ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
The Medical Bulletin of Sisli Etfal Hospital - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 43 (2)
Volume: 43  Issue: 2 - 2009
ORIGINAL RESEARCH
1.Preoperative assesment and our surgical experience in patients with penile fracture
Burhan Coşkun, Bahadır Ermeç, Nurettin Cem Sönmez, Oktay Akça, Soner Güney, Erbil Ergenekon
Pages 57 - 59
Amaç: Penil fraktür ürolojik aciller içinde pek sık rastlanmayan bir durumdur. Tanının erken konulmasında ve tedaviye biran önce başlanılmasında yarar vardır. Bu çalışmada penil fraktür ile başvuran olgulardaki klinik özelliklerin, bu hastalara uygulanan tanı metodlarının, cerrahi yöntemin ve sonuçlarının incelenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Penil fraktür tanısı almış ve opere edilmiş olan 26 hastanın retrospektif incelemesi yapıldı. Çalışmadaki bütün hastalar 1996-2007 yılları arasında kliniğimizde tedavi edilmişti. Hastaların anamnez, fizik muayene, görüntüleme yöntemleri operasyon bulguları ve kontrol muayenelerine ait bilgilerine hasta kayıtlarından ulaşıldı.
Bulgular: Penil fraktürün 16 olguda cinsel ilişki esnasında, 5 olguda masturbasyon sırasında, 5 olguda ise uyku esnasında düşme sonucunda olduğu anamnez ile saptandı. Tüm hastalara tanı, anamnez ve fizik muayene ile konuldu. Bütün hastalara subkoronal sirkumferansiyel insizyon uygulandı. Onbeş olguda sağ, on olguda sol, bir olguda her iki korpus kavernozum yaralanması ile birlikte üretra yaralanması saptandı.Hastaların hiçbirinde, bir yıllık kontrollerinde erektil disfonksiyon veya penil deviyasyon gerçekleşmedi.
Sonuçlar: Penil fraktür tanısı koymak için anamnez ve fizik muayene yeterli olmakta ve diğer tanı metodlarına genellikle ihtiyaç duyulmamaktadır. Subkoronal sirkumferansiyal insizyonun seçildiği erken cerrahi yaklaşımla iyi sonuçlar elde edilmektedir.
Purpose: Penile fracture is a rare condition among urological emergencies. There are benefits of early diagnosis and immediate treatment. In this study we aimed to asses clinical presentation of the patients with penile fracture and diagnostic methods, surgical procedure and outcomes of theraphy in these patients.
Material an Methods: Twenty six patients with penile fracture who had surgical intervention are retrospectively analysed. All patients were treated at our clinic between 1997 and 2007. The data about the history, physical examination, imaging modalities, the findings at operation and follow up of the patients were collected from medical records.
Results: Penile fracture developed during sexual intercourse in 16 patients, while 5 patients had penile fracture during masturbation and 5 had penil fracture because of rolling from bed. All patients diagonised with history and physical examination. Circumferantial subcoronal insicion applied to all patients. Right corpus cavernosal injury was detected in 15 patients, left sided injury was detected in 10 patients, one patient had injury in both corpus cavernosum with urethral injury. None of the patients developed erectile dysfunction or penile deviation at one year follow up period.
Conclusions: For diagnosis of penile fracture, history and physical examination is usually adequate and there is no need for further diagnostic procedures. Satisfactory results are achived with immediate surgery in which circumferential subcoronal incision is chosen.

2.The retrospective analysis of the acute poisoning cases applying to the emergency unit in one year
Ö. Yağan, B. Akan, D. Erdem, D. Albayrak, B. Bilal, N. Göğüş
Pages 60 - 64
Amaç: Biz retrospektif olarak yaptığımız bu çalışmada; bir yıllık dönemde acil servise başvuran zehirlenme olguları ile ilgili verileri toplamayı, demografik ve etyolojik özellikleri ile prognozlarını araştırarak, literatür ile karşılaştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi (ANEAH) Acil Servisi’ne 01.09.2006 ile 31.08.2007 tarihleri arasındaki bir yıllık süreçte akut zehirlenme nedeniyle başvuran 14 yaş üstü tüm olgular; yaş ve cinsiyet dağılımları, zehirlenme nedenleri, prognoz ve mortalite oranları açısından araştırıldı.
Bulgular: Akut zehirlenme nedeniyle acil servise gelen 1288 olgunun 790’ı (%61.3) kadındı. Yaş ortalaması kadınlarda 28.5±15.1 yıl, erkeklerde 31.3±16.3 yıl idi. En sık karşılaşılan zehirlenme nedenleri; ilaçlar (%58.69), karbon monoksit (%19.25), alkol (%8.15) ve mantar (%6.99) idi. Tüm olguların %53.1’i intihar amaçlı zehirlenmelerdi ve kadınlarda bu oran daha yüksekti (%70). Olguların %85.7’si acil serviste, %8’i dahiliye kliniklerinde, %6.3’ü ise yoğun bakım ünitelerinde izlendi. Yoğun bakımda kalış süreleri ortalama 3.77±2.05 gündü. Mortalite oranı %0.31 olarak bulundu.
Sonuç: Sonuç olarak; zehirlenme olguları sıklıkla, genç kadınlarda ve ilaç alımı şeklinde görülmektedir. Olgulara acil müdahalenin olabildiğince erken yapılması ve gerektiğinde yoğun bakımlarda izlenmesi, mortalitenin azaltılması yönünde büyük öneme sahiptir. Ama daha da önemlisi yaygın olarak kullanılan ve ulaşılması kolay olan analjezik ve antidepresan gibi ilaçların kontrollü kullandırılması gerektiği kanısındayız.
Objective: In this retrospective study we aimed to gather one year data about intoxication cases admitted to emergency service, examine their
demographic and etiologic characteristics and compare these with literature.
Material and Methods: Cases older than 14 years admitted to Ankara Numune Reseach and Training Hospital Emergency Service between 1st
September 2006 and 31th August 2007 because of acute poisoning examined for age and gender distribution, poisoning etiology, prognosis and mortality rates.
Results: 790 (61.3%) of 1288 people who came to the emergency service because of acute poisoning were female. Mean age was 28.5±15.1 years and 31.3±16.3 years in female and in male patients respectively. Most common cause of the poisonings were drugs (58.69%), carbonmonoxide (19.25%), alcohol (8.15%) and mushroom (6.99%). Of all the events 53.1% were attempts to suicide and this rate was 70% in females. While 85.7% of the cases were followed in emergency service, 8% in internal medicine clinic and 6.3% in ICU. For all the patients, mean duration in ICU was 3.77±2.05 days. Mortality rate was found to be 0.31%.
Conclusions: It can be concluded that intoxication is encountered in females more commonly and most common with a drug. The carrying out of urge interventions as possible as early and observation in ICU is of great importance. That is why we are in opinion that the usage of the medicines such as analgesics and antidepressant drugs which are easy to reach should be taken under control.

