ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
The Medical Bulletin of Sisli Etfal Hospital - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 46 (2)
Volume: 46  Issue: 2 - 2012
ORIGINAL RESEARCH
1.Importance of serum and urine tripsinogen activation peptid in acute pancreatitis
Yasin Kara, Tamer Karsidag, Sefa Tüzün
Pages 43 - 48
Amaç: Bu çalışmada pankreatit şiddetini ve prognozunu erken dönemde saptamada kullanılabilecek biokimyasal belirteçler üzerinde çalışıldı.
Yöntemler: Klinik ve laboratuvar bulgularına göre akut pankreatit tanısı alan toplam 38 hasta çalışma grubuna dahil edildi. Hastaların geliş anında, 24 ve 48 saat sonra, kan ile idrar örnekleri alınıp, klinik değerlendirmeleri yapıldı. Her hastada amilaz, kreatin fosfo kinaz, kan lökosit, serum Trypsinojen activation peptide (TAP), idrar TAP değerleri, Apache-II hastalık ciddiyet skoru ve Ranson pankreatit mortalite kriterleri üç zamanlı olarak kaydedildi.
Bulgular: Hastaların geliş Apache-II skoru ile geliş lökosit ve serum TAP değeri arasında, ayrıca 48. saatteki Apache-II skoru ile 48. saatteki C-reaktif protein (CRP) ve serum TAP değerleri arasında anlamlı bir korelasyon saptandı. Kırksekizinci saatte lökosit değeri ile 48. saatteki Apache-II skoru, CRP ve serum TAP’ı arasında anlamlı bir korelasyon saptandı. İlk gelişte veya 48. saatte idrar TAP’ı ile lökosit arasında istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon izlenmedi. Hastaların geliş, 24. saat ve 48. saat serum TAP ve idrar TAP değerleri kontrol grupları ile karşılaştırıldığında her üç zaman dilimi için de fark anlamlı bulundu.
Sonuçlar: Akut pankreatitte serum ve idrar TAP’inin sağlıklı bireylere göre yaklaşık üç kat artış gösterdiğini kaydettik. Değerleri hastaların ilk gelişinden itibaren yüksek bulduk.
Objective: In this study, the biochemical markers which can be used to detect early stage, and prognosis of the severity of pancreatitis were studied.
Methods: According to clinical and laboratory findings, 38 patients with the diagnosis of acute pancreatitis were included in the study group. On admission, 24 and 48 hours later, blood and urine samples of patients were taken, and clinical evaluations were performed. Amylase, creatine phospho kinase, blood leukocytes, serum Trypsinojen activation peptide, activation peptide values Trypsinojen urine, the Apache-II illness severity score and Ranson criterias for pancreatitic mortality was recorded three times for each patients.
Results: Between Apache-II score on admission and leukocytes and serum TAP values on admission, as well as 48th hour Apache-II score showed a significant correlation between 48th hour CRP and serum TAP values. 48th hour blood leukocytes showed a significant correlation between 48th hour Apache-II score, C-reactive protein (CRP) and serum TAP values. There was no meaningful correlation between urine TAP values and leukocyte values on admission and at 48th hour. Arrival, 24th hour and 48th hour serum and urine TAP of patients were
compared with the control groups and we found significant differences for all three time periods.
Conclusion: Serum and urine TAP in acute pancreatitis has increased by approximately three fold when compared with healthy individuals. These values were high on admission.

2.Evaluation of emergency consultations requested from our hospital’s intensive care unit
Canan Tülay Işıl, Hacer Şebnem Türk, Pınar Sayın, Ayşe Surhan Özer Çınar, Sibel Oba
Pages 49 - 52
Amaç: Çalışmamızda Yoğun Bakım Ünitemizden (YBÜ) istenen acil konsültasyonların içeriği ve yaşanan sorunların irdelenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Ağustos 2007-2008 tarihleri arasında YBÜ’den acil konsültasyon istemi olan 1319 olgu demografik özellikleri, görüldüğü birimler, konsültasyon istem sebepleri, yapılan işlemler ve bunlar içerisinde kardiyopulmoner resüsitasyonlar (KPR) açısından retrospektif olarak değerlendirilmiştir.
Bulgular: 1319 olgunun yaş aralığı 10 günlük ile 90 yaş arasında olup, 643’ü erkek ve 676’sı kadındır. Konsültasyonların %64’ü acil servislerde, %24’i dahili servislerde ve %12’si cerrahi servislerde yapılmıştır. Konsültasyon istem sebepleri arasında %30 oranıyla solunum yetmezliği ilk sırada, KPR ise %17 oranı ile dördüncü sırada yer almaktadır. %61 oranı ile KPR’ye en fazla acil dahiliye bölümünde yanıt alınmıştır. Yoğun bakım endikasyonu konan olguların yalnızca %26’sı yoğun bakımımıza kabul edilebilmiştir. %33’ü başka devlet hastanelerinin yoğun bakımlarına, %41’i özel hastanelerin YBÜ’lerine sevk edilmiştir.
