ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
The Medical Bulletin of Sisli Etfal Hospital - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 50 (1)
Volume: 50  Issue: 1 - 2016
INVITED REVIEW ARTICLE
1.Neonatal hypoglycemia
Ali Bülbül, Sinan Uslu
doi: 10.5350/SEMB.20160223122024  Pages 1 - 13
Hipoglisemi yenidoğan döneminde oldukça sık görülen metabolik sorunlardan birisi olarak kabul edilir. Bununla birlikte özellikle asemptomatik olan bebeklerde tanımlanması, ve tedavisi ile ilgili tartışmalar devam etmektedir. Kullanılan protokollerde kimlerin taranması gerektiği, hangi glikoz değerlerinin tedavi edilmesi gerektiği ile ilgili önemli derecede farklılıklar mevcuttur. Yeni bir bilgi olarak yaşamın ilk 48 saatinde geçici hiperinsülinemi ile birlikte geçici asemptomatik hipoglisemi tanımlanmaktadır. Günümüzdeki kanıta dayalı bulgular; spesifik bir kan glikoz değerini; akut veya kronik geri dönüşümsüz beyin hasarı yapmada veya hipoglisemi tanı ile tedavisini belirlemede desteklememektedir.
Hypoglycemia is one of the most frequent metabolic problems in neonatal period. However, controversy remains surrounding its definition and management especially in asymptomatic patients. Using different protocols, the organizations have significant differences on whom to screen and what levels of glucose should be used for treatment. A new definition is the identification of the first 48 h as a transitional hyperinsulinemic state with transient asymptomatic hypoglycemia. Today evidence does not support a specific concentration of glucose that can be diagnosed as hypoglycemia, or decided to be treated, or can result in acute or chronic irreversible brain damage.

ORIGINAL RESEARCH
2.Neonatal intensive care units in Istanbul (2014-2015)
Sinan Uslu, Aslı Yüksel, Ayşegül Uslu, Bekir Turan, Ali Bülbül, Memet Taşkın Egici, Selami Albayrak, Güven Bektemur
doi: 10.5350/SEMB.20160224114733  Pages 14 - 19
Amaç: Çalışma İstanbul ilinde Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitelerinin (YYBÜ) 2014 ve 2015 yıllarındaki mevcut durumu ve değişikliklerini ortaya koymak amacıyla yapıldı.
Gereç ve Yöntem: Çalışma İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü Kamu Yataklı Sağlık Hizmetleri ve Acil Sağlık Hizmetleri Şube Müdürlüklerinin YYBÜ’lere ait 2014 ve 2015 yılı güncel verileri eşliğinde gerçekleştirildi.
Bulgular: İstanbul’da toplam yenidoğan yatak sayısı 2014 yılı itibarı ile 1870 [1.düzey: 290 (%15,5), 2. düzey: 555 (%29,7), 3.düzey: 1025 (%54,8)] iken bu sayı 2015 yılında %21,2’lik bir artış ile 2268’e [1.düzey: 365 (%16,1), 2. düzey: 685 (%30,2), 3.düzey: 1228 (%53,7)] yükselmiştir. Bu yatakların yaklaşık %27’si kamuya ait sağlık kuruluşlarında yer almaktadır ve ancak %40’ında neonatolog mevcuttur. Hastaların yarısından fazlası 3. düzey yataklarda tedavi görmüştür. İstanbul’da bir yılda doğan bebeklerin 2014 yılında %18,2’sinin 2015 yılında ise %16,1’inin yatarak tedavi aldığı ve bu yenidoğanların da yaklaşık yarısının (2014 yılında %47,8, 2015 yılında %45,3) 3. düzey yataklarda izlendiği dikkati çekmektedir.
Sonuç: İstanbul’da yenidoğan yatağı ve neonatoloji uzmanı sayısı son 1 yılda ciddi oranda (%21,2) artmıştır. Fakat uluslararası düzeyde ele alındığında yenidoğan uzmanı sayısının yetersiz, çalışma düzeninin ve yatak sayılarının dağılımının bozuk olduğu saptanmıştır. Perinatal bakımın bölgeselleştirme çalışmaları acilen başlanmalıdır. Yenidoğan hizmet sunumunun akılcı koşullarda tüm paydaşların katılımı ile değerlendirilerek temel sağlık politikalarında acil eylem planı olarak ele alınması gereklidir.
Objective: The aim of the study was to determine the changes and current status of neonatal intensive care units (NICUs) in process in Istanbul between 2014 and 2015.
Material and Method: The study was performed and evaluated by considering the current data belonging to years of 2014 and 2015 of NICUs from the Public Inpatient Health Services and Emergency Health Services Branch Offices of Istanbul Provincial Health Directorate.
Results: The total number of neonatal beds in Istanbul was 1870 by the year 2014 [Level I: 290 (15.5%), Level II: 555 (29.7%), Level III: 1025 (54.8%)] while this number rose up to 2268 [Level I: 365 (16.1%), Level II: 685 (30.2%), Level III: 1228 (53.7%)] with an increase of 21.2% in 2015. Approximately 27.3% of these beds were located in public health institutions and the rate of neonatologists available was about 40.5% of neonatal beds in Istanbul. More than half of patients were treated in Level III beds. In 2014 18.2% and in 2015, 16.1% of newborn in Istanbul received inpatient treatment during the neonatal period and it is noteworthy that nearly half of them (in 2014 47.8%, in 2015 45.3%) were monitored in Level III beds.
Conclusions: The number of neonatal beds and neonatologists has increased substantially (21.2%) in Istanbul last year. But when it was considered at the international level, the distribution of the number of the neonatal beds was distorted, and the number and working order of neonatologists were inadequate. Regionalization of perinatal care for Istanbul must be performed immediately. The updating of official regulations for ensuring service delivery is required with considering realistic goals and determination of emergency action plan in terms of health policies for newborn health with all participants that give newborn care.

