff value of mad-honey consumption quantity 24.79 g had 57% sensitivity and 68% specificity for predicting hospitalization (AUC: 0.7, 95% CI: 0.55-0.816, p=0.027). In addition, all hospitalized cases were male.
Conclusion: Our study has shown that male gender, AVJR, the quantity of mad-honey consumption, and beta-blocker usage are high-risk criteria for hospitalization in MHI patients. Furthermore, ischemia likely ECG changes is often observed with MHI even independently from hypotension or bradycardia.

12.
Dipeptidil peptidaz 4 inhibitörleri ile ilişkili büllöz pemfigoid: İstanbul'da çok merkezli bir çalışma
Βullous Pemphigoid Associated with Dipeptidyl Peptidase 4 Inhibitors for the Treatment of Type 2 Diabetes: A Multicenter Study in Istanbul
Ece Ugurer, Ezgi Ozkur, Ilknur Kivanc Altunay, Esra Cil Sen, Ayse Esra Koku Aksu, İlknur Ozcan, Yuksel Altuntas, Mehmet Salih Gurel
PMID: 36304224  PMCID: PMC9580981  doi: 10.14744/SEMB.2022.30111  Sayfalar 375 - 380
Amaç: Son yıllarda yapılan çalışmalar DPP4i ile BP gelişimi arasında bir ilişki olduğunu ortaya koymuştur. Çalışmamızın temel amacı ülkemizde DPP4i kullanımı ile BP gelişimi arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir. İkincil olarak DPP4i ilişkili BP vakalarının klinik özellikleri ve biyokimyasal parametrelerinin non-DPP4i ilişkili BP vakaları ile karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: 1 Kasım 2008-1 Ocak 2019 tarihleri arasında İstanbul’da üç dermatoloji bölümü büllü polikliniğinde takipli 58 tip 2 diyabetik BP hastası retrospektif olarak değerlendirildi. Kontrol grubuna ise endokrinoloji polikliniğinden takipli 75 tip 2 diyabetik hasta dahil edildi. Hastalara ait demografik bilgiler, hastalığa ait klinik özellikleri, kullandıkları ilaçlar ve laboratuvar verileri hastane otomasyon sistemine kayıtlı hasta dosyalarından elde edildi.
Bulgular: Hasta ve kontrol grubu arasında yaş ve cinsiyet açısından istatistiksel bir fark yoktu.Her iki grup için de en yaygın reçete edilen oral antidiyabetik metformindi. En yaygın reçete edilen DPP4i ise vildagliptin idi. 58 diyabetik BP hastasından 14'ü (%24,1) vildagliptin,12'si (%20,7) linagliptin, 6'sı (%10,3) sitagliptin,1 'i (%1,7) saksagliptin kullanıyordu.DPP4i kullanımı açısından iki grup arasında anlamlı bir fark yoktu. DPP4i tedavisi alan BP hastaları DPP4İ tedavisi almayan BP hastalarıyla karşılaştırıldığında klinik özellikler,lokalizasyonlar,hastalık şiddetleri, tedavi yanıtları ve laboratuvar bulguları açısından anlamlı fark saptanmadı. Sadece DPP4i tedavisi alan BP hastalarının DPP4i tedavisi almayan BP hastalarına göre istatistiksel olarak daha az mukozal tutulumu mevcuttu (p=0,044).
Sonuç: Bizim çalışmamızda hasta ve kontrol grubu arasında anlamlı fark olmamasına rağmen diyabetik hastalarda BP geliştiğinde DPP4i kullanımı sorgulanmalı ve klinisyenlerle işbirliği yapılarak tedavi planlanmalıdır. (SETB-2021-08-251)
Objectives: Recent studies have revealed an association between dipeptidyl peptidase 4 inhibitors (DPP4i) and development of bullous pemphigoid (BP). The main aim of our study is to evaluate the association between DPP4i treatment and BP development. The secondary endpoints were to evaluate clinical characteristics and biochemical parameters of the DPP4i associated BP cases and determine the differences of DPP4i associated BP disease than non-DPP4i associated BP cases.
Methods: We designed a retrospective case-control study, comparing type 2 diabetic 58 BP cases to 75 type 2 diabetic controls. Data were collected from three dermatological departments in Istanbul/Turkey, from November 1, 2008, to January 1, 2019. Medical records of each patient’s demographic, clinical characteristics, drugs used, and laboratory data were reviewed.
Results: There was no statistical difference in age and gender between the patient and control group. The most common prescribed oral antidiabetic for both groups was metformin. The most commonly prescribed DPP4i was vildagliptin. Fourteen (24.1%) out of 58 diabetic patients with BP were using vildagliptin, 12 (20.7%) out of 58 diabetic BP patients were using linagliptin, 6 (10.3%) out of 58 diabetic BP patients were using sitagliptin, and 1 (1.7%) out of 58 diabetic BP patients were using saxagliptin. There was no significant difference between the two groups regarding the DPP4 is use (using DPPi at the time of diagnosis and not). Both groups had similar clinical characteristics, localizations, disease severity, comorbidities, treatment responses, and biochemical parameters. BP patients using DPP4i had statistically less mucosal involvement than BP patients not using DPP4i (p=0.044).
Conclusion: Even though there was no difference between two groups, when BP develops in diabetic patients, DPP4 is should be questioned and with cooperation with clinician’s consideration of change may be planned.

13.