Sonuç: Sonuç olarak; Hastanemiz yoğun bakım yatak sayısı ihtiyacımızı karşılamakta yetersizdir. Teknik alt yapısı yeterli ve bilgili-tecrübeli ekiplerden oluşan yoğun bakım yatak sayısının arttırılması gerekmektedir. Hasta sevki konusunda düzenli bilgi işlem ağı kurulmasının ve görevli kişilerin belirlenmesinin yaşanan iş gücü kaybını azaltacağı ve hasta bakım kalitesini arttıracağı kanaatindeyiz.
Objectives: The aim of this study was to examine the content of emergency consultation requests from our intensive care unit (ICU) and problems occuring during these consultations.
Materials and Methods: Demographic characteristics of patients, units requesting consultation, reasons for requesting consultation, procedures done during consultations and especially cardiopulmonary resuscitations (CPR) were evaluated retrospectively in 1319 emergency consultation requests from our ICU in the period of August 2007-2008.
Results: The age range of 1319 consultated patients was 10 days to 90 years and 643 patients were male, 676 were female. 64% of consultations were performed in emergency services, 24% in internal services and 12% in surgical services. As with 30% respiratuar disorders were the most frequent reason for consultation, CPR were in the fourth range with 17%. With 61% maximum response to CPR were in the emergency internal service. Only 26% of patients indicated for ICU stay could be accepted to our ICU, 33% were referred to other governmental hospitals and 41% were referred to private hospitals.
Conclucion: TICU bed account in our hospital is not providing our need. The bed account should be increased with satisfiying technical structure and well informed-experienced staff. We think, that regular data-processing network and assigned staff could reduce loss of work force and increase patient care quality.

3.Our approach and experience on the pressure sores of the pelvic region
Onur Egemen, Tolga Aksan, Özay Özkaya, Ilker Üsçetin, Mitat Akan
Pages 53 - 59
Amaç: Bası yarası, dokuların uzun süreli basınç altında kalmasına bağlı olarak gelişen ve daha çok vücudun kemik çıkıntılarının üzerinde gözlenen iskemik zeminde ortaya çıkan yaralardır. Evre 4 bası yarası gelişmiş olgularda çoğu zaman cerrahi tedavi en uygun seçenek olarak karşımıza çıkar. Bu çalışmada pelvik bölgede evre 4 bası yarası nedeni ile kliniğimizde tedavi edilen hastaların değerlendirmesini ve bası yaralarına cerrahi yaklaşımımızı sunmayı amaçladık.
Yöntem: Ocak 2008-Ocak 2012 tarihleri arasında kliniğimizde pelvik bölgesinde bası yarası tanısı ile yatarak tedavi görmüş 23 olgu retrospektif olarak değerlendirildi. Olguların etiyolojik ve epidemiyolojik bilgileri incelenerek uyguladığımız tedavi yöntemlerinin etkinliği irdelendi.
Bulgular: Olguların 16’sı erkek, 7’si kadındı ve yaşları 17 ile 80(ortalama: 41) arasında değişmekteydi. Tüm olgularda Evre 4 bası yarası olmakla birlikte mevcut yaranın ilk meydana geliş zamanından itibaren geçen süresi 15 gün ile 12 ay (ortalama: 3,4 ay) arasında değişmekteydi. Opere edilen 18 adet olguda toplam 21 adet defekt onarıldı. Defektin lokalizasyonu ve boyutuna göre çeşitli flepler planlanarak onarımı sağlandı. Komplikasyon olarak üç olguda sütür hatlarında ayrışma, bir hastada yara yeri enfeksiyonu ve bir hastada parsiyel flep nekrozu görüldü.
Sonuç: Bası yaraları, immobil hastalarda yaşamlarının en azından bir döneminde görülmekle birlikte ilerlemiş bası yaralarında cerrahi tedavi en etkin tedavi olarak öne çıkmaktadır. Cerrahi tedavi uygulanacak olgularda hastanın durumu ve iyileşme beklentisi, gelişmesi muhtemel komplikasyonlar göz önüne alınarak olgu için en uygun seçenek uygulanmalıdır.
Objective: Pressure sores develop due to an ischemic environment depending on long-term pressure over a bony prominence. Surgical treatment is the most appropriate choice in patients with stage 4 pressure sores. In this study, we retrospectively evaluated our patients with grade 4 pressure sores on pelvic region and we aimed to present our surgical approach to pressure sores.
Method: Twenty three patients with grade 4 pressure at the pelvic region who were treated between January 2008 and January 2012 were evaluated. Etiological and epidemiological information of the cases recorded and the effectiveness of these treatment methods are discussed.
Results: Sixteen patients were male and seven patients were female. Ages ranged from 17 to 80 (mean: 41). All patients had grade 4 pressure sores at their pelvic region and duration of the wound presence ranged from 15 days to 12 months (mean: 3,4 months). Twenty one defects were repaired in 18 patients who were operated. Defects were reconstructed using different flaps according to localization and size of the wound. Postoperative complications were observed as wound dehiscence in three patients, wound infection in one patient, partial flap necrosis in one patient.
