ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
The Medical Bulletin of Sisli Etfal Hospital - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 46 (3)
Volume: 46  Issue: 3 - 2012
ORIGINAL RESEARCH
1.The factors that affect breastfeeding in children over two years and followed by the Child Health Surveillance Clinic
Lida Güneş Bülbül, Ayşe Gül Özcan, Sadık Sami Hatipoğlu
Pages 101 - 107
Amaç: Yaşamın ilk iki yılında anne sütü ile beslenmeye etki eden faktörlerin belirlenmesi.
Yöntemler: Ocak 2011 - Mayıs 2012 tarihleri arasında, Sağlam Çocuk Polikliniğinden doğumundan itibaren düzenli olarak takip edilen, 2 yaşını doldurmuş süt çocukları alındı. Bebeklerin izlem dosyalarından doğum öncesi ve sonrası bilgileri kaydedildi. Ailenin sosyoekonomik durumu ve annenin doğum öncesi ve sonrası emzirme eğitimi alma durumu anket görüşmesi yapılarak kaydedildi. Çalışma sonucunda elde edilen verilerin yalnız anne sütü ile beslenme ve toplam anne sütü ile beslenme sürelerine etkisi araştırıldı.
Bulgular: Çalışma 200 çocuk ile tamamlandı. Hastaların %57,5’i erkek ve %56’sı sezaryen ile doğmuştu. Yalnız anne sütü alma süresi ortalama 4,3±2,0 ay, toplam anne sütü alma süresi 16,4±7,7 ay ve ilk 6 ay yalnız anne sütü alma oranı %37,5 idi. Annenin eğitim düzeyinin yüksek olması ile ailenin gelir düzeyi artması ve annenin çalışıyor olmasının toplam anne sütü süresini olumsuz etkilediği saptandı (sırasıyla p: 0,009,
p: 0,024, p: 0,001). Doğum öncesi emzirme eğitimi alan anne sayısı 21 (%10,5), doğum sonrası emzirme eğitimi alan anne sayısı 163 (%81,5) idi. Doğum sonrası anne sütü ile beslenme eğitimi alan annelerin yalnız anne sütü ve toplam anne sütü alma sürelerinin yüksek olduğu belirlendi (sırasıyla p: 0,001 ve p: 0,000). Bebekler bir yaşına geldiğinde emzirmeye devam eden anne sayısı 136 (%68) idi. Bir yaşından sonra emzirme eğitimi desteği alan annelerin toplam anne sütü alma süresinin daha fazla olduğu belirlendi (p: 0,001).
Sonuçlar: Yaşamın ilk iki yılında toplam anne sütü ile beslenme oranının arttırılması çabasında, bir yaşından sonra emzirme eğitimi desteğinin sağlanması önemli bir faktör olarak saptanmıştır.
Objective: The aim of this study is to determine factors which effect breastfeeding in children in the first 2 years of life.
Methods: The study included infants attained 2 years of age who are followed by the Child Health Surveillance Clinic regularly since the birth, between January 2011 - May 2012. Infants prenatal and postnatal datas were collected from medical records. Socioeconomic state of family and mother’s prenatal/postnatal breastfeeding education recorded by survey interview. The factors which effects the exclusive breastfeeding and total breastfeeding time were investigated.
Results: The study was completed with 200 children. Among the study group 57.5% were male and 56% born with cesarean delivery. Mean exclusive breastfeeding time was 4.3±2.0 months and total breastfeeding time was 16.4±7.7 months and the ratio of exclusive breastfeeding in first 6 months was 37.5%. With mother’s higher education level, improvement of family’s income and working mother affected total breastfeeding time negatively (p: 0.009, p: 0.024, p: 0,001 respectively). 21 mothers educated for breastfeeding prenatally (%10,5), 163 mothers educated postnatally (%81,5). Mothers educated postnatally for breastfeeding had longer time for exclusive breatfeeding and total breastfeeding (p: 0,001 and p: 0.000, respectively). 131 mothers continued breastfeeding when their children attained 1 year of age. Mother’s who supported for breastfeeding after 1 year of age was found statistically significant longer total breastfeeding time (p: 0,001).
Conclusion: Among the efforts to increase total breastfeeding ratio at the first 2 years of life, support of breastfeeding education after 1 year determined as an important factor.

2.Effect of levosimendan on myocardial performance and arrhythmia in patients with advanced heart failure
Havva Sezer, Güzin Zeren Öztürk, Mehmet Hurşitoğlu, Osman Kara, Ilker Jordan, Tufan Tükek
Pages 108 - 114
Amaç: Kalsiyum duyarlaştırıcı ajanlardan olan levosimendan ileri kalp yetmezliği tedavisinde kullanılan farmakolojik ajanlardan biridir. Kardiyak performansı arttırdığı bilinmekte ancak aritmi gelişimi üzerine etkisi iyi bilinmemektedir. Bizim çalışmamızın amacı levosimendanın inotropik etkisi ve süresini saptamak ve aritmiye neden olup olmadığını araştırmaktır.