3.Kliniğimizde yatarak takip edilen spontan piyojenik spondilodiskit olgularının retrospektif değerlendirilmesi
Dilek Yildiz Sevgi, Alper Gunduz, Ahsen Oncul, Osman Tanriverdi, Ahmet Sanli Konuklar, Aziz Ahmad Hamidi, Murat Musluman, Nuray Uzun, Ilyas Dokmetas
doi: 10.5350/SEMB.20160105021748  Pages 20 - 25
Objective: Spondylodiscitis is the infection of the intervertebral disc and the adjacent vertebral bodies. Pyogenic Spondylodiscitis often develops following spinal surgery, spontaneous pyogenic spondylodiscitis is rare. Delay in diagnosis due to the absence of specific findings may lead to high morbidity and mortality. In this case series, we aimed to evaluate clinical features, predisposing factors, treatment and results of patients with spontaneous spondylodiscitis followed at our clinic within five years period.
Material and Method: Between 01.01.2007-31.12.2014, files of thirteen consecutive patients diagnosed with spontaneous pyogenic spondylodiscitis and hospitalized in our clinic were studied retrospectively. Diagnosis was based on clinical presentation, laboratory findings like increased white blood cell count, erythrocyte sedimentation rate, C-reactive protein as an evidence of inflammation and also blood or biopsy culture results and magnetic resonance imaging findings consistent with the diagnosis. The demographic characteristics, history, predisposing factors, laboratory and radiological data, microorganism and treatment response of patients were evaluated.
Results: Among the patients eight were male and five female. Ages ranged between 19-87. (Mean: 61) All patients suffered from back pain. Nine patients had fever higher than 38°C, and eight patients had a nerve root compression. There were nine cases with diabetes mellitus, and three of these patients had uncontrolled diabetes mellitus. Three of the patients had end-stage renal disease undergoing dialysis. Duration of symptoms before establishing the diagnosis ranged between 15-180 days. S. aureus was the most common isolated microorganism. All S. aureus isolates were methicillin-sensitive. One of our cases was accompanied by S. aureus meningitis. The affected areas in eight cases were thoracic and and in five cases lumbar vertebra. Treatment was cefazolin in seven patients with MSSA, cefepime in patients with concomitant meningitis and ampicillin sulbactam in one patient with renal failure. One of the cases with isolated Enterococcus spp was treated with ampicillin sulbactam and one with teicoplanin. Patients with isolated Klebsiella spp were treated with levofloxacin. Four patients underwent surgical drainage. All patients responded to treatment.
Conclusion: Spontaneous pyogenic spondylodiscitis is a rare disease. However, in all patients with acute or subacute back pain the diagnosis should be considered particularly in patients with diabetes mellitus or advanced age. Early diagnosis is essential for high cure rate with appropriate medical treatment and surgical intervention if needed.
Amaç: Spondilodiskit intervertebral diskin ve komşu vertebraların infeksiyonudur. Piyojenik spondilodiskit çoğunlukla spinal cerrahiyi takiben gelişir, spontan piyojenik spondilodiskit ise nadirdir. Spesifik bulguların yokluğu nedeni ile tanı gecikmesi yüksek morbidite ve mortaliteye yol açabilir. Bu olgu serisinde beş yıllık periyotta kliniğimizde takip edilen spontan piyojenik spondilodiskit olgularının klinik özellikleri, predispozan faktörler, tedavi ve sonuçların değerlendirilmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: 01.01.2007-31.12.2014 tarihleri arasında kliniğimizde takip edilen spontan piyojenik spondilodiskit tanılı ardışık on üç hastanın dosyası retrospektif incelendi. Tanı olguların klinik bulguları, inflamasyonun laboratuar bulguları olan beyaz küre sayısı, eritrosit sedimentasyon hızı, C-reaktif protein artışı, kan ya da biyopsi kültür sonuçları ve tanı ile uyumlu magnetik rezonans bulguları ile konuldu. Olguların demografik özellikleri, özgeçmişleri, predispozan faktörleri, laboratuar ve radyolojik veriler, üreyen mikroorganizmalar ve tedavi yanıtları değerlendirildi.
Bulgular: Değerlendirilen on üç hastanın sekizi erkek, beşi kadındı. Yaşları 19-87 arasındaydı. (ortalama: 61) Bütün hastalar bel ağrısı şikayeti ile başvurmuştu. Hastaların dokuzunda 38°C ve üzeri ateş, dört hastada duyu kaybı, dört hastada kas güçsüzlüğü olmak üzere sekizinde nörolojik bulgular vardı. Diyabetes mellitus olguların dokuzunda bulunmaktaydı, bu olguların üçünde ise diyabetes mellitus kontrolsüzdü. Olguların üçü son dönem böbrek yetmezliği olup dialize girmekteydi. Tanı öncesi semptom süresi 15-180 gün arasında değişmekteydi. En sık etken S.aureus olarak belirlendi. İzole edilen S. aureus tümünde metisiline hassastı. Olgularımızdan birinde S. aureus menenjiti eşlik
etmekteydi. Etkilenen bölge sekiz olguda torakal, beş olguda lomber vertebraydı. Etkeni MSSA olan olguların yedisinde sefazolin iv ile, menenjit eşlik eden olguda sefepim, bir olguda ise böbrek yetmezliği nedeniyle ampisilin sulbaktam ile tedaviye başlandı. Etken olarak Enterococcus izole edilen olgulardan biri ampisilin sulbaktam, diğeri teikoplanin ile, Klebsiella spp izole edilen ise olgu levofloksasin ile tedavi edildi. Olguların dördüne cerrahi drenaj uygulandı. Tüm hastalarda tedaviye yanıt alındı.