Conclusion: Pressure sores are common in immobile patients. Surgery is the most effective treatment method in patient with advanced wounds. Patient’s condition, recovery expectations, possible complications should be taken into consideration when planning a treatment approach.

4.The epidemiology of nosocomial infections acquired in intensive care units of a state hospital
Ahsen Öncül, Safiye Koçulu, Keziban Elevli
Pages 60 - 66
Amaç: Bu çalışmanın amacı Giresun Prof. Dr. A. İlhan Özdemir Devlet Hastanesi yoğun bakım ünitelerinde enfeksiyon hızlarının,tiplerinin, etkenlerinin ve epidemiyolojik özelliklerinin belirlenmesidir.
Yöntem: 1 Ocak 2011- 31 Aralık 2011 tarihleri arasında 5 farklı yoğun bakım ünitemizde(YBÜ) enfeksiyon kontrol hemşirelerinin günlük vizitleri, enfeksiyon kontrol hekimlerinin konsultasyonları ve haftalık yapılan ortak ekip vizitleri ile veriler toplandı. 5 yoğun bakım ünitesinde bu süre içerisinde 1632 hasta 13116 hasta günü takip edildi. Hastalar ileri yönelik aktif hastaya ve laboratuvara dayalı sürveyans yöntemi ile değerlendirildi. Hastane enfeksiyon hızları, insidans dansiteleri, invaziv araç ilişkili enfeksiyonlar, enfeksiyon etkenleri, enfeksiyon gelişen hastalarda komorbid hastalıklar ve invaziv girişimler incelendi.
Bulgular: 104 hastaya 148 hastane enfeksiyonu tanısı kondu. Hastaların 52’si (%50) kadın 52’si erkekti (%50). Ortalama yaş 73,5±13,8 (min: 24, max: 94) idi. Gelişen enfeksiyonların 42’si (%28,4) primer bakteremi veya santral venöz kateter ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonu (SVK-KDE), 40’ı (%27) ventilatör ilişkili pnömoni(VİP) veya trakeobronşit (VİT), 22’si (%14,9) pnömoni veya pnömoni dışı alt solunum yolu enfeksiyonu, 38’i (%25,7) üriner sistem enfeksiyonu (ÜSE), 6’sı (%4,1) cerrahi alan enfeksiyonu dahil yumuşak doku enfeksiyonu olarak tanımlandı. Anestezi, dahiliye ve nöroloji YBÜ’lerinde toplamda en sık solunum yolu enfeksiyonları gözlendi. Cerrahi YBÜ’de en sık bakteremi ve koroner YBÜ’de ise en sık üriner sistem enfeksiyonu gelişti. Anestezi YBÜ’de ventilatör kulanım oranı 90 persentilin üzerindeyken VİP hızı 10-25 persentil arasında idi. Solunum yolu enfeksiyonlarında invazif alet ilişkili ise %90 civarında nonfermentatif
bakterilerin; en sık Acinetobacter spp, ardından Pseudomonas spp ‘nin etken olduğu görüldü. Odak bulunamayan primer bakteremiler ile santral kateter ilişkili bakteremilerin neredeyse yarısında(%45) koagulaz negatif stafilokokların sorumlu olduğu; üriner sistem enfeksiyonlarında ise %31,6 Pseudomonas spp ile %31,6 Candida spp izole edildiği ve bunu %14,6 ile E. coli’nin izlediği saptandı. Çoğunu cerrahi alan enfeksiyonlarının oluşturduğu yumuşak doku enfeksiyonlarında ise E. coli %50 oranıyla en sık izole edildi ve bunu nonfermentatif gram negatif bakteriler izledi. Toplamda üretilen bakterilerin % 2’sinin S. aureus, %12,8’inin koagulaz negatif stafilokok olduğu görüldü, hiç vankomisine dirençli enterokok izole edilmedi. Hastanemiz florasında dirençli nonfermentatiflerin sorun oluşturduğu saptandı. Komorbid hastalıklara bakıldığında tüm enfeksiyon gelişen hastalarda en sık görülen altta yatan hastalığın %57,7 oranıyla serebrovasküler hastalık(SVH) olduğu, diyabetin yumuşak doku enfeksiyonu olan hastalarda daha fazla görüldüğü saptandı. Girişimsel işlemlerin tüm enfeksiyon gruplarında dren yerleştirilmesi dışında oldukça yüksek oranda uygulandığı görüldü.
Sonuç: Hastanemiz yoğun bakım enfeksiyon verileri hızlarımızın üniversite hastanelerine göre düşük, devlet hastaneleri ile benzer olduğunu göstermektedir. Acinetobacter ve Pseudomonas spp ile gelişen solunum yolu enfeksiyonlarının
sorun oluşturduğu görülmektedir. Ünitelere özel olarak fazla görülen enfeksiyonlara yönelik önlemlerin alınması ve
enfeksiyon kontrol standartlarına uyumun artırılması için çalışmaların yapılması gerekmektedir.
Objective: The aim of this study is to determine hospital infection rates, types, causing microorganisms and the epidemiologic features in intensive care units(ICU) of Giresun Prof. Dr. A. İlhan Özdemir State Hospital.