Erb-Lazer'in alt konka hipertrofisi üzerindeki etkisi: Retrospektif kohort çalışması
Efficacy of Erb-Laser on Inferior Turbinate Hypertrophy: A Retrospective and Cohort Study
Didem Rifki, Dua Cebeci, Seide Karasel, Nimet Ilke Akcay
PMID: 36304225  PMCID: PMC9580968  doi: 10.14744/SEMB.2021.25902  Sayfalar 381 - 385
Amaç: Bu çalışmanın amacı, altı ay boyunca 3 seans tedavi sırasında ve sonrasında, bilateral alt konka hipertrofisi üzerinde yeni bir Erb-lazer tedavi protokolünün güvenlik ve performansını değerlendirmektir.
Yöntemler: Bu retrospektif çalışma, Kıbrıs Gazimağusa'da bir Özel Hastanenin Kulak Burun Boğaz Anabilim Dalı'nda Temmuz 2019-Aralık 2020 tarihleri arasında tıbbi tedaviye dirençli burun tıkanıklığı, hapşırma, kaşıntı, akıntı ve burun tıkanıklığı şikayetleri olan 30 hasta üzerinde gerçekleştirildi. Semptomlar Nazal Obstrüksiyon Skoru ve Görsel Analog Skala kullanılarak subjektif olarak değerlendirildi. Hastalar postoperatif 1.hafta, 1., 3. ve 6. aylarda değerlendirildi. Her kontrolde semptomlar Görsel Analog Skala ve Nazal Obstrüksiyon Skoru ile yeniden değerlendirildi.
Bulgular: İşlem öncesi ve sonrası Görsel Analog Skala ve Nazal Obstrüksiyon Skorları arasındaki farklar istatistiksel olarak anlamlıydı. Tüm hastalarda işlem sonrası birinci haftadan itibaren başlayan ve takip süresi boyunca devam eden önemli semptomatik düzelme oldu. Aktif lazer tedavisi, işlem sırasında ve sonrasında burun tıkanıklığında yüksek oranda iyileşme gösterdi ve burun semptomlarının yaşam kalitesi üzerindeki olumsuz etkisini azalttı.
Sonuç: Erbium YAG lazer tedavisi, alt konka hipertrofisinde etkili, nazal mukozada minimal hasar ile basit, güvenli ve noninvaziv bir yöntemdir. Minimal komplikasyon ile ayaktan tedavi yöntemi olarak kullanılabilir. Bu metod gelecekte burun tıkanıklığı tedavisinde büyük avantaj sağlayacaktır. (SETB-2021-06-183)
Objectives: Nasal obstruction (NO) is a very common complaint in the practice of otolaryngology. The cause of NO can be due to inferior turbinate hypertrophy (ITH), which may be a result of allergic rhinitis, hyperreactivity, hormonal causes, rhinitis medicamentosa or idiopathic. The most commonly used treatments today include local nasal or systemic corticosteroids, cauterization or microdebrider, or thermal ablation with radiofrequency, coblation or ablative laser (mainly carbon dioxide or diode lasers), and submucosal reduction. Erbium YAG laser in non-ablative and SMOOTH thermal mode is considered as a non-invasive treatment and could be a novel and safe alternative.
The aim of this study was to evaluate the safety and performance of a new Erb-laser treatment protocol on bilateral ITH, during and after 3 sessions of treatment throughout 6 months.
Methods: This retrospective study was carried out over 30 patients with complaints of NO, sneezing, itching, discharge, and nasal congestion refractory to medical management from July 2019 to December 2020 in the Department of Otorhinolaryngology of a private hospital in Famagusta, North Cyprus. Symptoms were evaluated subjectively by using NO Score and Visual Analog Scale (VAS). Patients were evaluated at the post-procedural 1st-week, and 1st-, 3rd-, and 6th-month postoperatively. During each follow-up visit, symptoms were reassessed by VAS and NO Score.
Results: Differences between pre-operative and post-operative VAS and NO Scores were statistically significant. All patients had significant symptomatic improvements, which started from the post-operative 1stweek and persisted throughout the follow-up period. The active laser treatment showed high improvement during and after the procedure, regarding NO, and decreased the nasal burden on quality of life.
Conclusion: Erbium YAG laser treatment is a simple, safe, effective, and non-invasive method effective on ITH, with minimal damage on the nasal mucosa. It can be done as an office procedure, with minimal complications. This method will provide a great advantage in the future treatment of NO.

14.
Koksidini nedeniyle impar ganglionunun pulse-radyofrekans uygulaması gerçekleştirilen hastaların retrospektif olarak değerlendirilmesi
Retrospective Evaluation of Patients Underwent Ganglion Impar Pulsed Radiofrequency due to Coccydynia
Mehmet Sargin, Mehmet Sari, Faruk Cicekci, Inci Kara
PMID: 36304226  PMCID: PMC9580974  doi: 10.14744/SEMB.2021.14396  Sayfalar 386 - 390
Amaç: Ganglion impar blokajı, koksidini tedavisinde uzun süredir etkili bir prosedür olmasına rağmen, impar ganglionunun pulse-radyofrekans uygulaması koksidini tedavisi için nispeten yeni bir yaklaşımdır. Bu çalışmada, koksidini nedeniyle impar ganglionunun pulse-radyofrekans uygulaması gerçekleştirilen hastaları retrospektif olarak değerlendirmeyi amaçladık.