Sonuç: Spontan piyojenik spondilodiskit nadir bir hastalıktır. Ancak akut ya da subakut belağrısı ile gelen her hastada, özellikle diyabetes mellitusu olan ya da ileri yaşta olan hastalarda düşünülmelidir. Erken tanı, uygun medikal tedavi ve gerektiğinde cerrahi müdahale ile iyileşme oranı yüksektir.

4.Cardiac troponin I levels in patients with severe preeclampsia and effect of magnesium sulfate treatment on cardiac troponin I levels
Özgür Çöt, Serkan Kumbasar, Aytek Şık, Mesut Demir, Erman Sever, Elif Sein Sezin Kayaaltı
doi: 10.5350/SEMB.20160107022316  Pages 26 - 32
Amaç: Preeklamptik gebeliklerdeki troponin I değerleri normal gebelerdeki değerlerle karşılaştırılarak preeklampsideki minör myokardiyal hasar araştırmak ve magnezyum sülfat tedavisinin kardiak troponin I düzeyine etkisini incelemek amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya; 25 gebeden oluşan preeklamptik grup (grup 1) ve herhangi bir medikal ve obstetrik sorunu olmayan 25 gebeden oluşan kontrol grubu (grup2) olmak üzere iki grup dahil edildi. Preeklamptik gebelere uygulanan magnezyum sülfat tedavisinden öncesinde ve bitiminde troponin I düzeyleri ile saglıklı gebelerdeki troponın I düzeyleri ölçüldü. Peeklampsi hastalarında magnezyum sülfat tedavisi öncesive sonrası bakılan ortalama serum kardiak troponin I değerleri ile saglıklı gebelerdeki troponin I düzeyleri karsılaştırıldı.
Bulgular: İki grup arasında, demografik özellikler açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0.05). Gruplar arasında ortalama kardiak troponin I değerleri karşılaştırıldığında Grup I’de (0.0944±0.044), Grup II’ye (0.006±0.002) kıyasla yüksek düzeyde ve istatistiksel olarak anlamlı fark olduğu saptandı (p<0.05). Peeklampsi hastalarında (Grup I), magnezyum tedavisi öncesi kardiak troponin I değerinin (0.094±0.044), tedavi sonrası değerlerden (0.0048±0.0017) yüksek olduğu ve istatistiksel olarak anlamlı fark olduğu tespit edildi (p<0.05)
Sonuç: Çalışmamızda, minör miyokardial hasarın bilinen en iyi göstergesi olan troponin I’nın preeklamptik gebelerde kontrol grubuna göre yüksek bulunması, gebelikte hipertansif hastalıklarla ilişkili miyokardial hasarı düşündürmektedir. Ayrıca magnezyum sülfat tedavisinin, troponin I düzeyini azalttığı ve miyokardial hasara neden olmadığı sonucuna varılmıştır.
Objective: It was aimed to investigate minor myocardial injury in preeclampsia by comparing troponin I levels in pregnant women with preeclampsia and normal pregnant women, and to examine the effect of magnesium sulfate treatment on cardiac troponin I levels.
Material and Method: The study included two groups as one preeclemptic group consisting of 25 pregnant women with preeclampsia (group 1) and a control group consisting of 25 pregnant women who do not have any medical or obstetric problem. Mean serum cardiac troponin I levels measured before and after magnesium sulfate treatment in pregnant women with preeclampsia were compared to troponin I levels in healthy pregnant women.
Results: There was no statistically significant difference between the two groups regarding their demographical properties (p>0.05). As for the comparison of mean cardiac troponin I levels between groups, there was marked and statistically significant difference between Group I (0.0944±0.044 ng/mL) and Group II (0.006±0.002 ng/mL) (p<0.05). In patients with preeclampsia (Group I), troponin I levels were higher before magnesium sulfate treatment (0.094±0.044 ng/mL) compared to levels measured after treatment (0.0048±0.0017 ng/mL), and the difference was statistically significant (p<0.05).
Conclusion: In our study, levels of troponin I, which is the best known indicator of minor myocardial injury, was higher in pregnant women with severe preeclampsia compared to the control group, suggesting myocardial injury related to hypertensive diseases in pregnancy. In addition, it was determined that magnesium sulfate treatment reduced troponin I levels and did not cause myocardial injury.

5.Genetic amniocentesis results: analysis of the 3721 cases
Ali Acar, Fedi Ercan, Selman Yıldırım, Hüseyin Görkemli, Kazım Gezginç, Osman Balcı, Harun Toy, Ayşegül Zamani, Sevcan Sarıkaya, Berkan Saya, Metin Çapar, Mehmet Cengiz Çolakoğlu
doi: 10.5350/SEMB.20160103093300  Pages 33 - 38
Amaç: İkinci trimester genetik amniyosentez ile fetal kromozomal anomalileri saptamada 7 yıllık prenatal tanı verilerinin retrospektif olarak analizi.
Gereç ve Yöntem: Veriler Meram Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı’nda Ocak 2007 ile Ocak 2014 tarihleri arasında yapılan ikinci trimester genetik amniyosentezlerin amniyosit kültürü sitogenetik analizi verilerinden oluşturulmuştur. Amniyosentez için ana endikasyonlar ileri anne yaşı, anormal maternal serum taraması sonuçları ve anormal ultrason bulgularından oluşmaktadır.
Kromozomal anomaliler; otozomal anöploidiler, seks kromozomu anöploidileri, poliploidiler ve yeniden düzenlenmeleri kapsamaktadır.