Yöntem: Evre III-IV kalp yetmezliği olan sinüs ritmindeki 24 hasta çalışmaya alındı. Beyin natriüretik peptid (BNP), ekokardiyografi (EKO), 24 saatlik ritim Holter, kalp hızı değişkenliğinin (KHD) analizi, sinyal ortalamalı EKG yapıldı. Levosimendan infüzyonu öncesi ve sonrası [1, 15 (BNP ve EKO sadece), 28’inci günlerinde] bu testler tekrarlandı.
Bulgular: BNP düzeyleri başlangıca göre 1. günde azaldı; 15 ve 28. günlerde arttı. Sol ventrikül ejeksiyon fraksiyon’u ilk gününde önemli ölçüde arttı; 15 ve 28. günlerde azaldı ve bu değişim istatistiki olarak anlamlı bulundu. Miyokardiyal performans indeksinin (Tei İndeksi) değeri anlamlı olarak ilk günde azaldı. Geç potansiyel pozitifliği başlangıçta 7 hastada tespit edildi. Tedavi sonrasındaki 1. günde 5 ve 28. günde 8 hastada tespit edildi. Atriyal fibrilasyon ile ilgili olarak, başlangıca göre tedavi sonrası anlamlı artış tespit edilmedi. 28 gün de RR sürelerinin standart sapması (SDNN) ve ortalama RR sürelerinin standart sapması (SDANN) değerlerinde anlamlı ölçüde artış saptandı.
Sonuç: Levosimendanın sol ventrikül performansını arttıran ve KHD analizlerinde kismi düzelme sağlayan etkisi vardır aritmi gelişimini arttırıcı etkisi yoktur.
Objective: The calcium sensitizer levosimendan is one of the best documented pharmacological agents used in the management of advanced heart failure syndromes. It improves cardiac performance, but It’s effect on arrhythmia development is not investigated well. The aim of this study was to determine the inotropic effect of levosimendan and its duration and to investigate whether it caused arrhythmia.
Methods: Twenty-four patients (in sinus rhythm) with stage III-IV heart failure were enrolled in the study. Brain natriuretic peptide (BNP), echocardiography, 24-hour rhythm Holter, heart rate variability analysis (HRV), signal-averaged ECG were performed. These tests were repeated on days 1, 15 (BNP and echocardiography only), and 28 following levosimendan infusion therapy.
Results: Brain natriuretic peptide level was reduced on day 1. and increased on days 15. and 28. left ventricular ejection fraction was increased significantly on the first day and reduced on days 15 and 28, however the difference remained significant. Reduction of miyocardial performance index (Tei İndex) was significantly on the first day. Late potential positivity was found in 7 patients at the baseline. After treatment it was found in 5 patients on Day 1 and in 8 patients on day 28. Regarding atrial fibrillation, no difference was found compared to the baseline. Standard deviation of all normal RR intervals (SDNN) and Standard deviation of average NN (RR) intervals (SDANN) increased significantly
on day 28.
Conclusion: Levosimendan increases left ventricular performance and does not have an effect on arrhythmia development and provides partial improvement in HRV analysis.

3.Ventilator-associated pneumonia rate and causative microorganisms in an anesthesia intensive care unit
Yakup Tomak, Ayşe Ertürk, Ahmet Şen, Başar Erdivanlı, Aysel Kurt
Pages 115 - 119
Amaç: Yoğun Bakım Ünitelerinde en sık görülen nozokomiyal enfeksiyon pnömonidir. Nozokomiyal pnömonilerin önemli kısmını oluşturan ventilatör ilişkili pnömoniler (VİP) önemli morbidite ve mortalite nedenidir. VIP oranı ve hızının belirlenerek enfeksiyon koruma önlemlerinin sürdürülmesi, etkenlerinin ve duyarlılıkların belirlenerek tedavi seçiminin bu doğrultuda yapılması gerekir.
Yöntemler: YBÜ’ne yatırılarak takip ve tedavi edilen hastalar ileriye dönük, hastaya ve laboratuvar verilerine dayalı aktif sürveyans yöntemiyle izlenmiştir. Hastane enfeksiyonu tanısı, Centers for Disease Control and Prevention (CDC) kriterlerine göre konulmuştur. Enfeksiyon hızları ve alet kullanım oranları ulusal enfeksiyonları sürveyans kontrol birimi (UHESKB) gerekliliklerine uygun sürveyans sistemi önerilerine göre hesaplanmıştır.