Metod: Bu retrospektif çalışmaya koksidini tanısı konan ve impar ganglionunun pulse-radyofrekans uygulaması ile tedavi edilen yirmi altı hasta dahil edildi. Hastaların klinik özellikleri ve tedavi başarıları değerlendirildi. Ağrı şiddeti vizüel analog skala kullanılarak değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya 19 (%73.1) kadın ve 7 (%26.9) erkek hasta dahil edildi. Hastaların median yaşı 45 (IQR: 24-60) idi ve değerlendirilen 26 hastanın 21'inde (%80.8) ağrı etiyolojisi travma idi. İmpar ganglionunun pulse-radyofrekans uygulaması sonrası VAS skorlarında istatistiksel olarak anlamlı bir düşüş mevcuttu [Sırasıyla; 6 (IQR: 6-7) ve 2 (IQR: 0-3)]. İmpar ganglionunun pulse-radyofrekans uygulaması ile tedavi başarısı %84,6 idi. Tedavi başarısı nöropatik ağrısı olan hastalarda %100, nosiseptif ağrısı olan hastalarda ise %59,1 olarak bulundu.
Tartışma: Sonuç olarak, impar ganglionunun pulse-radyofrekans uygulaması ile tedavi, koksidininin giderilmesinde düşük komplikasyon oranı ile etkili ve güvenilir bir işlemdir. (SETB-2021-11-330)
Objectives: Although ganglion impar blockade has long been an effective procedure in the treatment of coccydynia, the pulsed radiofrequency (PRF) of the ganglion impar (GI) is a relatively new approach for the management of coccydynia. In the present study, we aimed to retrospectively evaluate patients who underwent GI PRF due to coccydynia.
Methods: Twenty-six patients diagnosed with coccydynia and treated with a PRF of the GI were included in this retrospective study. Clinical characteristics of the patients and treatment success were evaluated. Pain intensity was evaluated using a visual analog scale (VAS).
Results: The study included 19 (73.1%) female and 7 (26.9%) male patients. The median age of the patients was 45 (IQR: 24–60) years, and the etiology of pain was trauma in 21 (80.8%) of the 26 patients evaluated. There was a statistically significant decrease in VAS scores after GI PRF (Respectively; 6 [IQR: 6–7] and 2 [IQR: 0–3]). The PRF of the GI treatment success was 84.6%. Treatment success was 100% in patients with neuropathic pain and 59.1% in patients with nociceptive pain.
Conclusion: GI PRF is an effective and reliable procedure with low complication rate for pain relief in coccydynia.

15.
Papiller tiroid kanserinde santral lenf nodu metastaz gelişimini etkileyen öngörü faktörleri
Predictive Factors Affecting the Development of Central Lymph Node Metastasis in Papillary Thyroid Cancer
Ozan Caliskan, Mehmet Taner Unlu, Nurcihan Aygun, Mehmet Kostek, Mehmet Uludag
PMID: 36304220  PMCID: PMC9580980  doi: 10.14744/SEMB.2022.32492  Sayfalar 391 - 399
Amaç: Tiroid kanserleri içerisinde en sık görülen alt tip papiller tiroid kanseri olup; lenf bezi metastazları sık görülmektedir. Papiller tiroid kanserinde (PTK) santral lenf metastazı gelişimini etkileyen faktörler hastalığın tedavi şeklini ve prognozunu belirlemektedir. Biz de bu çalışmada santral lenf nodu metastazı gelişimi üzerine etkili klinikopatolojik özellikleri değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Kliniğimizde Mayıs 2012-Eylül 2020 tarihleri arasında opere edilen, papiller tiroid kanseri tanısı alan ve takiplerine ulaşılabilinen toplam 346 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Tüm hastaların yaşı, cinsiyeti, vücut kitle oranı, preoperatif TSH düzeyleri, tanı anında anti-TPO ve anti-Tg değerleri, lenf nodu diseksiyonu yapılıp yapılmadığı, lenf nodu metastazı varlığı, uzak metastaz varlığı, tanı anında evre (TNM 8. baskı), tanı anında ATA risk grubu, tümörün multifokal ve/veya multisentrik (bilateralite) olması, en büyük tümör boyutu, agresif histolojik alt tipi, tümörde lenfovasküler invazyon, ekstratiroidal invazyon, lenfositik tiroidit varlığı, cerrahi sınır pozitifliği özellikleri retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: PTK santral metastaz gelişiminde; uzak metastaz varlığı, tümör çapı, multifokalite, multisentrisite (bilateralite), lenfovasküler invazyon varlığı, tümör subtipinin agresif olması, lateral metastaz varlığı, nodüler guatr ve ekstratiroidal yayılımın etkili olduğu saptandı. Bu faktörler içerisinden T evresi, lenfovasküler invazyon varlığı ve multisentrisite santral metastaz gelişimi için bağımsız risk faktörleri olarak belirlendi.
Sonuç: Günümüzde PTK’da nodal metastaz gelişimi için prediktif faktörlerin araştırılması güncelliğini yakın zamanda kaybedecek gibi gözükmemektedir. Çalışmamızda PTK’de tümörün histopatolojik özelliklerinden T evresi, lenfovasküler invazyon varlığı ve multisentrisite santral metastaz gelişimi için bağımsız risk faktörleri olarak belirlenmiş olup bu faktörlerden özellikle T evresi ve multisentirisite birçok hastada preoperatif görüntüleme ile öngörülebilir ve hastalarda yapılacak proflaktik santral lenf nodu diseksiyonu yapılıp yapılmaması kararında kullanılabilir. Bununla birlikte literatürde bu konuda halen yeni çalışmalara ihtiyaç vardır. (SETB-2022-08-186)
Objectives: The most common subtype of thyroid cancer is papillary thyroid cancer (PTC); lymph node metastases are common in this disease. Factors affecting the development of central lymph metastasis of PTC determine the treatment modality and prognosis of the disease. In this study, we aimed to evaluate the clinicopathologic features affecting the development of central lymph node metastasis.