Bulgular: Kromozomal anomalilerin teşhisi için toplam 3721 amniyosentez yapıldı. Bunların 1677’si (%45.1) anormal maternal serum taraması sonuçları, 1332’si (%35.8) ileri anne yaşı, 586’sı (%15.8) anormal ultrason bulguları ve 126’sı da (%3.3) diğer nedenlerle yapıldı. Kromozomal anomali toplam 131 (%3.6) vakada tespit edildi. Bunların 53’ü ileri anne yaşı, 37’si anormal serum tarama testi sonucu, 34’ü anormal ultrason bulguları ve 7’si diğer nedenlerle amniyosentez yapılan vakalardı. Kromozomal anomali teşhis edilen hastaların 106’sında (%80.9) sayısal kromozomal anomali vardı. Diğer 25 (%19.1) hastada ise yapısal kromozomal anomali tespit edildi.
Sonuçlar: Verilerimiz terminasyon konuları ve sonraki gebelikler ile ilgili olarak günlük pratikte uygun genetik danışmanlık sağlanabilmesi için bir veritabanı sağlayabilir.
Objective: To retrospectively investigate the 7-year experience of prenatal diagnosis of feral chromosome aberrations by second-trimester genetic amniocentesis.
Material and Method: Data were collected at Meram Medical Faculty Obstetric and Gynecology Department between January 2007 and January 2014 from cytogenetic analyses of cultured amniocytes from second-trimester amniocentesis. The main indications for amniocentesis included advanced maternal age, abnormal maternal serum screening results, and abnormal ultrasound findings. Chromosome aberrations included autosomal aneuploidies, sex chromosome aneuploidies, polyploidies, and rearrangements.
Results: A total of 3702 amniocenteses were performed and analyzed for chromosome aberrations. Among these, 1677 (45.1%) were for abnormal maternal serum screening results, 1332 (35.8%) for advanced maternal age, 586 (15.8%) for abnormal ultrasound findings, and 126 (3.3%) for other reasons. Chromosome aberrations were detected in 131 (3.6%) cases, including fetuses of 53 older mothers, 37 mothers with abnormal serum screening results, 34 mothers with abnormal ultrasound findings, and 7 mothers with other reasons for amniocentesis. Of fetuses with chromosome aberrations, 106 (80.9%) had numerical chromosomal disorder. The other 25 (19.1%) cases included structural chromosomal disorder.
Conclusions: For daily practice, our data could offer a database for proper genetic counseling, such as termination issues and future pregnancies.

6.Evolution of intima media thickness and breast arterial calcifications as cardiovascular risk factor, effect of pregnancy and breast feeding
Gülşen Demircan, Deniz Özel, Betül Duran Özel, Fuat Özkan, Ahmet Mesrur Halefoğlu, Alper Özel, Fatma Rana Özbey
doi: 10.5350/SEMB.20160107014832  Pages 39 - 44
Amaç: Retrospektif çalışmamızda ana karotid arterde intima media kalınlığı ölçümünün ve meme arter kalsifikasyonlarının, kardiyovasküler risk belirteci olarak değerlendirilmesini, gebelik sayısı ve emzirme süresinin katkısını ölçmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya, Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi Radyoloji Kliniği’ne başvuran ve mammografide meme arter kalsifikasyonu bulunan 40, meme arter kalsifikasyonu (MAK) bulunmayan aynı sayıda olgular katıldı. Tüm olguların kardiyovasküler risk faktörleri not edildi. Karotis arter intima media kalınlıkları (İMK) ölçüldü. Gebelik ve emzirme süreleri kaydedildi.
Bulgular: Yaş ile MAK ve İMK arasında anlamlı ilişki saptandı. İMK artışı olan olgularda kardiyovasküler risk faktörleri daha yüksek bulundu (1.82 ye karşın 1.33). MAK bulunan olgularda bulunmayanlar ile karşılaştırıldığında artmış kardiyovasküler risk faktörü bulunmadı (Her iki grupta 1.675 olarak hesaplandı). Gebelik ve emzirme süresinin İMK ve MAK ilişkisi saptanmadı.
Sonuç: Kardiyovasküler risk belirteci olarak İMK artışı MAK a kıyasla daha güvenilir bir parametredir. Gebelik sayısı ve emzirme süresi İMK ve MAK üzerine etkisi bulunmamaktadır.
Objective: The aim of retrospective study was to evaluate intima media thickness (IMT) of common carotid artery and breast arterial calcifications (BAC) as indicator of cardiovascular risk factors. We also aimed to evaluate contribution of pregnancy count and total time spent on breast feeding to BAC and IMT.
Material and Method: This study included 40 patients with BCI and 40 patients without BCI, referred to Taksim Research and Education Hospital Radiology Clinic. All individuals cardiovascular risk factors were noted and common carotid artery IMT was measured with color doppler imaging. Number of pregnancies and time spent on breast feeding were also noted.
Results: There was statistically significant relation between age and IMT, BCI both. Patients with increased IMT had higher cardiovascular risk factors compared to normal cases (1.82 against 1.33). There was not different cardiovascular risk factor value between BAC positive and negative patients (Same as 1.675). We could not find any effect of number of pregnancies and time spent on breast feeding to IMT and BAC.
Conclusion: IMK was a better indicator of cardiovascular disease compared to BAC. We could not find any any effect of number of pregnancies and time spent on breast feeding to IMT and BAC.