Bulgular: Bu çalışmada, hastanemiz reanimasyon yoğun bakım ünitesinde Ocak 2011- 2012 tarihleri arasında 2 günün üzerinde yatan 252 hastada gelişen ve tümünde mekanik ventilatör uygulaması olan 24 pnömoni olgusu incelendi. Ventilatör kullanım oranının % 58 olduğu yoğun bakım ünitesinde 1000 hasta gününde VIP hızı 16,49 olarak tesbit edildi. Hastalardan endotrakeal aspirat yöntemi ile alınan örneklerden izole edilen etkenler değerlendirildiğinde; olguların 18 (%75) inde tek mikroorganizma 6 (%25) inde iki ve ikiden fazla izole edildi. Bu suşların 27’si (%79,4) gram-negatif bakteri iken 5’i (%14,7) gram-pozitif bakteri, ikisi (%5.8) Candida spp. idi.Gram-negatif etken olarak en sık Acinetobacter spp. 10(%29.4) Acinetobacter baumannii 6(%17.6) elde edilirken bunu Pseudomonas aeruginosa 4 (%11.7), Pseudomonas spp. 4(%11.7), Klebsiella spp. 3(%8.8) takip etmiştir. Gram-pozitif etken olarak da MRSA 2(%5.8), MRKNS 3 (%8.8)
izole edilmiştir. Gram-negatif etkenlerin antibiyotiklere duyarlılıkları incelendiğinde; Acinetobacter suşlarının imipeneme %90, siprofloksasine %60, amikasine %57 dirençli olduğu, seftazidim, netilmisin, kolitsin, tigesikline %100 duyarlı olduğu, diğer gram negatif etkenlerin karbapenemlere %100, siprofloksasine %85 duyarlılğını koruduğu tesbit edilmiştir.
Sonuçlar: Görülen mikroorganizma ve elde ettiğimiz duyarlılık sonuçlarına göre, hastanemiz yoğun bakım ünitesinde yatan hastalarda ampirik tedavi gram-negatif etkenlere yönelik düşünülmeli ve karbapenem dirençli Acinetobacter suşların varlığı durumu da göz önüne alınarak kombine tedaviler uygulanmalıdır.
Objective: Pneumonia is the most common nosocomial infection encountered in intensive care units. Pneumonia mostly occurs in form of ventilator-associated pneumonia (VAP) which is a maor cause of mortality and morbidity. Therefore, VAP rate should be determined while employing well grounded infection prevention measures. Also causative microorganisms and their susceptibilities should be determined to guide the antibiotic therapy.
Methods: Intensive care unit patients were prospectively surveyed in terms of nosoxomial infections through active surveillance methods. Centers for Disease Control and Prevention (CDC) criterias were used in detecting nosocomial infections. İnfection rates and cathehterization rates were calculated according to guidelines of Turkish National İnfection Surveillance Control Group (UHESKB).
Results: A total of 252 patients treated for longer than 48 hours in Anesthesia Intensive care Unit during January 2011 and January 2012 were surveyed. We detected VAP in 24 patients, all of whom received mechanical ventilator support. Mechanical ventilator usage rate was 58% and VAP rate was 16.49 in 1000 patient-ventilator days.
Cultures of endotracheal aspiration samples showed that 18 (75%) of cases contained a single microorganism whereas 6 (25%) of cases contained two or more microorganisms. Twenty-seven (79.4%) of these microorganisms were gram-negative bacteria, 5 (14.7%) were gram-positive bacteria and 2 (5.8%) were candida species. Most commonly cultured gram-negative bacteria were Acinetobacter spp. 10 (29.4%), Acinetobacter baumannii 6 (17.6%), Pseudomonas aeruginosa 4 (11.7%%), Pseudomonas spp. 4 (11.7%) and Klebsiella spp. 3 (8.8%). Gram-positive microorganisms were MRSA 2 (5.8%) and MRKNS 3 (8.8%). Susceptibility tests showed that Acinetobacter species were resistant to imipeneme by 90%, ciprofloxacine
by 60%, amikasine by 57%, and were totally susceptible to seftazidim, netilmisin, kolitsin and tigesikline. Other gram-negative bacteria were susceptible to carbapenems by 100%, ciproflxacine by 85%.
Conclusion: Culture and susceptibility test results showed that ampirical antibiotherapy in our intensive care unit should be against gram-negative bacteria and concerning carbapeneme resistant Acinetobacter species, combination therapies should be employed.

4.Functional results of open reduction and K-wire fixation for surgical treatment of pediatric radial neck fractures
Emrah Kovalak, Onat Üzümcügil, Gökhan Barbaros, Engin Çarkçı, Yusuf Öztürkmen, Ali Can Barış, Tolga Tüzüner
Pages 120 - 124
Bu çalışmada, kliniğimizde çocukluk çağı radius boyun kırığı nedeni ile açık yerleştirme ve K-teli ile tespit uygulanan hastaların orta dönem fonksiyonel sonuçlarını analiz etmek amacı ile 11 çocuk hasta geriye dönük olarak değerlendirildi Kırıkların sınıflandırılmasında Judet’in radius boyun kırıkları sınıflandırması, fonksiyonel değerlendirmede ise Tibone ve Stolz sınıflaması kullanıldı. Hastaların ortalama izlem süresi 36,5 ay idi. Judet sınıflamasına göre 8 hasta tip 3, 1 hasta tip 4A, 2 hasta tip 4B olarak değerlendirildi. Tip 3 kırığı olan bir ve tip 4A kırığı olan bir hastada yer değiştirmemiş ve konservatif izlenen proksimal ulna kırığı mevcut idi. Tibone ve Stolz sınıflamasına göre 5 hastada mükemmel, 3 hastada iyi, 3 hastada orta sonuç elde edildi. Proksimal ulna kırığının eşlik ettiği tip 4A hastada mükemmel, tip 3 hastada ise orta sonuç elde edildi. Hastaların hiçbirinde valgus deformitesi izlenmedi. Radyografik olarak hiçbir hastada avasküler nekroz, heterotopik ossifikasyon ve radyoulnar sinostoz gelişmedi. Çalışmanın sonuçlarına göre çocukluk çağı radius boyun kırıklarının cerrahi tedavisinde açık yerleştirme ve K-teli ile tespit yönteminin etkin ve güvenilir bir tedavi yöntemi olduğu kanaatindeyiz.