Methods: The data of a total of 346 PTC patients who were operated between May 2012 and September 2020 in our clinic and whose follow-up could be reached were evaluated retrospectively. Demographic data, surgical treatment modalities, and histopathological data of all patients were evaluated as a result of at least 6 months of follow-up. Patients age, sex, body mass index, pre-operative TSH levels, anti-TPO, and anti-Tg values at the time of diagnosis, whether lymph node dissection is performed, presence of lymph node metastasis, presence of distant metastasis, stage at the time of diagnosis (TNM 8th edition), ATA risk group at the time of diagnosis, multifocal and/or multicentric (bilaterality), largest tumor size, aggressive histological subtype, lymphovascular invasion of the tumor, extrathyroidal invasion, presence of lymphocytic thyroiditis, and surgical margin positivity were evaluated retrospectively.
Results: In the development of PTC central metastasis, distant metastasis, tumor size, multifocality, multicentricity, presence of lymphovascular invasion, aggressive tumor subtype, presence of lateral metastasis, nodular goiter, and extrathyroidal spread were found to be effective. Among these factors, T stage, presence of lymphovascular invasion, and multicentricity were identified as independent risk factors for the development of central metastasis.
Conclusion: Today, the investigation of predictive factors for the development of nodal metastasis in PTC does not seem to be out of date anytime soon. In our study, T stage, presence of lymphovascular invasion, and multicentricity were identified as independent risk factors for the development of central metastasis from the histopathological features of the tumor in PTC and of these features, T stage and multicentricity can be predicted by pre-operative imaging in many patients and can be used to decide whether to perform prophylactic SLN dissection in patients. However, new studies are still needed on this issue, in the literature.

16.
Parmak enkondromlarında distal radiustan otogreftleme tekniğinin iliak kanat otogreftleme tekniğiyle karşılaştırması
Comparison of distal radius autograft technique with iliac crest autograft technique in solitary finger enchondramas
Osman Orman, Ibrahim Faruk Adiguzel, Ayse Sencan, Mehmet Baydar, Mujgan Orman, Alperen Ozturk
PMID: 36304216  PMCID: PMC9580976  doi: 10.14744/SEMB.2022.00483  Sayfalar 400 - 407
Soliter parmak enkondromlarının cerrahi tedavisinde ilyak krestten (İK) ve distal radiustan (DR) elde edilen otogreftlerin klinik ve radyolojik sonuçlarını karşılaştırmak ve birbirlerine üstünlüklerini değerlendirmek.
Metod
Parmak enkondromu nedeniyle küretaj ve otogreft uygulanan 25 hasta retrospektif olarak incelendi. Bu hastaların 8’inde DR otogrefti, 17’sinde İK otogrefti kullanılmıştı. Ameliyat öncesi toplam aktif eklem hareket açıklığı (TAM), Disabilities of the arm, shoulder and hand (DASH) skoru ve etkilenen parmağın Visual Analogue Scale (VAS) skorları, ameliyat süresi, ameliyat sırasındaki kanama miktarı, hastanede kalış süresi, anesteziye bağlı komplikasyon varlığı ve ameliyat sonrası donör saha morbiditesine ilişkin veriler elde edildi. Ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası 12. ay radyografilerinde ameliyat öncesi tümör hacmi, ameliyat sonrası lezyon kalan hacmi ve Tordai radyolojik değerlendirmesi ölçüldü.
Bulgular
DR ve İK grupları arasında ameliyat sonrası TAM (p=0,154), DASH (p=0,458), ağrı VAS skorları (p=0,571), kalan hacim (p=0,496), Tordai radyolojik değerlendirme derecesi (p=0,522), ameliyat süresi (p=0,288) ve kanama miktarı (p=0,114) arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı. Ancak ortalama hastanede kalış süresi DR grubunda daha kısaydı (p=0.0001). DR grubunda 1 hastada ve İK grubunda 3 hastada nüks gözlendi (p=0,996).
Sonuç
El parmak enkondromlarının tedavisinde, DR ve İK'den greftlemenin klinik ve radyolojik sonuçları benzerdi. Bununla birlikte, DR'den greftlemede, İK greftlemeye göre daha kısa hastane kalış süresini sahipti. (SETB-2021-12-366)
Objectives: The purpose of the study was to compare clinical and radiological outcomes of autografts obtained from the iliac crest (IC) and distal radius (DR) and to evaluate their superiority for surgical treatment of solitary finger enchondromas.
Methods: Twenty-five patients for whom curettage and autografting were carried out for finger enchondroma were retrospectively analyzed. DR autograft was used in eight patients and IC autograft was used in 17 patients. Data on pre-operative total active motion (TAM), disabilities of the arm, shoulder, and hand (DASH) score, and pain visual analog scale (VAS) scores of the involved finger, duration of surgery, amount of bleeding during the operation, length of hospital stay, presence of complications related to anesthesia, and post-operative donor site morbidity were obtained. Pre-operative and post-operative 12th month radiographies were evaluated for pre-operative tumor volume, post-operative remnant volume, and Tordai radiologic evaluation grade.