7.The risk factors for contralateral paratracheal lymph node metastases in papillary thyroid cancer
Evren Besler, Nurcihan Aygün, Emre Bozdağ, Bülent Çitgez, Sıtkı Gürkan Yetkin, Mehmet Mihmanlı, Mehmet Uludağ
doi: 10.5350/SEMB.20160110092756  Pages 45 - 51
Amaç: Papiller tiroid kanserinde lenf bezi metastazı sık görülür. Bu çalışmada; papiller tiroid kanserinde karşı paratrakeal lenf bezi metastazı oranı, karşı taraf lenf bezi metastazı için risk faktörleri ve bunların lenfatik diseksiyon alan genişliğine etkilerinin değerlendirilmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntemler: Papiller tiroid kanseri tanılı, tiroidektomi ile birlikte santral ve/veya terapötik lateral boyun diseksiyonu uygulanan, ortanca yaş 44 (16-75) olan 27 (19K, 8E) hastanın verileri incelendi. Karşı taraf paratrakeal metastaz gelişimi üzerine yaş, cinsiyet, ekstratiroidal yayılım, multifokalite, bilateralite, lenfovasküler invazyon, T evresi, prelaringeal metastaz varlığı, pretrakeal lenf bezi metastazı, aynı taraf paratrakeal lenf bezi metastazı, lateral metastaz varlığının etkisi değerlendirildi. İstatistik olarak ‘’Ki-kare’’ ve ‘’Fisher’in kesin olasılık’’ testleri kullanıldı.
Bulgular: Bu hastalara total tiroidektomiye ek olarak bilateral santral diseksiyon ve 12’sine ek olarak terapötik lateral boyun diseksiyonu uygulandı. T evresi sırasıyla T1: 16 (%59.3), T2: 7 (%25.9), T3: 4 (%14.8) idi. Karşı paratrakeal metastaz gelişimi lateral metastaz (%100 vs %47.6; p=0.05) varlığında anlamlı olarak yüksek bulundu.
Sonuç: Papiller tiroid kanserinde lenf nodu metastazı sık olup, öncelikle aynı taraf paratrakeal bölge lenf bezlerinde metastaz ortaya çıkmaktadır. Lateral metastazlı hastalarda karşı taraf paratrakeal metastaz gelişme riski daha yüksektir. Ameliyat öncesi veya peroperatif olarak lateral ve/veya lenf bezi metastazı saptanması, bilateral santral boyun diseksiyonu yapılmasında dikkate alınmalıdır.
Objective: Lymph node metastasis is frequently seen in papillary thyroid cancer. In the present study, we aimed to evaluate the rate and risk factors for the contralateral paratracheal lymph node metastasis in papillary thyroid cancer and to evaluate the effect of risk factors on the extent of the lymphatic dissection.
Materials and Methods: Twenty-seven patients (19 female, 8 male) with a median age of 44 (range 16-75), who underwent total thyroidectomy with central neck dissection with or without therapeutical lateral neck dissection were examined. The effects of the age, gender, extrathyroidal extension, multifocality, bilaterality, lymphovascular invasion, T stage, prelaryngeal, pretracheal, ipsilateral paratracheal and lateral lymph node metastasis on the contralateral paratracheal metastasis were evaluated. ‘Chi-square’ and ‘Fisher’s exact’ tests were used for statistical analyses.
Results: All patients underwent total thyroidectomy with bilateral central neck dissection. Additionally 12 patients out of 27 underwent therapeutical lateral neck dissection. T stages were classified as T1: 16 (59.3%), T2: 7 (25.9%), T3: 4 (14.8%) respectively. The occurance of contralateral paratracheal metastasis was found significantly higher in the cases having lateral metastasis (100% vs 47.6; p=0.05).
Conclusions: Lymph node metastasis is frequently seen in papillary thyroid cancer and primarily occurs in the ipsilateral paratracheal area. The rate of contralateral paratracheal metastasis is higher in the patients with lateral lymph node metastasis. The lateral lymph node metastases detected pre or peroperatively should be considered for the bilateral central neck dissection.

8.The mid-term clinical results of the cases with hip prosthesis under the age of 55
Hakkı Yıldırım, Mehmet Mesut Sönmez, Meriç Uğurlar
doi: 10.5350/SEMB.20160207081857  Pages 52 - 59
Amaç: 55 yaş altı hastalarda uyguladığımız kalça protezlerin orta dönem sonuçlarının değerlendirilmesini amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza koksartroz nedeni ile total kalça artroplastisi yapılan ve orta dönem klinik ve radyolojik takipleri değerlendirilebilen 55 yaş ve altı (ortalama 40.8, dağılım 21-55) 38 hastanın (25 kadın, 13 erkek) toplam 54 kalçası dahil edildi. Klinik değerlendirme ameliyat öncesi ve sonrasında Harris Kalça skorları ile yapıldı. Hastalarımızın ameliyat sonrası hayat kaliteleri short form - 36 (SF-36) değerlendirme anketi ile yapıldı. Bu sonuçlar karşılaştırıldı.
Bulgular: Olgularımızın yaş ortalaması 40.8 (dağılım 21 –55 yaş) idi. Ameliyat öncesi ortalama 36.62 olan Harris Kalça Skoru, ameliyat sonrası yapılan son kontrolde ortalama 86.56 olarak bulundu. Olgularımızın %76.4’ünde iyi ve mükemmel sonuç elde edildi. Olgularımızın ameliyat sonrası SF-36 skorları 50 puan ve üzerinde olduğu için hayat kalitesinin iyileştiği sonucuna varıldı. Ameliyat memnuniyeti
sorgulandığında 1 hasta hariç diğer hastalar ameliyat öncesine göre daha iyi olduklarını ve ameliyattan memnun olduklarını vurguladılar. Memnun olmayan bir hasta ameliyat sonrası dönemde enfeksiyon gelişen, birden fazla ameliyat olması gereken ve bu ameliyatlar sonucunda kalıcı siyatik sinir paralizisi oluşan hastamız idi.
Sonuç: Genç hastalarda tedavi için tercih edilen kalça artroplastisi ameliyatının orta dönemde iyi sonuçlar verdiğini ve yaşam kalitesini arttırdığını düşünüyoruz.