Eleven cases in which open reduction and K-wire fixation was performed in our clinic due to pediatric radial neck fracture were analysed in terms of functional outcome retrospectively. For fracture classification, Judet system was used where functional evaluation was performed using Tibone-Stolz classification. The mean follow-up was 36,5 months. Fracture type was 3 in 8 patients, 4A for one patient and 4B for 2 patients according to Judet system respectively. Two patients sustained non-displaced ulna fractures which were managed conservatively. Five patients were evaluated as perfect where 3 patients good and remaining 3 fair according to Tibone-Stolz classification respectively. Patients with ulna fracture were graded as perfect in one and as good in the other. Valgus angulation, avascular necrosis, heterotopic ossification and radioulnar sinostosis were not encountered in any of patients. Under the light of the data of the current study, open reduction and K-wire fixation of pediatric radial neck fractures seems to be a safe and efficient treatment modality.

5.Arthroscopic-assisted mini-open repair of rotator cuff tears
Özgür Karaman, Gökhan Kaynak, Özgün Karakuş, Etem Aytaç Yazar, Baransel Saygı
Pages 125 - 129
Amaç: Bu çalışmada rotator manşet yırtığı tanısıyla artroskopik yardımlı mini-açık yöntemle rotator manşet tamiri yapılan hastalar geriye dönük olarak değerlendirildi.
Yöntemler: Rotator manşet yırtığı saptanan 35 hastaya (9 erkek, 26 kadın; ortalama yaş 56; dağılım 41-75) artroskopik yardımlı mini-açık yöntemle rotator manşet tamiri yapıldı. 29 hastada sağ, altı hastada sol omuz tutulumu vardı. Hastalar ameliyat öncesi fizik muayene, direk radyografi, manyetik rezonans görüntüleme ve omuz constant murley skorları ile ameliyat sonrasında fizik muayene, omuz constant murley skorlaması ile değerlendirildiler. Ortalama takip süresi 21 ay(dağılım 12-48) idi.
Sonuçlar: Ameliyat öncesinde 41.7 (dağılım 12-82) saptanan Constant-Murley skoru ortalaması, ameliyat sonrası dönemde 79.7’ye (42-100) yükseldi (p<0.05). Sadece 4 hastanın ameliyattan memnun olmadığı öğrenildi. Hiçbir hastada enfeksiyon görülmedi.
Çıkarımlar: Seçilmiş olgularda, rotator manşet yırtıklarında artroskopik yardımlı mini-açık yöntemle tamirin klinik ve fonksiyonel sonuçları başarılı bulundu.
Objective: In this study, the diagnosis of rotator cuff tears repaired, with arthroscopic-assisted mini-open tecniques were retrospectively evaluated.
Methods: 35 patients with rotator cuff tears (9 males, 26 females, mean age 56, range 41 to 75) repaired with arthroscopically assisted mini-open tecniques. 29 patients had involvement of right shoulder, 6 patients had ivolvement of left shoulder. Preoperative physical examination, radiography, magnetic resonance and Constant–Murley score was performed at this evaluation. In the post operative period, phsical examination, radiography and Constant-Murley score are used. The mean follow-up period was 21 months (range 12 to 48 months).
Results: The mean Constant-Murley score increased from preoperative 41.7 (range 12 to 82) to postoperative 79.7 (range 42 to 100) (p<0.05). Only four patients showed dissatisfaction with the surgical outcome. There was no infection in any patient.
Conclusion: In “ed cases, rotator cuff tears repaired with arthroscopically assisted mini-open tecniques was found successful in clinical and functional results.

6.Comparison of mini open reduction and closed reduction with percutaneous pinning techniques in surgical treatment of proximal humerus fractures
Sinan Erdoğan, Yunus Atıcı, Murat Mert, Engin Çarkçı, Erhan Şükür, Yavuz Selim Kabukçuoğlu
Pages 130 - 135
Amaç: Kapalı redüksiyon ve perkütan telleme ile tespit tekniği, proksimal humerus kırıklarının cerrahi tedavisinde bazı durumlarda tercih edilen kolay bir yöntemdir. Özellikle parçalı kırıklarda mini açık yöntem ile redüksiyon sonrası perkütan telleme ile tespit tedavinin başarısını etkileyebilecek bir faktör olabilir. Bizim bu çalışmadaki amacımız; proksimal humerus kırıklarının cerrahi tedavisinde kapalı redüksiyon veya mini açık redüksiyon sonrası yapılan telleme ile tespit tekniklerini karşılaştırarak, klinik olarak her iki tekniğin etkinliklerinin araştırılmasıdır.