Results: No statistically significant difference could be identified between post-operative TAM (p=0.154), DASH (p=0.458), pain VAS scores (p=0.571), remnant volume (p=0.496), Tordai radiologic evaluation grade (p=0.522), duration of surgery (p=0.288), and amount of bleeding (p=0.114) between DR and IC groups. However, mean hospital stay duration was shorter for the DR group (p=0.0001). Recurrence was observed in one patient in the DR group and three patients in the IC group (p=0.996).
Conclusion: The clinical and radiological outcomes of grafting from the DR and IC were similar in the treatment of hand enchondromas. However, grafting from the DR may result in shorter hospital stay compared to IC grafting.

17.
H. pylori, alt özöfagus sfincter basinci ve gastroözofageal reflü arasindaki ilişki: Tek merkez deneyimi
Relationship Among Helicobacter Pylori, Lower Esophagus Sphincter Pressure, and Gastroesophageal Reflux: A Single-Center Experience
Ferhat Bacaksiz, Omer Ozturk, Ilyas Tenlik, Berat Ebik, Derya Ari, Volkan Gokbulut, Ozlem Akdogan, Yasemin Ozin, Zeki Kilic, Ertugrul Kayacetin
PMID: 36304214  PMCID: PMC9580963  doi: 10.14744/SEMB.2022.55476  Sayfalar 408 - 413
Amaç: Alt özofagus sfinkter basıncının 24 saatlik ph metre testi ve H. pylori ile olan ilişkisini değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve yöntemler: Özofagus manometri testi normal olan ve manometride izole hipotansif ve izole hipertansif alt özofagus sfinkteri tespit edilen hastaların verileri retrospektif olarak tarandı. Hastaların demografik özellikleri, başvuru şikâyetleri, üst endoskopi bulguları, 24 saatlik pH metre sonuçları ve mide biyopsi örneklerinde H. pylori varlığı değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya toplam 1226 hasta alındı. Tüm hastaların %54’ü kadındı. Ortalama hasta yaşı 45.4±13.4’tü. Hastalar en sık pirozis (%85.4) şikayeti ile başvurmuştu. %61.4’ünde patolojik reflü saptandı. Hastaların %22.9’unda reflü özofajit vardı. Hastaların %40 kadarında H.pylori pozitif saptandı. Hipertansif LESB olan hastaların yaşı istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksekti ve Hipertansif LESB anlamlı oranda kadınlarda daha fazlaydı. Pirozis, Hipertansif LESB olan hastalarda, anlamlı oranda daha az görülen şikayetti. BMİ, Hipertansif LESB olanlarda istatistiksel olarak anlamlı oranda daha yüksekti. Özofajit ve LES Gevşekliği istatistiksel olarak anlamlı oranda Hipotansif LES olan hastalarda daha çok saptandı. Gruplar arasında reflü ve H.pylori pozitifliği açısından istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı. H. pylori pozitif ve negatif olan hastalar karşılaştırıldığında, reflü ve reflü özofajit açısından anlamlı farklılık saptanmadı.
Sonuç: Özofagus manometrisinde LES basıncının normal, hipotansif veya hipertansif olması ile, gastroözofageal reflü ve H. pylori arasında net bir ilişki saptanmadı. LES basınçları arasında, 24 saatlik pH metrede farklılık görülmese de reflü özofajit gelişiminde, H. pylori’ den ziyade hipotansif LES varlığı önemli görünmektedir. (SETB-2021-12-382)
Objectives: The aim of the study was to evaluate the relationship among lower esophageal sphincter pressure (LESP), Helicobacter pylori (Hp), and gastroesophageal reflux (GER).
Methods: The retrospective study included patients with isolated hypertensive or hypotensive lower esophageal sphincter (LES) who underwent esophageal manometry in our gastroenterology motility laboratory and had normal manometry results. Demographic characteristics, complaints on admission, upper endoscopy findings, 24-h esophageal pH monitoring results, and presence of Hp in gastric biopsy were evaluated.
Results: A total of 1226 patients were included in the study, among whom women comprised 54% of all patients. Mean age was 45.4±13.4 years. Most common presenting complaint was pyrosis (85.4%). Pathological reflux was detected in 61.4% of the patients in 24-h esophageal pH monitoring. Reflux esophagitis was detected in 22.9% and LES laxity was present in 17.4% of the patients. In gastric biopsy, Hp was positive in 40% of the patients. The age of patients with hypertensive LES was significantly higher and female gender and body mass index (BMI) were associated with hypertensive LES. Pyrosis was significantly less prevalent in patients with hypertensive LESP. Esophagitis and LES laxity were significantly more prevalent in patients with hypotensive LES. No significant difference was found among the three groups with regard to reflux and Hp positivity. No significant difference was found between Hp-positive and Hp-negative groups with regard to reflux and reflux esophagitis.
Conclusion: No clear relationship was found among LES disorders, GER, and Hp. Moreover, no significant difference was found among LES disorders with regard to GER, while the presence of hypotensive LESP, rather than Hp, was found to be an important factor in the development of reflux esophagitis.

18.