Objective: We aimed to evaluate the mid-term results of the hip prostheses we implanted in relatively young patients under the age of 55.
Material and Method: Fifty-four hips of 38 patients (25 female, 13 male) who are 55 and under years of age (mean 40.8, distribution 21-55), and whom underwent Total Hip Arthroplasty (THA) due to coxarthrosis, with mid-term clinical and radiological follow-ups available to evaluate were involved in the study. The clinical evaluation was performed with Harris Hip Scores before and after surgery.
The postoperative life qualities of our patients were measured by using Short Form - 36 (SF-36) evaluation survey. The obtained results were compared.
Results: The average age of our cases was 40.8 (distribution 21-55) years. The average Harris Hip Score of which was 36.62 before surgery was found 86.56 in the final check after surgery. Good and perfect results were obtained in 76.4% of our cases. It was concluded that the life quality of the patients got better due to their SF-36 scores of 50 points and above. When the patient satisfaction was questioned, except for 1 patient, all patients stated that they were satisfied and were better than before surgery. The one who has not been satisfied was the patient who had infection after surgery, required mulitple operations and developing permanent sciatic nerve paralysis after these operations.
Conclusion: We think that the hip arthroplasty surgery preferred for the treatment of young patients gave better results in the mid-term and increased the quality of life.

9.Efficacy of radiofrequency ablation in the treatment of hepatic metastases of non-colorectal cancers
Doğa Özdemir Kalkan, Cem Yücel, Suna O. Oktar, Mustafa Sare, Mustafa Benekli
doi: 10.5350/SEMB.20151211031153  Pages 60 - 69
Amaç: Kolorektal dışı kanserlerin karaciğer metastazlarında radyofrekans ablasyon (RFA) yönteminin tedavideki etkinliğinin değerlendirilmesi.
Gereç ve Yöntem: Karaciğere metastatik kolorektal dışı kanser tanısı almış, toplam lezyon sayısı 101 olan 28 hasta (17 kadın, 11 erkek) retrospektif kohort çalışmamıza dahil edildi. Çalışmamızda 95 (%94.1) lezyona ultrasonografi eşliğinde RFA uygulanırken, 6 (%5.9) lezyona cerrahi rezeksiyon yapılmıştı. Tanı anında 10 (%35.7) olguda tek lezyon, 18 (%64.3) olguda multipl lezyon bulunmaktaydı. Ablasyon yapılan ortalama lezyon sayısı 2 (1-6) ve ortalama boyut 2.4 (0.9-5.2) cm olarak belirlendi. Tüm olgular kemoradyoterapi almıştı.
Bulgular: RFA sonrası 1 (%3.5) olguda portal ven trombozu, 2 olguda (%7) karaciğer apsesi gelişti. Ortalama takip süresi 17 (1-51) aydı. 17 (%76) olguda ilk takipte tam ablasyon sağlandı. Rekürrens saptanan 7 olguda 13 seans reRFA uygulandı. Takipte 6 (%21) olguda yaygın hepatik metastaz, 16 (%57) olguda karaciğer dışı hastalık izlendi. 9 (%32) olgu yaygın hastalık nedeniyle kaybedildi.
Sonuç: Sonuçlarımız RFA’nın kolorektal dışı kanserlerin karaciğer metastazlarında, özellikle de meme kanseri ve nöroendokrin tümörlere ait metastazlarda umut verici bir tedavi alternatifi olduğunu göstermektedir. Hastalıksız ve genel sağkalımı etkileyen en önemli parametre ise lezyon sayısı olarak görülmektedir.
Objective: To determine the efficacy of radiofrequency ablation (RFA) method in treatment of hepatic metastases of non-colorectal cancers.
Material and Method: This retrospective cohort included 28 patients (17 women, 11 men) diagnosed with a total of 101 hepatic metastases of non-colorectal cancers. RFA under sonographic guidance was administered to 95 (94.1%) of lesions, while surgical resection was performed for 6 (5.9%) metastases. At the time of diagnosis, 10 (35.7%) of patients had a single lesion; whereas 18 (64.3%) patients had multiple lesions. Average number of ablated lesions was 2 (range, 1 to 6) and their average diameter was 2.4 cm (range, 0.9-5.2 cm). All patients routinely received chemoradiotherapy.
Results: Portal venous thrombosis and liver abscess were detected after RFA in 1 (3.5%) and 2 patients (7%), respectively. Mean duration of follow-up was 17 months (range, 1-51 months) and complete ablation was accomplished in 17 (76%) of our series. Thirteen sessions of repetitive RFA was performed in 7 cases with recurrent disease. During the follow-up period, widespread hepatic metastases and extra hepatic disease were encountered in 6 (21%) and 16 (57%) patients, respectively. Mortality occurred in 9 (32%) patients due to disseminated disease.
Conclusion: Our results indicate that RFA can be a promising therapeutic alternative in patients with hepatic metastasis of non-colorectal cancers, particularly breast cancer and neuroendocrine tumors. Number of lesions is the most important parameter likely to affect the overall and disease free rates of survival.

10.Level of knowledge of the nurses work in a public hospital about the prevention of catheter associated urinary tract infections
Yıldız Köse, Yeliz Leblebici, Selma Şen Akdere, Hatice Çakmakçı, Serap Ötünçtemur, Memet Taşkın Egici, Güven Bektemür
doi: 10.5350/SEMB.20151216103044  Pages 70 - 79
Amaç: Araştırma, İstanbul Şişli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde çalışan hemşirelerin, üriner sistem enfeksiyonlarını önlemek üzere üriner kateter kullanımına ilişkin bilgi durumlarını değerlendirmek amacıyla yapılmıştır.