Methods: The data was collected by infection control nurse’s daily visits, infection control doctor’s consultations and weekly visits of infection control team among 5 intensive care units between January 1, 2011-December 31, 2011. 1632 patients were hospitalized for a total of 13116 patient days in these 5 ICUs through this time interval. Patients were evaluated with prospective, patient and laboratory based surveillance. The infection rates, incidence densities, devise associated infections, causing pathogens, co morbid diseases and invasive procedures among infected patients were evaluated.
Results: 148 hospital infections were observed in 104 patients. 52 of the patients (50%) were women and 52 (50%) were men. Mean age was 73,5±13,8 (min: 24, max: 94). 42 (28,4%) of the acquired infections were primer bacteremia including central venous catheter related bloodstream infections (CVC-BSI), 40 (27%) were ventilator associated pneumonia(VAP) or tracheobronchitis (VAT), 22 (14,9%) were pneumonia or lower respiratory infections other than pneumonia, 38 (25,7%) urinary tract infections (UTI), and 6 of them (4,1%) skin-soft tissue infections including surgical site infections (SSI). Respiratory tract infections were the majority of infections seen in anesthesiology, neurology and internal medicine CUs, whereas bacteremia was the leading infection in surgical ICU and urinary tract infections in coronary ICU. Although ventilator usage rate was above 90 percentile in anesthesiology ICU, VAP occurred at 10-25 percentile ranges. The leading pathogen microorganisms were 90% nonfermentative gram-negatives, mostly Acinetobacter spp and Pseudomonas spp in respiratory tract infections especially when it was device associated. İt was found that coagulase negative staphylococci were the major pathogen of pimer bacteremia without origin and CVC-BSI, both Pseudomonas spp and Candida spp were isolated in 31,6% of UTIs, followed by E. coli at a 14,6%. E. coli was the major bacteria isolated from 50% of soft tissue infections that were mostly SSI, followed by nonfermentative gram negatives. S. aureus was isolated in 2% and coagulase negative staphylocci in 12,5% of all positive cultures. None of the cultures grew vancomycin resistant enterococcus. It was demonstrated that resistant non fermentatives were the major problem in our hospital flora. Cerebrovascular diseases were the leading comorbid disease among all infected patients, and soft tissue infections were mostly seen in diabetics. Invasive procedures were performed extensively except for drains.
Conclusions Our hospital’s intensive care unit data demonstrate that infection rates are lower than university, and parallel to state hospitals. Respiratory tract infections caused by Acinetobacter and Pseudomonas spp seem to be a problem. Ward specific precautions has to be taken for more prevalent infections, and practices should be done to improve compliance to infection control standards.

5.Various applicatons of serratus anterior muscle and fascia flap: a clinical experience on 30 patients
Kamuran Zeynep Sevim, Kemal Uğurlu Uğurlu, Arzu Özcan Akçal, Leyla Türkoğlu Kılınç, Semra Karşıdağ
Pages 67 - 71
Amaç: Serratus fasya flebi özellikle maksilla tümörü sonrası geniş rezeksiyona bağlı defektlerin onarımında ya da damaktaki tam kalınlıkta doku defektlerinin kapanmasında temporoparietal fasya flebi, paraskapuler flep ve omentum flebine güvenilir, elastikiyet kabiliyeti yüksek bir alternatif oluşturmaktadır. Ayrıca bu flebin anatomikaçıdan parmaksı görünümü sayesinde istenilen boyutlarda hazırlanabilmesi, fonksiyonel olarak dinamik transferlerde kullanılabilmesi, subskapuler sistemden hazırlanabilecek diğer fleplerle kombine edilip 3 boyutlu geniş defektleri onarabilmesi ve minimal donör saha morbiditesi sayesinde çok yönlü olarak kullanılabilmektedir.
Yöntem: Kliniğimizde 1998-2011 yılları arasında toplam 30 hastaya serbest serratus anterior kas, kas-deri, kaskemik, fasya flebi ile onarım uygulanmıştır. Hastaların 12’si kadın 18’i erkekti ve yaşları 5 ila 66 arasındaydı.Onaltı hastada baş-boyun bölgesinde, 6’sında üst ekstremitede ve 8’inde alt ekstremite yerleşimli defektlerdi. Onarım yapılan olguların 9’unda serratus kas flebi tek başına kullanılmış, diğer 21 hastada ise 2’li ya da 4’lü olarak subskapüler sistemden hazırlanan fleplerle kombine edilere kompozit olarak kaldırıldı.
Bulgular: Hastalar erken ya da geç postoperatif dönemlerde donör sahada skar, seroma, omuz fonksiyonları açısından subjektif olarak değerlendirildiler. Bu amaçla kolun itme gücü ve abdüksiyon kuvveti sağlam kolla kıyaslandı ve hastalarda kanat skapula görünümü oluşup oluşmadığına bakıldı.