Hemodiyaliz hastalarında uzun süreli sağ kalım ile ilişkili faktörler: Beş yıllık prospektif takip çalışması
Factors Associated with Long-Term Survival in Maintenance Hemodialysis Patients: A 5-Year Prospective Follow-Up Study
Elbis Ahbap, Nuri Baris Hasbal, Mustafa Sevinc, Taner Basturk, Tamer Sakaci, Abdulkadir Unsal
PMID: 36304227  PMCID: PMC9580967  doi: 10.14744/SEMB.2022.76983  Sayfalar 414 - 420
Giriş: Dünya çapında son dönem böbrek hastalığı için diyaliz tedavilerinin prevalansındaki artışa ek olarak, hemodiyaliz hastaları arasındaki ölüm oranları genel popülasyondan daha yüksek olmaya devam etmektedir. Bu çalışma, stabil hemodiyaliz hastalarında uzun süreli sağkalım ile ilişkili faktörleri değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
Yöntem: Bu prospektif kesitsel beş yıllık takip çalışmasına Şubat 2013 tarihinden sonra hemodiyaliz başlanan toplam 100 hasta dahil edildi. Hasta demografisi, antropometrik-beslenme parametreleri, sistolik ve diyastolik kan basıncı seviyeleri ile böbrek yetmezliği etiyolojisi, hemodiyaliz süresi, periton diyalizi öyküsü, interdiyalitik kilo alımı ve Kt/V dahil olmak üzere hemodiyaliz parametreleri hakkındaki veriler kaydedildi.
Bulgular: Genel beş yıllık sağ kalım oranı %56.6 idi. Beş yıllık sağ kalım oranı, yaşı daha genç (ortancanın %71.4 altı ve %42.0 üzerinde, p=0.023), düşük sistolik (sırasıyla, %63,3'e karşı %50, p=0,005) ve düşük diyastolik (sırasıyla, 62,5'e karşı %51,0, p=0,02) kan basıncı, daha yüksek Kt/V (sırasıyla %46,9'a karşı %66,0, p=0,044), daha düşük diyalizler arası ağırlık artışı (sırasıyla %54,0'a karşı %32,7, p=0,026) ve daha düşük serum leptin seviyeleri (sırasıyla %63.3'e karşı %50.0, p=0.047) olan hastalarda daha yüksekti. Cox-regresyon analizi, yalnızca sistolik kan basıncının (B=1.081, %95 GA, 0.152 ila 0.756, p=0.08) kötü sağ kalım için önemli bir risk faktörü olduğunu ortaya koydu.
Sonuç: Hemodiyaliz hastalarında kötü uzun dönem sağkalım için tek risk faktörü diyaliz öncesi yüksek sistolik kan basıncı olduğunu saptadık. Malnütisyon-inflamasyonun, beslenme ve inflamasyon prametreleri ile aneminin uzun süreli sağ kalım üzerinde anlamlı bir etkisi saptanmadı. (SETB-2021-06-187)
Objectives: In addition to an increase in the prevalence of dialysis treatments for end-stage renal disease worldwide, the mortality rates among patients on maintenance hemodialysis remain higher than that of the general population. This study aims to evaluate factors associated with long-term survival in stable maintenance hemodialysis patients.
Methods: A total of 100 patients initiating hemodialysis by February 2013 were included in this prospective cross-sectional 5-year follow-up study. Data on patient demographics, anthropometric-nutritional parameters, systolic and diastolic blood pressure levels, and hemodialysis parameters, including etiology of kidney failure, hemodialysis duration, peritoneal dialysis history, relative interdialytic weight gain (RIDWG), and Kt/V, were recorded.
Results: Overall 5-year survival rate was 56.6%. The 5-year survival rate was higher in patients with younger age (71.4% below median vs. 42.0% above median, p=0.023), lower systolic (63.3 vs. 50%, respectively, p=0.005) and diastolic (62.5 vs. 51.0%, respectively, p=0.02) blood pressure levels, higher Kt/V (46.9 vs. 66.0%, respectively, p=0.044), lower RIDWG (54.0 vs. 32.7%, respectively, p=0.026), and lower serum leptin levels (63.3 vs. 50.0%, respectively, p=0.047). Cox-regression analysis revealed that only systolic blood pressure (B = 1.081, 95% CI, 0.152 to 0.756, p=0.08) was a significant risk factor for poor survival.
Conclusion: Our findings revealed pre-dialysis systolic blood pressure as the sole risk factor for poor long-term survival in stable maintenance hemodialysis patients. Malnutrition-inflammation, measures of nutrition, inflammation, and anemia had no significant impact on long-term survival.

19.
Akut lenfoblastik lösemi tanili çocuklarda başvurudaki renal ultrasonografik bulgular ve sağkalanlarda uzun vadeli böbrek fonksiyonlari ve prognoz
Renal Ultrasonographic Abnormalities at Initial Presentation of Children Diagnosed with Acute Lymphoblastic Leukemia and Long-Term Renal Functions and Prognosis in Survivors
Dildar Bahar Genc, Nurver Akinci, Zeynep Yildiz Yildirmak, Sema Vural
PMID: 36304210  PMCID: PMC9580970  doi: 10.14744/SEMB.2022.89646  Sayfalar 421 - 426
Amaç: Akut lenfoblastik lösemi (ALL) çocukluk çağında en sık görülen malignitesidir. Hastalığın seyri sırasında gerek hastalığın kendisi gerek ilişkili diğer klinik durumlar böbreği sıklıkla etkiler. Bu çalışmanın amacı yeni tanı konulmuş ALL hastası çocuklardaki renal ultrason anomalilerini belgelemek ve renal bulgularla klinik/laboratuvar bulgularının ve prognozun korrelasyonunu araştırmaktır. İkincil amaç uzun dönem böbrek fonksiyonlarını değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: ALL tanısı alan toplam 163 çocuk (18 yaş altı) çalışmaya dahil edildi. Laboratuvar ve ultrasonografi bulguları retrospektif olarak kaydedildi. Boyut artışı/nefromegali (NM) veya hiperekojenite (HE) patolojik renal anomali olarak kabul edildi. NM/HE olan ve olmayan hastalar arasında çalışma parametreleri karşılaştırıldı.