Gereç ve Yöntem: Hastanede çalışan toplam 469 hemşirenin 111’i yoğun bakım, 271’i klinik hemşiresi olmak üzere %82’sine tanımlayıcı nitelikte anket uygulanmıştır. Veriler, hemşirelerin demografik özelliklerini, bilgi durumlarını belirlemeye yönelik 5 puanlı likert türünde hazırlanmış anket formu ile toplanmış, sayı, yüzde, aritmetik ortalama, tek yönlü Anova ve Kruskal Wallis testleri kullanılarak değerlendirilmiştir.
Bulgular: Ön lisans düzeyinde eğitim seviyesinde, 30 yaş üstünde, bayan, mesleki deneyimi 11-15 yaş arasında olan hemşirelerin katater ile ilişkili üriner sistem enfeksiyonlarının önlenmesinde bilgi durumlarının diğer gruplara göre yüksek olduğu saptanmıştır. Yoğun bakım hemşirelerinin üriner kateterizasyonun endikasyonları ve kateteri olan hastada dikkat edilecek genel noktalar konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıkları, üriner kateteri yerleştirme sırasındaki uygulamalara ilişkin bilgi durumlarının da yeterli olduğu belirlenmiştir.
Sonuç: Araştırma, hemşirelerin eğitim durumunun, yaşının, cinsiyetinin ve mesleki deneyim sürelerinin kateter ile ilişkili üriner sistem enfeksiyonları önleme konusundaki bilgi durumlarını etkilediğini göstermiştir. Hemşirelerin kateter ilişkili üriner sistem enfeksiyonları hakkında yeterli eğitim almadıkları saptanmıştır. Üriner kateteri yerleştirme sırasındaki uygulamalara ilişkin bilgi durumlarının yeterli olduğu fakat kateter bakımı, idrar torbası kullanımı ve üriner kateterizasyonun endikasyonları konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıkları saptanmıştır.
Objective: To evaluate the level of knowledge of the nurses in Sisli Hamidiye Etfal Training and Research Hospital, Istanbul, about the use of a urinary catheter to prevent urinary tract infections.
Materials and Method: A descriptive research was held in 82% of a total of 469 nurses, 111 of whom work in intensive care unit, and 271 work in the clinics and a survey was performed. Data was collected by using a five-point Likert type survey which was prepared to show demographic features and level of knowledge. The numerical values, percentages and the arithmetic mean were evalueted with Oneway Anova and Kruskal-Wallis tests.
Results: The level of knowledge of nurses who have associate degree, older than 30 years, woman in gender, and have duration of professional experience of 11-15 years were found to be higher, compared to the others in prevention of catheter-associated urinary tract infections. ICU nurses have inadequate knowledge about necessary points to put urinary cathateter and what they should pay attention to care of patients who have a cathateter but; they have sufficient info about procedure to putting the catheteter.
Conclusion: The study showed that the education level, age, gender and experience of nurses affect their status of knowledge of preventing catheter-associated urinary tract infections. It was detected that the nurses didnt receive adequate training on catheter-associated urinary tract infections. They were detected to have sufficient information on how to insert a urinary catheter, but not enough information on catheter care, use of urine bags and the intidactions of urinary catheterization.

CASE REPORT
11.Treatment of serous maculopathy associated with optic disc pit without vitrectomy: a case presentation
Mehmet Demir, Dilek Güven, Zeynep Acar, Erdem Ergen
doi: 10.5350/SEMB.20151005010228  Pages 80 - 83
Amaç: Optik disk pitine bağlı gelişen seröz makülopati olgusunun lazer fotokoagülasyon ve gaz enjeksiyonu ile tedavisini sunmak.
Olgu: Yirmi bir yaşında bayan hasta sol gözde bulanık görme şikayeti ile başvurdu. Yapılan muayenede sol gözde optik diskte pit, düzeltilmiş en iyi görme keskinliği 20/400 (Snellen), merkezi maküla kalınlığı (MMK) 768 µm ve göz içi basıncı 15 mm Hg olduğu görüldü. Optik koherens tomografide seröz makülopati izlendi. Sağ göz normal idi. Sol göze parasentezi takiben 0.3 ml perfloropropan (C3F8) gazı vitreus boşluğuna verildi. Üç gün süresince, günde 5 saat yüz üstü pozisyon verildi. Optik disk temporaline lazer fotokoagülasyon yapıldı. Gaz enjeksiyonundan sonra topikal brinzolamide %1 ve topical ketorolak tromethamine 2x1/gün üç ay boyunca kullanıldı. Otuzaltı aylık takip sonunda düzeltilmiş görmesi 20/40 seviyesine çıktı ve MMK düzeldi. Göz içi basıncında değişim olmadı.
Sonuç: Optik disk pitine bağlı seröz makülopati tedavisinde perfloropropan gaz enjeksiyonu ve lazer fotokoagülasyonuna ilave topikal medikasyon etkili ve güvenli bulundu.
Objective: To report an serous maculopathy associated with optic disc pit which was treated with gas injection and laser photocoagulation.
Case: A 21-year-old female was admitted with blurred vision in the left eye. Optic disc pit was detected in the left eye. Best corrected visual acuity (BCVA) was 20/400 (Snellen), central macular thickness (CMT) was 768 µm and intraocular pressure was 15 mmHg in the left eye. Right eye was normal. After corneal paracentesis, 0.3 ml perfluoropropane (C3F8) gas was injected into vitreous cavity and the patient was advised to assume facedown position for 3 days. Laser photocoagulation was performed on the temporal side of the optic disc. Topical brinzolamide 1% and topical ketorolac tromethamine were used 2x1/day for 3 months after gas injection. At 36th month BCVA was 20/40, CMT reduced. No change in intraocular pressure was observed during follow up.