Yöntem: Kliniğimizde parçalı proksimal humerus kırığı nedeniyle cerrahi olarak tedavi edilen 26 hastanın (grup I: kapalı yerleştirme sonrası telleme ile fiksasyon, 13 hasta ve grup II: mini-açık yerleştirme sonrası telleme, 13 hasta) klinik sonuçları geriye dönük olarak değerlendirildi. Her iki grupta da 7 adet Neer tip 3 ve 6 adet Neer tip 4 parçalı proksimal humerus kırığı mevcut idi. Her iki gruptaki Constant skorları, hareket açıklığı değerleri ve komplikasyonlar istatistiksel olarak karşılaştırıldı.
Bulgular: Grup I’de ortalama Constant skoru 38,2(24-61) iken, grup II’de 47,3(17,5-64) olarak bulundu(p: 0,166). Grup I’deki ortalama öne fleksiyon 83°(60°-120°) ve abduksiyon 80°(60°-120°) iken, grup II’deki ortalama öne fleksiyon 90°(60°-150°) ve abduksiyon 85,4°(60°-150v) olarak belirlendi (p: 0,585 p: 0,638). Grup I’de bir hastada kaynamama, 1 hastada avasküler nekroz ve 2 hastada açılı kötü kaynama tespit edilirken, Grup II’de 1 hastada glenohumeral eklem artrozu ve 1 hastada çivi migrasyonu gelişti. Hiçbir hastamızda damar sinir yaralanması veya enfeksiyon görülmedi.
Sonuçlar: Proksimal humerus parçalı kırıklarının cerrahi tedavisinde mini-açık ve kapalı redüksiyon ile telleme yöntemleri kullanılarak benzer klinik sonuçlar elde edildi. Fakat her iki yöntem ile çok parçalı kırıklarda başarılı olmak oldukça zor gözükmektedir.
Objective: The closed reduction and fixation by percutaneous pinning is a simple method for treatment of the proximal humeral fractures. Especially in the comminuted fractures, mini-open reduction may be a raising factor for the treatment success. The aim of this study, was to evaluate of clinical effectiveness of pinning and fixation methods using mini-open reduction and closed reduction in the surgical treatment of proximal humeral fractures.
Methods: The clinical outcomes of 26 patients with comminuted proximal humeral fractures treated surgically (Group 1: 13 cases, closed reduction, pinning and fixation and Group 2: 13 cases mini-open reduction, pinnig and fixation) were evaluated retrospectively. Both groups were consisted of 7 Neer type 3 and 6 Neer type 4 proximal humeral fracture cases. The Constan scores, range of motion and complicationsof the two groups were compared statistically.
Results: Mean Constant scores were 38.2 (24-61) and 47.3 (17,5-64) in group 1 and in group 2, respectively. (p: 0,166). In group 1 the mean anterior flexion was 83° (60°-120°) and abduction was 80°(60°-120°). In group 2 anterior flexion and abduction were 90°(60°-150°) and 85.4° (60°-150°), respectively (p: 0,585, p: 0,638). One psodoarthrosis, one avascular necrosis and two malunion were seen in group 1, while in group 2, one glenohumeral joint arthrosis and one pin migration were seen. No neuro-vascular injury or infection was seen.
Conclusions: In the surgical treatment of comminuted proximal humeral fractures, using mini-open or closed reduction and pinning methods, similar clinical results may be obtained, but it seems quite difficult to be succesfull by both methods especially in the comminuted fractures.

7.Arthroscopic subacromial decompression: one-to four-year results
Özgür Karaman, Özgün Karakuş, Gökhan Kaynak, Gürkan Çalışkan, Baransel Saygı
Pages 136 - 139
Amaç: Rotator manşetin korakoakromial arkusta sıkışması (impingement sendromu) en önemli omuz ağrısı sebeplerindendir. Son yıllarda artroskopik cerrahi prosedürlerinin gelişmesi sonucunda, omuz artroskopisi geçerli bir yöntem olarak uygulamaya girmiştir. Bu çalışmada artroskopik subakromial dekompresyon yaptığımız hastalar ileriye yönelik olarak değerlendirildi.
Yöntemler: Çalışmaya artroskopik subakromial dekompresyon uygulanan ve en az bir yıl süreyle izlenen 31 hasta (18 kadın, 13 erkek; ortalama yaş 57.7; dağılım 23-78) alındı. 20 hastanın sağ kolu, 11 hastanın sol kolu etkilenmişti. Değerlendirmeler ameliyat öncesinde fizik muayene, direk radyografi, manyetik rezonans ve omuz Constant-murley skoru ile yapıldı. Ameliyat sonrasında fizik muayene, direk radyografi ve omuz constant-murley skorlaması kullanıldı. Ortalama takip süresi 18.6 aydı (dağılım 12-48 ay).
Sonuçlar: 27 hastada (%87) çok iyi ve iyi, 4 hastada (%13) tatmin edici sonuç alındı. Kötü sonuç alınan hasta olmadı. Ameliyat öncesi omuz constant-murley skor ortalaması 42.8 (dağılım 17-69) idi. Ameliyat sonrasında omuz constant-murley skor ortalaması 79.2 (dağılım 75-93) olarak bulundu (p<0.05).