Sonuçlar: Sonuç olarak, serratus kas ve fasya flebi çok yönlü kullanılabilen, güvenilir bir flep seçeneğidir. Özellikle ince bir örtünün gerektiği ve fonksiyonel onarım gerektiren durumlarda diğer fleplere göre üstündür. Kliniğimizde bu flep serbest, pediküllü, kombine olarak oldukça düşük komplikasyon oranları, donör saha morbiditesi ve tatmin edici fonksiyonel sonuçlar elde edilerek uygulanmaktadır.
Purpose: Serratus anterior muscle and fascia flap is a reliable and easily malleable flap option for reconstruction of large defects forming after maxillectomies, full thickness defects of the hard palate, or in areas requiring thin coverage as an alternative to temporoparietal fascia flap, parascapular flap or omentum flap. Also due to the digitations of the muscle, this flap may be raised in various situations such as peripheral facial paralysis patients for dynamic functional restoration purposes. Serratus anterior muscle and fascia flap may be raised in
combination with other flaps nourished from the subscapular vascular system as composite tissue in order to reconstruct three dimensional defects with minimal donor site morbidity.
Method: A total of 30 patients were reconstructed with free serratus anterior muscle flap, musculocutaneous flap, osteomusculocutaneous flap or serratus fascia flap between years 1998 and 2011. Twelve patients were female and 18 patients were male with ages ranging between 5 to 66 years. In 16 patients, the defects were located in the head and neck area, in 6 patients the defects were located in the lower extremities. Bare serratus anterior muscle flap was utilized in 9 patients, in the other 21 patients the serratus flap was elevated combined with various other flaps of the subscapular system.
Results: Patients were analyzed in the early and late postoperative period in terms of donor site scar, seroma formation and shoulder movements. Functional loss resulting in winging of the scapula due to thoracicus longus nerve damage was also noted.
Conclusion: Serratus anterior muscle and fascia flap is a multivariate, reliable flap choice especially in patients where thin and functional coverage is required. We utilize this flap with great enthusiasm in our clinic due to minimal site morbidity and satisfying functional results.

6.Our surgical approach to gynaecomastia and a comparison of techniques
Kamuran Zeynep Sevim, Ayşin Karasoy Yeşilada, Fatih Irmak, Leyla Türkoğlu Kılınç, Nebil Yeşiloğlu
Pages 72 - 78
Amaç: Jinekomasti cerrahisinde; gland rezeksiyonu, liposakşın ve gland rezeksiyonuyla beraber liposakşın uygulanan klasik tedavilerdir. Çalışmamızda, hastanemize jinekomasti şikayetiyle başvuran hastalar retrospektif olarak analiz edildi. Çalışmamızda kliniğimizde 9 yıldır jinekomasti hastalarının tedavisinde uyguladığımız, sade ve anlaşılır olduğunu düşündüğümüz ve hastalarda tatmin edici sonuçlara yol açan tedavi algoritmamızı sunmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Bu amaçla 2002-2010 yılları arasında opere edilen 50 hasta değerlendirildi. Hastalar uygulanan cerrahiye göre gruplandırıldı. Hastaların 6’sı Simon sınıflamasına göre evre 1, 28’i evre 2a, 14’ü evre 2b ve 2’si evre 3 olarak sınıflanmıştır. Kırk hastada sadece klasik liposakşın (3’ü evre 1, 25’i evre 2a, 12’si evre 2b), 6 hastada liposakşın ve gland eksizyonu (2’si evre 2a, 2’si evre 2b, 2’si evre 3) ve 3 hastada sadece gland eksizyonu (evre 1) uygulanmıştır.
Bulgular: Çalışmamızda elde ettiğimiz sonuçlara göre, evre 1, 2a ve 2b olup yağ dokusunun ağırlıkta olduğu hastalarda sadece liposakşınla kabul edilebilir sonuçlar elde edilmiştir. Uzun dönem takiplerde evre 2b hastalarda da yeterli cilt kontraksiyonu sağlanabilmiştir. Evre 2b ve evre 3 olan ileri boyuttaki jinekomasti hastalarında ise fibroglandüler yapı ön planda ise mutlaka gland eksizyonu cerrahi tedaviye eklenmelidir ve gerekirse nipıl areolayı da küçültüp simetriyi sağlayabilmek için konsantrik ya da eksantrik eksizyonlar yapılabilir.
Sonuç: Cerrahi müdahale jinekomasti tedavisinde en etkili seçenektir. Burada amaç en az skar dokusu ile büyümüş meme dokusunu etkin bir şekilde küçültmektir.
Purpose: Surgical treatment of gynecomastia comprises of gland resection, liposuction or liposuction and combined gland resection.In our study we retrospectively analyzed 50 gynecomastia patients who presented our hospital. We are presenting our approach and the preferred method of treatment in all stages of gynecomastia with a simplified and easy-to-understand algorithm.
Method: Fifty patients presented with gynecomastia between 2002-2010 and they were grouped according to the choice of surgical method chosen. Patients were classified according to Simon classification. Six patients were Simon 1, 28 patients Simon 2a, 14 patients Simon 2b and 2 patients Simon 3.