Conclusion: Perfluoropropane injection and laser photocoagulation with topical medication were effective and safe for serous maculopathy associated with optic disc pit.

12.Unilateral optic nerve hypoplasia and amblyopia
Mehmet Demir, Dilek Güven, Delil Özcan, Erdem Ergen
doi: 10.5350/SEMB.20151127034034  Pages 84 - 86
Amaç: Tek taraflı optik sinir hipoplazisine bağlı olarak gelişen ambliyopi olgusu sunumu.
Olgu: On üç yaşında kız çocuk sağ gözünde az görme şikayeti ile başvurdu. Yapılan oftalmolojik muayenesinde sağ gözde görme keskinliği 2/20 (-0.75), sol gözde ise 20/20 (-0.75-0.25 *88) idi. Glob hareketleri, göz içi basıncı ve ön segment muayenesi her iki gözde normaldi. Arka segment muayenesinde sağ gözde optik sinir hipoplazisi (OSH) ve optik diskin çevresinde hipopigmente sarı halka görüldü. Retina sinir lifi tabakası sağ gözde sol gözden daha ince idi. Retinanın damar yapılanması normal izlendi. Klinik muayeneye ilave olarak optik koherens tomografi (OKT), fundus flöresan aniyografisi (FFA) ve görsel uyarılmış potansiyel (VEP) tetkikleri yapıldı.
Sonuç: OSH’ne bağlı ambliyopi sık olmamakla birlikte ambliyopinin nedenleri araştırılırken akılda tutulmalıdır.
Objective: To present a case who has amblyopia secondary to unilateral optic nerve hypoplasia.
Case: A 13 year-old girl presented with low visual acuity in the right eye. In her complete eye examination, her best corrected visual acuity was 2/20 right eye (OD) with -0.75 and 20/20 left eye (OS) with -0.75-0.25x88. The globe movements, intraocular pressure and anterior segment examination was normal in both eyes. Examination of posterior segment showed optic nerve hypoplasia (ONH) with hypopigmented ring surrounding the optic disc in the right eye. Retinal nerve fiber layer was thinner in the right eye than the left eye. Retinal vasculature was normal in both eyes. In additon to clinical examination, both eyes were evaluated with optical coherence tomography (OCT), funds fluorescein angiography (FFA) and visual evoked potential (VEP).
Conclusion: Amblyopia secondary to ONH is not common but it should be kept in mind as a cause of amblyopia.

13.Severe post-tonsillectomy haemorrhage treated with selective embolisation: a pseudoaneurysm of the lingual artery
Özlem Ünsal, Didem Rıfkı, Ender Uysal, Berna Uslu Coşkun
doi: 10.5350/SEMB.20150624120633  Pages 87 - 89
Adenotonsillektomi sonrası 13, 34 ve 40. günlerde masif orofarengeal kanama ile başvuran 5 yaşında kadın hasta vasküler patolojiden şüphelenilerek anjiyografi ile değerlendirildi. Anjiyografide sağ lingual arterde psödoanevrizma tespit edilerek koil ile embolize edildi. Gecikmiş, tonsillektomi sonrası ciddi kanamalarda vasküler patolojiler mutlaka akla getirilmelidir. Anjiyografi bu hastaların hem tanı hem de tedavisinde etkili bir girişimdir.
A 5 year old female patient with massive oropharyngeal haemorrhages in 13th, 34th, and 40th days after an adenotonsillectomy is evaluated by angiography because of a suspected vascular abnormality demonstrated a pseudoaneurysm of the right lingual artery. In angiography pseudo aneurysm was found and the affected artery was coil embolisated. Vascular pathologies should be considered in the delayed, severe post tonsillectomy haemorrhages. Angiography is an effective intervention for both diagnosis and treatment of these patients.

14.Postpartum hemorrhage due to inferior epigastric vein injury
Mehmet Baki Şentürk, Hakan Güraslan, Mesut Polat, Ömer Birol Durukan
doi: 10.5350/SEMB.20151210081626  Pages 90 - 92
Amaç: Postpartum kanama maternal mortalitenin önde gelen nedenlerindendir. Postpartum kanama genital organlardan çoğunlukla da uterin atoniden kaynaklanır ve nadiren genital organ dışındaki organlardan da kaynaklanabilir. İnferior epigastrik damarların yaralanmasına bağlı kanamalar postpartum kanamalara neden olabilir. Bu nadir bir durum olmasına rağmen morbidite hatta mortaliteye
neden olabilr.
Olgu: Preeklampsi tanısı ile takip edilen ve sezeryan ile doğum yapan hastada Pfannenstiel insizyon sonrasında batın duvarının çekilmesine bağlı inferior epigastrik ven yaralanması sonrasında gelişen postpartum kanama olgusu sunulmaktadır.
Sonuç: Postpartum kanamadan şüphelenildiği zaman eğer genital organlara bağlı kanama yoksa diğer organlar dikkatli muayene edilmelidir. Özellikle de sezeryan olmuş olgularda insizyon bölgesi mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.
Objective: Postpartum hemorrhage is one of the leading causes of maternal mortality. Postpartum hemorrhage originates from the genital organs primarily as uterine atonia, and although extremely rare, it may also originate from reasons other than the genital organs. Inferior epigastric vascular damage may be the origin of postpartum hemorrhage and despite its rarity, can cause morbidity and even mortality.
Case: We present a case, who is being followed up for severe pre- eclampsia in whom inferior epigastric venous injury occurred in relationship with blunt widening of a Pfannenstiel incision during caesarean section operation.
Conclusion: Although extremely rare, in cases thought to be postpartum hemorrhage, especially if there is no vaginal bleeding and the uterus has contracted, causes other than the pelvic organs must be suspected.

LookUs & Online Makale