Çıkarımlar: Artroskopik subakromial dekompresyon, tecrübe kazanmış kişiler için uygun seçilen olgularda üstün bir cerrahi tedavi seçenektir. Artroskopik cerrahi yapılan hastalar, yara bakımının kolay olması ve deltoid yapışma yerine zarar verilmemesi nedeniyle çok çabuk rehabilite olması ile açık tekniklere göre daha üstündür.
Objective: Rotator cuff jam at the corocoacromial arcus, (impingement syndrome) is the most important cause of shoulder pain. Procedures in recent years through the development of arthroscopic surgery, shoulder arthroscopy as a valid method has been implemented. In this study, patients who underwent arthroscopic subacromial decompression evaluated prospectively.
Methods: In this study, artroscopic subacromial decompression is applied and followed at least one year, 31 patients (18 female, 13 male) were paticipated. 20 patient‘s right arm, 11 patient’s left arm was affected. Preoperative physical examination, radiography, magnetic resonance and Constant –Murley score was performed at this evaluation. In the post operative period, phsical examination, radiography and Constant-Murley score are used. The mean follow-up period was 18.6 months (range 12 to 48 months).
Results: 27 patients (87%) very well and good, 4 patients (13%), satisfactory results were obtained. There were no poor results. Preoperatively the mean of Constant-Murley score was 42.8 (Range 17 to 69 years). Postoperatively, the Constant-Murley shoulder score was 79.2 (range 75 to 93).
Conclusion: Arthroscopic subacromial decompression, is a superior surgical treatment option in appropriately “ed patients. Arthroscopic subacromial decompression is preferred instead of open techniques; because of easy wound care, protecting the integrity of deltoid muscle and quickly rehabilitated.

8.Incidence of developmental dysplasia of the hip of infants younger than six months old in our orthopaedics outpatient clinic
Ali Şeker, Hasan Basri Sezer, Raffi Armağan, Yunus Öç, Tarık Işık, Adnan Kara, Irfan Öztürk
Pages 140 - 144
Amaç: Bu çalışmada hastanemiz ortopedi polikliniğine getirilen altı aydan küçük bebeklerde kalça ultrasonografisi ile tespit edilen gelişimsel kalça displazisi sıklığının araştırılması, risk faktörü olarak kabul edilen etkenlerle displazi arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Yöntemler: Çalışmaya Temmuz 2011- Temmuz 2012 tarihleri arasında polikliniğimize çeşitli sebeplerle getirilen veya yönlendirilen 6 aydan küçük 259 bebeğin 518 kalçası dahil edilmiştir. Bebeklerin 145’i (%56) kız, 114’ü (%44) erkekti. Yaş ortalaması 11,1 (1-24) haftaydı. Bebeklerin doğum ve aile öyküleri öğrenilip fizik muayenede herhangi bir anormallik olup olmadığına bakıldı. Her bebeğe Graf yöntemi ile kalça ultrasonografisi yapılarak kalçaların tiplendirmesi yapıldı ve gerekli durumlarda tedaviye başlandı.
Bulgular: Kalçaların ölçülen alfa açısı ortalaması 64,3° (40-79), beta açısı ortalaması ise 60,6° (40-80) olarak hesaplandı. Ölçülen değerlere göre 436 (%84,2) kalçada alfa açısı normal kabul edilen 60°’nin üstündeydi. Buna karşın 58 (%22,4) bebeğin 82 (%15,8) kalçasında ise alfa değerinin normalin altında olduğu belirlendi. Toplam 34 bebeğin (%13,1) 43 kalçası (%8,3) pavlik bandajı ile tedaviye alındı. GKD açısından risk etkeni olarak kabul edilen özelliklerden herhangi birine (fizik muayene bulgusu, aile veya doğum öyküsü) sahip olduğu gözlemlenen 92 (%35,5) bebek vardı. Fizik muayenede 71 (%27,4) bebekte GKD açısında dikkat uyandıracak bulgular tespit edildi. Bu bebeklerden sadece 16’sında (%6,2) displazi vardı.
Sonuç: Displazi oranlarının fizik muayene bulguları olan ve olmayan gruplarda benzer çıkması bizi evrensel taramanın daha uygun olabileceği açısından düşündürtmektedir.
Objective: The aim of this study is to investigate the incidence of developmental dysplasia of the hip of the infants younger than six months old that were diagnosed by hip ultrasonography in our orthopaedics outpatient clinic. The relationship between risc factors and dysplasia were also discussed.
Methods: Between July 2011 and July 2012, 518 hips of 259 infants younger than six months old attended to our outpatient clinic for several reasons and those were included in this study. Among them 145 (%56) were female and 114 (%44) were male. Mean age was 11,1 (1-24) weeks. Obstetric and family histories of the infans and physical examination findings were recorded. Hip ultrasonography was performed and hips were classified for all infants according to the Graph’s method. Treatment was started according to the ultrasound findings.