Results: Our study summarized that Simon 1 and 2a patients showed satisfying results with liposuction only if there wasn’t any prominent fibroglandular tissues, and Simon 2b patients mostly required gland resection in addition to liposuction, and Simon 3 patients required skin resection and gland resection resembling reduction mammoplasty.
Conclusion: The main goals of surgery of gynecomastia patients should include providing the patients with a non-feminine looking naval area and adequate size nipple areolas with the least amount of hypertrophic scar formation. Following our simple algorithm we accomplished those in a significant amount of the patients.

7.Osteoporotic hip fractures and concomitant injuries
Adnan Kara, Ali Şeker, Eray Kılınç, Mustafa Faik Seçkin, Irfan Öztürk
Pages 79 - 82
Amaç: Osteoporotik kalça kırıkları genellikle yaşlı populasyonda ve basit travmalar sonucu oluşurlar. Bu çalışmada osteoporotik kalça kırıklarına eşlik eden yaralanmaların neler olduğu araştırılmıştır.
Gereç ve Yöntem: 2004- 2012 yılları arasında hastanemiz acil ortopedi polikliniğine basit düşme sonrası baş- vuran ve femur boyun veya intertrokanterik kırık tespit edilen 519 hasta bu çalışmaya dahil edildi. Hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelenerek kalça kırıklarına ek olarak başka bir bölgede yaralanmalarının olup olmadığı ve varsa nasıl tedavi edildikleri incelendi.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen hastaların 189’u (%36,4) erkek, 330’u (%63,6) kadındı. Erkek hastaların yaş ortalaması 76,9 (55-109), kadın hastaların 78,1 (53-105) ve genel yaş ortalaması 77,7 (53-109) idi. Hastaların 208’inde (%40,1) femur boyun, 311’inde (%59,9) intertrokanterik bölge kırığı vardı. Ondokuz hastanın (%3,7) kalça kırığına ek olarak başka bir bölge veya bölgelerde de toplam yirmi bir kırığının olduğu tespit edildi. Bu hastaların 11’i (%57,9) kadın, 8’i (%42,1) erkekti. Erkek hastaların yaş ortalaması 70 (54-80), kadınların 75,6 (65-95) ve genel yaş ortalaması 73,3 (54-95) idi. Hastaların 7’sinde (%36,8) femur boyun kırığı, 12’sinde (%63,2) intertrokanterik kırık vardı. Eşlik eden kırıkların dağılımına bakıldığında yedi radius distal uç kırığı, dört humerus proksimal uç kırığı, birer krus çift, humerus diafiz, pubik kol, patella, L1 vertebra kompresyon, trimalleoler, lateral malleol, 5. metakarp, klavikula ve humerus distal bölge kırığı tespit edildi. Bu hastalar içerisinden birer adet humerus üst uç kırığı, radius distal uç kırığı, trimalleoler kırık ve krus çift kırığının açık redüksiyonu takiben plak vida ile osteosentez; bir adet humerus diafiz kırığının intramedüller çivi ve bir adet distal humerus kırığının kapalı redüksiyon ve K-teli ile tespit yöntemleriyle tedavi edildiği belirlendi. Geriye kalan hastaların konservatif yöntemlerle tedavi edildiği tespit edildi.
Sonuç: Acil servislerde sıklıkla karşılaşılan osteoporotik kalça kırığı hastalarında vücudun başka yerlerinde de yaralanmaların olabileceğini ve fizik muayene sırasında esas şikayet yeri olan kalça dışındaki bölgelerin de dikkatle incelenmesinin olası kırıkların atlanmasını önleyebileceğini düşünmekteyiz.
Objectives: Osteoporotic hip fractures are usually seen in elderly and occurs due to simple falls. The aim of this study is to investigate the concomitant fractures to the hip.
Material and Methods: Between 2004- 2012 years, 519 patients admitted to the emergency department of our hospital after simple fall and diagnosed as intertrochanteric or neck fracture of femur were included in this study. Patient records were evaluated retrospectively and concomitant fractures of hip fractures and their treatment modalities were investigated.
Results: 189 (%36,4) patients were male and 330 were female (%63,6). Mean age of male patients was 76,9 (55- 109), females was 78,1 (53-105) and overall mean age was 77,7 (53-109). 208 (%40,1) patients had femoral neck and, 311 (%59,9) patients had intertrochanteric femur fractures. Nineteen patients (%3,7) had additional twenty one fractures concomitant to hip fractures. In this group 11 (%57,9) patients were female and, 8 (%42,1) patients were male. Mean age of male patients were 70 (54-80), and female patients were 75,6 (65-95), and overall patients was 73,3 (54-95). Seven patients (%36,8) had femural neck fractures and 12 patients (%63,2) had intertrochanteric femur fractures. Seven patients had distal radius, four patients had proximal humerus fractures. Crural, humerus diaphysis, ramus pubis, patella, L1 vertebra compression, trimalleolar, lateral malleol, fifth metacarp, claviculaand distal humerus fractures were detected. Among these patients, a proximal humerus fracure, a distal radial fracture, trimallolar and crural fractures were treated by open reduction and internal fixation. A distal humerus fracture and diaphyseal fractures were surgically treated. Other patients were conservatively treated.