Bulgular: Yüzaltmışüç hastada NM±HE insidansı %12 olarak saptandı. Kreatinin yüksekliği ve dalak ve/veya karaciğer büyümesi, NM/ HE varlığı için bağımsız değişken olarak saptandı. NM/HE indüksiyon kemoterapisi sonrası tüm hastalarda düzeldi ve NM/ HE’nin ALL prognozu üzerine etkisi gösterilemedi. Uzun dönem takipte sağkalan hastalarda böbrek fonksiyonları normal sınırlarda saptandı.
Sonuç: Özetle, akut lenfoblastik lösemili hastalarda tanı anında renal ultrasonografik anomaliler nadir değildir ancak bu çalışmada lösemi prognozu ve uzun vadeli böbrek fonksiyonları üzerinde olumsuz etkisi gösterilememiştir. (SETB-2021-12-359)
Objectives: The kidney is a vulnerable organ for acute lymphoblastic leukemia (ALL), by the disease, and various associated clinical pictures. This retrospective study aims to document renal ultrasound abnormalities in children with newly diagnosed ALL as well as to investigate the correlation between renal findings and clinical/laboratory/survival data.
Methods: All children (age <18 years) with ALL were included in the study. An increase in size/nephromegaly (NM) or hyperechogenicity (HE) of the kidneys at first admission was accepted as a pathological renal abnormality. The clinical/laboratory findings, survival, and long-term renal functions were compared between patients with and without NM/HE.
Results: The incidence of NM±HE was 12% in 163 patients. Enlargement of spleen, liver, or both and, hypercreatininemia was independently correlated with the presence of NM/HE. After the induction therapy, ultrasound findings were resolved in all patients, and NM/HE did not influence ALL prognosis. All survivors had normal renal functions in long term.
Conclusion: The renal ultrasound abnormalities are not uncommon in children with leukemia at admission, without a negative impact on leukemia prognosis and on long-term renal functions.

20.
Çocuklarda Çoklu İlaca Dirençli Gram-negatif Enfeksiyonlarda Kolistin Tedavisi: Nefrotoksisite için Dikkat Edilmeli
Colistin Treatment for Multidrug-Resistant Gram-Negative Infections in Children: Caution Required for Nephrotoxicity
Gulnihan Ustundag, Eda Karadag Oncel, Aslihan Sahin, Yildiz Ekemen Keles, Ahu Kara Aksay, Dilek Yilmaz Ciftdogan
PMID: 36304221  PMCID: PMC9580973  doi: 10.14744/SEMB.2021.69851  Sayfalar 427 - 434
Amaç: Kolistin, özellikle dünya çapında çok ilaca dirençli gram negatif enfeksiyonların ortaya çıkmasıyla bir tedavi seçeneği olarak öne çıkmıştır. Bununla birlikte, çocuklarda kolistinin yüksek nefrotoksik etkileri göz önünde bulundurulmalıdır. Çalışmanın birincil sonucu, kolistin tedavisinin klinik başarısını belirlemek; ikincil sonucu ise, kolistin ile ilgili yan etkileri saptamaktır.
Yöntemler: Çalışmaya hastanemizde son beş yılda intravenöz kolistin uygulanan hastalar dahil edildi. Hastaların demografik ve klinik özelliklerinin yanı sıra kolistin tedavisinin klinik başarısı, hastaların 28 günlük enfeksiyona bağlı ölüm oranları ve kolistin yan etkileri kaydedildi.
Bulgular: 2015-2019 yılları arasında toplam 37 hasta kolistin tedavisi görmüştü. Otuz yedi hastanın içinde, bir yıl içerisinde iki kez kolistin tedavisi alan dört hasta mevcuttu. Bu nedenle bu hastalar iki ayrı enfeksiyon atağında bağımsız vakalar olarak kabul edildi ve toplamda 41 vaka çalışmaya dahil edildi. Vakaların ortanca yaşları 26 aydı (IQR: 4.50-144.50) ve 27'si (%65,9) erkekti. Hastaların 27’sinde (%65,9) sepsis vardı. Ortanca kolistin dozu 4.2 (IQR: 3-5) mg/kg/gün idi. Hastalardan alınan 44 kültür arasında en sık üreyen mikroorganizma %58,5 ile Acinetobacter baumannii idi. Klinik başarı 18 hastada (%43,9) tespit edildi. 14 (%34,1) hastada nefrotoksisite gelişirken, bunlardan sadece ikisinin diyaliz ihtiyacı olmuştu.
Sonuç: Kolistin, gram-negatif enfeksiyonların tedavisinde ilk seçenek olarak düşünülmemeli, çoklu ilaca dirençli gram-negatif enfeksiyonlarda kurtarma tedavisi olarak elde tutulmalıdır. Tedavi sürecinde nefrotoksisite gelişme riski nedeniyle böbrek fonksiyon testleri ve idrar çıkışının yakın takibi önemlidir. (SETB-2021-08-250)
Objectives: Colistin has come to the fore as a treatment option, especially with the occurrence of multidrug-resistant Gram-negative infections across the world. However, the high nephrotoxic effects of colistin should be taken into consideration in children. The study’s primary outcome was to determine the clinical success of the colistin treatment, and the secondary outcome was to detect the side effects related to colistin.