Results: The mean of alfa angle was 64,3° (40-79) and beta angle was 60,6° (40-80). The alfa angle was normal (>60°) in 436 (%84,2) hips. In 82 (%15,8) hips of 58 (%22,4) babies, alfa angle was lower than 60°. Treatment with pavlik harness was performed in 43 hips (%8,3) of 34 (%13,1) babies. Among all infants, 92 (%35,5) of them had features (physical examination finding, family or obstetric history) which may be related with hip dysplasia. In physical examination 71 (%27,4) infants had abnormal findings but only 16 (%6,2) of them had dysplasia.
Conclusion: The rate of dysplasia in infants with abnormal findings was similar to the ones without abnormal findings. This made us think about the importance of universal screening.

CASE REPORT
9.Hydrogen peroxide toxicity in children
Ahmet Ali Tuncer, Didem Baskın, Adnan Narcı, Salih Çetinkurşun
Pages 145 - 147
Hidrojen peroksit çeşitli konsantrasyonlarda dezenfektan, leke çıkarıcı, boya temizleyici gibi farklı amaçlar için kullanılan, kokusu ve rengi olmayan, kararsız bir sıvıdır. İçildiği anda açığa çıkan oksijen, gastrik distansiyona ve dolayısıyla hava embolisine yol açabilir. Ayrıca koroziv etkisi de vardır. Yazımızda kazara %3’lük hidrojen peroksit içen dört hasta sunulmuştur.
Hastalar ve yöntem: İki erkek çocuk kusma ve ağız köpürmesi nedeniyle acil servise getirildi. Öykülerinden sınıf arkadaşı olan ve hepsi 13 yaşında toplam 4 erkek çocuğun, su zannederek sınıfta buldukları hidrojen peroksit solüsyonunu içtikleri öğrenildi. Diğer 2 çocuk da acile çağırıldı. Hepsi yatırılarak monitorize edildiler. Hastaların klinik bulguları stabildi, yapılan özofagoskopilerinde 1 hastada ikinci derece, diğerlerinde birinci derece özefagus yanığı saptandı. Hastalara işlem sonrası oral başlanarak sorunsuz taburcu edildiler. Kontrollerinde komplikasyon saptanmadı.
Sonuç: Hastalarımızda düşük konsantrasyondaki hidrojen peroksitin oral alımı ciddi bir hasara yol açmamışsa da, hidrojen peroksitin olası etkileri göz önüne alınarak, bu tür hastaların hava embolisi ve gastrik distansiyon açısından en az 24 saat gözlemde tutulmasını ve özofagustaki koroziv etkinin değerlendirilmesini öneriyoruz.
Hydrogen peroxide is a colorless and tasteless unstable liquid which has several uses such as disinfectant, bleach or fabric stain remover in various concentrations. If taken orally, rapid generations of oxygen cause gastric distension and may lead to air embolism. There also corrosive effect. Here we present 4 children that ingested 3% hydrogen peroxide and discuss the clinical findings.
Patients and method: Two boys were admitted to the emergency department with vomiting and bubbling.
We were informed that they drank hydrogen peroxide solution that they found in the classroom with 2 other classmates, because they were thirsty. They were all aged 13. Other two boys were also called to the emergency department. All were hospitalized and monitorized. All had a stable course and esophagoscopy revealed second degree burn in one and first degree burn in the others. Oral feeds were started and they were discharged with no other problems. No complications were detected at during follow-up.
Conclusion: Although the concentration of hydrogen peroxide was low and oral ingestion did not cause serious problems in our patients, we propose hospitalization and monitorization of such a child at least for 24 hours for air embolus and gastric distention and evaluation of the esophageal mucosa for corrosive burns.

10.Long term renal replacement and plasmapheresis therapy in case of hemolytic uremic syndrome: intensive care unit experience
Ozan Gökuç, Hacer Şebnem Türk, Tolga Totoz, Oya Ünsal, Gül Şumlu Özçelik, Sibel Oba
Pages 148 - 152
Hemolitik üremik sendrom (HÜS); hemolitik anemi, trombositopeni ve akut renal yetmezlik ile karakterize klinik bir tablodur. İnfant ve çocuklarda akut böbrek yetmezliğinin en sık nedenlerinden biridir. HÜS’ün iki tipi mevcuttur. Tipik HÜS; Shigatoksine bağlı olarak gelişen, %90 diyare veya üst solunum yolu enfeksiyonunu takiben ortaya çıkan ve çocuklarda en sık görülen formdur. Atipik HÜS, kompleman alternatif yolunun regülasyonundaki bozukluğa bağlı gelişen primer hastalıktır ve non Shigatoksin-HÜS olarak da bilinir. HÜS gelişen çocukların %5-10’u atipik HÜS’dür ve bu olguların %20’sine ekstra-renal hastalıklar eşlik eder. İlk atakta son dönem böbrek yetmezliği gelişme ve mortalite oranları yüksektir. Hipertansiyonun hemen düzeltilmesi, uygun elektrolit ve sıvı tedavisi, erken diyaliz ve nütrisyonel destek mortaliteyi azaltır. Günümüzde, yoğun plazmaterapi en etkin tedavi yöntemidir. Biz de olgumuz eşliğinde HÜS’de yoğun destek tedavisini, plazmaferezi ve uzun süreli renal replasman tedavisini tartışmayı amaçladık.