Conclucion: It should be kept in mind that hip fractures can be accompanied by other fractures. Therefore careful examination of other parts of body is very important.

8.Results of surgical treatment of carpal tunnel syndrome through mini-open incision
Adnan Kara, Mehmet Mesut Sönmez, Ali Şeker, Erden Ertürer, Irfan Öztürk
Pages 83 - 86
Amaç: Karpal Tünel Sendromu (KTS) nedeniyle mini açık yöntemle cerrahi gevşetme uygulanan hastaların sonuçları ve cerrahi teknik değerlendirildi.
Gereç ve Yöntem: KTS nedeni ile Nisan 2005 - Mart 2010 tarihleri arasında mini açık (transvers karpal bağın distalinden mini palmar kesi) cerrahi tedavi uygulanıp sonrasında ulaşılabilen 38 hastanın (34 kadın, 4 erkek; ortalama yaş 54; dağılım 36-69) 46 el bileği geriye dönük olarak incelendi. Cerrahi sonrası hastalar ortalama 48.2 ay (dağılım 27-86 ay) izlendi. Hastaların ağrı ve fonksiyonel değerlendirmeleri vizüel analog skala (VAS) ve Boston skalası kullanılarak yapıldı. Ayrıca hastalar komplikasyonlar açısından değerlendirilildi.
Bulgular: Boston skalası ve vizüel ağrı skalasında ameliyat öncesine göre istatistiksel olarak anlamlı düzelme sağlandı (p<0.05). Mini açık karpal tünel gevşetmesi sonrası bir hastada skar dokusu üzerinde hassasiyet görülürken, bir hastada ameliyat esnasında common digital sinir kesisi oluşmuş ve primer olarak tamir edilmişti. Hastaların ikinci haftada günlük aktivitelerine geri döndüğü görüldü. Rekürrens saptanan bir olgu konservatif tedavi ile takip edildi. Hiçbir hastada ikincil bir operasyon yapılmadı.
Sonuç: Karpal tünel sendromunun cerrahi tedavisinde başarılı klinik sonuçlar alınmakla birlikte, mini açık cerrahi sonrası kesi üzerinde daha az skar dokusu ve hassasiyet görülmesi, hastaların daha erken günlük aktivitelerine geri dönebilmeleri nedeniyle mini açık cerrahi tercih edilebilir bir yöntemdir.
Objective: Clinical results and surgical technique were evaluated in patients whom underwent miniopen surgery due to the Carpal Tunnel Syndrome (CTS).
Material and Methods: 46 wrists of the 38 patients (34 female, 4 male, mean age 54 years, range 36-69) whom underwent mini-open surgery (mini-palmar incision distal to the transverse carpal ligament) because of CTS between April 2005 - March 2010 were evaluated retrospectively. Patients were followed-up for an average of 48,2 months (range 27-86 months). Patients were clinically and functionally evaluated with Boston’s scale and visual analog scale (VAS). Also complications were assessed.
Results: A statistically significant improvement (p<0.05) was detected in Boston scale and visual analogue scale compared with preoperative assessment. One of the patients complaint of sensitivity over the scar of incision, iatrogenic common nerve injury was repaired during surgery. Patients were returned to their daily activities during the second week. Conservative treatment was followed with a case of recurrence. We did not perform any revision surgery.
Conclusion: Successful clinical results are obtained in surgical treatment of the carpal tunnel syndrome, however minimal invasive surgery can be preferred because of the decreased complication rates like sensititvity of the scare tissue, tenderness and earlier return to daily.

CASE REPORT
9.Stiff skin syndrome versus scleroderma: a case report
Beril Doğu, Hülya Şirzai, Fatma Başoğlu, Banu Kuran
Pages 87 - 90
Sert deri hastalığı (SDH), bebeklik veya erken çocuklukta başlayan özellikle kalça ve gluteal bölgedeki cildin kalınlaşması, eklem mobilitesinde azalma, hafif kıllanma artışı ile karakterize nadir bir cilt hastalığıdır. Kas ve iç organ tutulumu görülmez. Biz de hastalığın başlangıcı ve klinik özelliklerinden dolayı SDH olduğu düşünülen hastayı sunarak, sklerodermadan farkını vurgulamayı amaçladık
Stiff skin syndrome (SSS) is a rare cutaneous disease starting in infancy or early childhood characterized by stony hard skin specificaly around thighs and buttocs, by joint mobility limitation and by mild hypertrichosis. It does not present visceral or muscle involvement. By presenting a patient presumed to be SSS due to start of the disease and clinical features we intented to emphasize its differances from scleroderma.

10.Bilateral traumatic olecranon fracture: a case report
Ümit Tuhanioğlu, Alper Gültekin, Hasan Ulaş Oğur, Yavuz Arıkan, Ali Fuat Karaca, Doğan Atlıhan
Pages 91 - 92
Altta yatan bir hastalığı olmayan bireylerde travma sonucu oluşan bilateral olekranon kırığı daha önce literatürlerde bilateral olekranon apofiz kırığı dışında bildirilmemiştir. Bu olguda; ondört yaşında, ek hastalığı bulunmayan, bilateral açık redüksiyon ve gergi bandı tekniği ile internal fiksasyon ile tedavi edilen bilateral travmatik olekranon kırığı olgusu sunulmaktadır.