Methods: The patients who received intravenous colistin in our hospital’s last 5 years were included in the study. In addition to the patients’ demographic and clinical characteristics, the clinical success of the colistin treatment, 28-day infection-related mortality of the patients, and side effects of colistin were recorded.
Results: A total of 37 patients received colistin therapy during 2015–2019. Four of these patients had colistin treatment twice a year, so we accepted them as separate cases in each infection attack. Therefore, 41 cases were included in the study. The median age of the cases was 26 months (IQR: 4.50–144.50) and 27 (65.9%) were male. Twenty-seven cases (65.9%) had sepsis. The median dose of colistin was 4.2 (IQR: 3–5) mg/kg/day. Among 44 cultures obtained from the patients, the most common microorganism was Acinetobacter baumannii, with 58.5%. The clinical success was detected in 18 patients (43.9%). While overall nephrotoxicity developed in 14 (34.1%) patients, only two of them needed dialysis.
Conclusion: Colistin should not be considered the first choice in treating Gram-negative infections but should be kept as salvage therapy in multidrug-resistant Gram-negative infections across the world. During the treatment process, close monitoring of renal function tests and urinary output were recommended due to the risk of developing nephrotoxicity.

OLGU SUNUMU
21.
Çocuklarda karın ağrısının olağan dışı bir sebebi: Dalak torsiyonu. 3 Olgu sunumu
The Cause of an Unusual Abdominal Pain in Children: Splenic Torsiyon – Three Case Report
Mesut Demir, Seyma Demirci, Ceylan Hamzaoglu, Meltem Kaba, Nihat Sever
PMID: 36304217  PMCID: PMC9580979  doi: 10.14744/SEMB.2021.64872  Sayfalar 435 - 438
Dalak torsiyonu, dalağı stabilize eden bağların gevşekliği veya yokluğuna bağlı olarak gelişebilen, akut veya karın ağrısının nadir bir nedenidir. Torsiyone olmuş bir dalak acil cerrahi girişim gerektirebilmektedir. Dalak torsiyonu sonrası akut karın bulguları ile kliniğimize başvuran üç pediatrik olguyu ve tedavi yaklaşımlarını tartışmayı amaçladık.
Olgu 1: On yaşında kız hasta, karın ağrısı, safrasız kusma, şikâyeti ile başvurdu. Batın hassasiyeti, sol alt kadranda ele gelen dolgunluk mevcuttu. Görüntüleme yöntemleri dalak torsiyonu ile uyumluydu. Hastaya laparoskopik splenektomi yapıldı.
Olgu 2: Dört yaşında kız hasta, karın ağrısı ve safrasız kusma şikâyeti ile başvurdu. Batında yaygın hassasiyet, defans-rebound mevcuttu. Görüntüleme yöntemleri dalak torsiyonu ile uyumluydu. Laparotomi ile splenektomi yapıldı.
Olgu 3: 5 yaşında erkek hasta karın ağrısı şikayeti ile başvurduğu başka bir hastanede apandisit tanısıyla açık operasyon ile opere edilmiş. Ameliyat sonrası hastanın semptomlarında herhangi bir iyileşme olmayınca postoperatif beşinci günde kliniğimize konsülte edildi. Görüntüleme yöntemleri dalak torsiyonu ile uyumlu bulundu. Hastada laparoskopik splenektomi yapıldı.
Pediyatrik popülasyonda dalak torsiyonu nedeni bilinmeyen akut veya kronik karın ağrısına neden olabilir. Torsiyonda dalak koruyucu yaklaşım tedavinin ilk amacı olmalıdır ancak komplike vakalarda splenektomi tek tedavi seçeneğidir ve komplike vakalarda bile laparoskopi güvenle kullanılabilir. (SETB-2021-05-156)
Splenic torsion is a rare cause of abdominal pain that may develop due to laxity or absence of the ligaments that stabilize the spleen. A torsioned spleen may present with an acute abdomen clinically and may require urgent surgical intervention. We aimed to discuss three pediatric cases who applied to our clinic with acute abdomen symptoms after splenic torsion and their treatment approaches. Case 1: A 10-year-old female patient presented with complaints of progressive abdominal pain and non-bilious vomiting. On examination, there was abdominal tenderness and palpable fullness in the left lower quadrant. Imaging methods were compatible with splenic torsion. Laparoscopic splenectomy was performed. Case 2: A 4-year-old girl presented with complaints of abdominal pain and non-bilious vomiting. On examination, diffuse tenderness in the abdomen and defense-rebound were positive. Imaging methods were compatible with splenic torsion. On exploration, it was observed that the spleen was torsioned in different directions around the double pedicle. Splenectomy was performed. Case 3: A 5-year-old male patient was operated in another hospital with the complaint of abdominal pain, with the diagnosis of acute appendicitis, with open surgery. However, there was no improvement in the patient’s symptoms after surgery. The patient was consulted to our clinic on the 5th post-operative day. Imaging methods were found to be compatible with splenic torsion. Laparoscopic splenectomy was performed. In the pediatric population, splenic torsion can cause acute or chronic abdominal pain of unknown cause. Splenopexy should be the first goal of treatment in torsion, but splenectomy is the only treatment option in complicated cases and laparoscopy can be used safely even in complicated cases.

LookUs & Online Makale