Hemolytic uremic syndrome (HUS) is a clinical situation which is characterized by hemolytic anemia, thrombocytopenia and acute renal failure. This syndrome is one of the most common causes of acute renal failure in infants and children. There is two types of HUS. Typical HUS is the most frequent form of HUS in children, occurs due to Shigatoxin and %90 presents after diarrhea and upper airway infection. Atypical HUS is a primary disease due to a disorder in complement alternative pathway regulation and known as non Shigatoxin-HUS. 5-10% of HUS in children is atypical HUS and 20% of these cases have extra renal manifestations. Rates of deterioration to the end-stage renal failure and mortality are high at first episode. Normalizing hipertansion, appropriate fluid and electrolyte therapy, early dialysis and nutritional support decreases the mortality. Nowadays, intensive plasmatherapy is the first line treatment. By our case; we aimed to discuss the intensive support treatment, longterm renal replacement treatment and plasmatherapy in HUS.

11.Approach to castleman‘s disease in parotid gland, a case report
Alpaslan Mayadağlı, Zedef Özdemir, Atınç Aksu, Beyhan Ceylaner Bıçakcı, Mehmet Eken, Nagehan Özdemir
Pages 153 - 156
Castleman Hastalığı nadir görülen, nedeni bilinmeyen, en sık mediastende saptanan, lenfoepitelial benign bir hastalıktır. Bu makalede, parotis yerleşimli Castleman Hastalığı olan 45 yaşındaki hastanın tedavi yaklaşımı ve tedavi sonucu sunulmuştur. Subtotal rezeksiyon uygulanan parotis yerleşimli kitleye adjuvan radyoterapi uygulanmıştır. Radyoterapi sonrası 12. ayda klinik ve radyolojik olarak rekürrens tespit edilmemiştir.
Castleman’s Disease (CD) is a rare, benign lymphoepithelial disease of unknown cause, most commonly in the mediastinum. In this article; we report a new case of CD arising from the parotid gland. A 45 year-old male patient with parotid CD’s treatment approach and treatment result are presented. Subtotal parotidectomy was performed. After operation; adjuvan radiotherapy was performed. Clinically and radiologically no recurrence was noted during a follow up period of twelve months.

REVIEW ARTICLE
12.The role of temozolomide in the treatment of aggressive pituitary adenomas and pituitary carcinomas
Sayid Shafi Zuhur, Yüksel Altuntaş
Pages 157 - 164
Dopamin agonistleriyle tedavi edilebilen agresif prolaktinomalar dışındaki agresif hipofiz adenomlarında ilk tedavi seçeneği cerrahidir. Fakat sıklıkla bu tümörlerin çaplarının büyük olması, çevre dokulara invazyon yapması ve nüks oranlarının yüksek olması nedeniyle cerrahi ve radyoterapi gibi standart tedaviler yetersiz kalmaktadır. Hipofiz karsinomları ise nadir görülen tümörler olup agresif hipofiz adenomlarının kraniyospinal veya sistemik metastaz yapmaları şeklinde tanımlanır. Bu karsinomlar oldukça invaziv olup cerrahi, radyoterapi ve kemoterapiye dirençlidirler ve prognozları kötüdür. Son zamanlarda, kimyasal olarak dakarbazin ile ilişkili, imidazoltetrazin derivesi alkilleyici bir ajan olan temozolomid agresif hipofiz adenomları ve hipofiz karsinomlarının tedavisinde
başarıyla kullanılmıştır. O-6 metilguanin DNA metiltransferaz bir DNA tamir enzimi olup temozolomid tedavisine yanıtta rolü olduğu gösterilmiştir. Temezolomid tedavisinin genellikle hafif derecede yan etkileri olmakla birlikte bazen ciddi yan etkilere neden olabileceğinden yakın takip gerekmektedir. Temozolomid, konvansiyonel tedavilere yanıtsız ve O-6 metilguanin DNA metiltransferaz düzeyi düşük olan agresif hipofiz adenom ve hipofiz karsinomlarında alternatif bir tedavi ajanı olarak düşünülebilir.
Except for aggressive prolactinomas, which are could be treated with dopamin agonists, surgery is the first-line treatment option for most aggressive pituitary adenomas, but usually, due to their size, invasion of surrounding tissues, and high frequency of regrowth, they are difficult to treat with standard treatment paradigms, including surgery and radiotherapy. Pituitary carcinomas are rare tumours, and are defined by aggressive adenomas with brain and/or systemic metastasis. These carcinomas are highly aggressive, resistant to surgery, radiotherapy and systemic chemotherapy, and are associated with poor survival. Recently, temozolomide, an alkylating imidazoltetrazine derivative, chemically related to dacarbazine, have been used successfully in the management of aggressive pituitary adenomas and pituitary carcinomas, resistant to conventional treatments. O-6 methylguanine DNA methyltransferase, a DNA repair enzyme, have been demonstrated to be associated with sensitivity to temozolomide. Temozolomide is considered to be a novel drug in the treatment of aggressive
pituitary adenomas and pituitary carcinomas, with few side effects, however it may cause serious side effects and proper follow-up of patients is essential.

LookUs & Online Makale