Bilateral traumatic olecranon fracture on healthy person who don’t have underlying diseases are not reported on literature before, except bilateral olecranon apophysis fracture. In this case; fourteen year-old-boy, who has bilateral traumatic olecranon fracture without underlying disease, treated with bilateral open reduction and internal fixation using tension band technique is presented.

11.A rare complication of posterior fossa surgery: subacute subdural hematoma of lumbar region: case report
Ahmet Eroğlu, Ali Kıvanç Topuz, Cem Atabey, Mehmet Nusret Demircan
Pages 93 - 96
Subdural hematomlar, spinal bölgede nadir görülür. Etiyolojisinde koagülopatiler ve travma başta gelmektedir. Lomber spinal subdural hematomlar, posterior fossa cerrahinin nadir bir komplikasyonudur. 62 yaşında bayan hasta posterior fossa cerrahisi sonrası progresif gelişen bel ağrısı ve her iki bacakta güçsüzlük şikâyetleri nedeni ile yapılan Torakal ve Lumbosakral Spinal Magnetik Rezonans Görüntüleme’de (MRG), L4-S2 seviyesinde subakut subdural hematom saptanarak acil olarak opere edildi. Geriye dönük kontrol edilen hastanın anamnezinde ve yinelenen laboratuar tetkiklerinde spinal bölgede kanama nedeni olabilecek risk faktörü veya patoloji saptanmadı. Hastanın şikâyetlerinin, yürümeye başladıktan sonra gelişmesi nedeniyle kranial subdural alandaki kanın yerçekimi etkisi ile aşağıya hareketi sonucu lomber spinal subdural hematomun geliştiğini düşünmekteyiz. Posterior fossa cerrahisi sonrasında şiddetli bel ağrısı ve bacaklarında progresif güçsüzlüğü olan hastalarda lomber spinal subdural hematom gelişebileceği de akılda tutulmalıdır.
Subdural hematoma is a rare condition in spinal region. Coagulopathies and trauma are the most common etiologic causes. Lumbar spinal subdural hematoma occurs very rarely as a complication of cranial surgery. A 62-year-old female complained of lumbago and weakness in the lower extremities after posterior fossa surgery. Thoracic and lumbosacral MRI showed L4-S2 subacute subdural hematoma (SSH) and the patient underwent surgery immediately. She had no risk factors or pathology for bleeding at this site in her medical history and new laboratory tests. The symptoms appeared after she began to walk, so the SSH was probably due to downward movement of blood from the cranial subdural space under the influence of gravity. Severe back pain and progressive weakness of legs also should be considered that develop in patients with lumbar spinal subdural hematoma after posterior fossa surgery.

REVIEW ARTICLE
12.The effects of the perinatal problems on long term development of preterm infants
Zeynep Eras, Bahar Bingöler Pekcici, Gülsüm Atay, Evrim Durgut Şakrucu, Bağdagül Sarıdaş
Pages 97 - 100
Antenatal ve neonatal bakım koşullarındaki iyileşmelere bağlı olarak prematüre ve çok düşük doğum ağırıklı bebeklerin yaşam oranları artmış ancak engellilik oranlarında azalma olmamıştır. Yenidoğan yoğun bakım ünitelerinin başarısının en önemli ölçütünün gelişimsel sonuçlar olduğu artık tüm dünyada kabul edilmiştir. Bu bebeklerin gelişimsel sonuçları, genetik, perinatal ve sosyal-çevresel faktörleri içeren karmaşık bir ilişkinin sonucudur. Prematüre bebeklerin perinatal sorunları olan sepsis, nekrotizan enterokolit, intrakranial kanama, periventriküler lökomalazi, bronkopulmoner displazi (kronik akciğer hastalığı), işitme kaybı, prematüre retinopatisi ve büyüme geriliği bebeklerin gelişimini olumsuz etkileyen risk faktörleridir. Bu sorunların önlenmesi veya erken tanı ve tedavisi, bu yüksek riskli çocukların bedensel sağlıkları ve gelişimlerinin en iyi duruma getirilebilmesi için önem taşımaktadır.
Depending on the improvements in antenatal and neonatal care of premature and low birth weight infants, survival rates were increased but disability rates were not decreased. It has been accepted all over the world that developmental results were the most important criterion for the success of neonatal intensive care units. The developmental outcomes of these infants are the results of a complex relationship between the genetic, perinatal and social-environmental factors. Perinatal problems such as sepsis, necrotizing enterocolitis, intracranial hemorrhage, periventricular leukomalacia, bronchopulmonary dysplasia (chronic lung disease), hearing loss, retinopathy of prematurity and growth retardation are risk factors that negatively affect the development. Prevention or early diagnosis and treatment of these problems are important for the normal physical health and development of these high-risk children

LookUs & Online Makale