3.Comparison of the effect of transdermal and intranasal estrogen treatments on serum hormone and lipid levels and mammographic densities in surgical menopause
Ayşe Pınar Palan, Alparslan Baksu, Şenol Çelebi, Tamer Gültekin, Zehra Ince, Nimet Göker
Pages 65 - 71
Amaç: Cerrahi menopoz hastalarında, östrojen formlarından transdermal östradiol hemihidrat jel ve intranasal östradiol hemihidrat sprey uygulamalarının serum hormon, lipid değerleri ve mamografik dansite üzerine etkilerinin karşılaştırılması.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği menopoz polikliniğine başvuran, cerrahi menopozlu toplam 58 hasta alındı.
Hastalar 3 gruba ayrılarak birinci gruba (n=20) Estrava transdermal jel (Östradiol hemihydrate 3x0,5 mg/gün), ikinci gruba (n=20) ise intranazal sprey (Östradiol hemihydrate 2x150 mcg/gün) nasal sprey verildi. Üçüncü grup (n=18) ise kontrol grubu olarak belirlendi.
Hastaların tedavi öncesi ve sonrası mamografik dansitelerindeki değişiklikler Wolfe skorlamasına göre değerlendirildi. Total kolesterol, HDL, LDL-kolesterol, trigliserid, FSH, LH, E2, TSH, testosteron, kortizol ve DHEAS düzeyleri de aynı dönemlerde bakıldı.
Bulgular: Transdermal jel, intranazal sprey gruplarının, tedavi sonrası E2 değerleri tedavi öncesinden anlamlı olarak yüksek bulundu (p= 0,003, p=0,0001). Transdermal jel, intranazal sprey, kontrol gruplarının tedavi öncesi ve sonrası mamografik dansiteleri arasında, istatistiksel farklılık gözlenmedi (p>0,05).
Sonuç: Çalışmamızda transdermal jel ve intranazal spreyin her ikisinin de serum E2 düzeylerini arttırdığı saptanmış, mamografik değerlendirmede her iki grupta da kontrol grubuna göre dansitede anlamlı fark saptanmamıştır.
Objective: To compare the effects of transdermal estradiol hemihydrate gel and intranasal estradiol hemihyrate spray applications on serum hormone and lipid values and mammographic density in surgical menopause patients.
Material and Method: A total of 58 surgical menopause patients who admitted to Menopause Policlinic in Sisli Etfal Training and Research Hospital Obstetrics and Gyneacology Clinic was included in our study. Patients were divided into three groups: Group 1 (n=20) received Estrava transdermal gel (estradiol hemihydrate 3x0.5 mg/day), group 2 (n= 20) received intranasal spray (estradiol hemihydrate 2x150μg/ day), group 3 (n=18) was accepted as the control group. The differences in mammographic densities before and after the treatment of the patients were evaluated according to the Wolfe Scoring System. The serum levels of total cholesterol, HDL, LDL, trigliceride, FSH, LH, E2, TSH,
testosterone, cortisole and DHEAS were evaluated at the same time periods.
Results: The level of serum estradiol after the treatment in transdermal gel and intranasal spray groups was significantly higher than before the
treatment (p= 0.003, p= 0.0001). There was no statistically significant difference in the mammographic densities before and after the treatment in the transdermal gel, intranasal spray and control groups (p>0.05).
Conclusion: In our study, both transdermal gel and intranasal spray groups proved to increase serum estradiol levels whereas there was no difference in terms of mammographic densities of the groups according to control group.

4.Evaluation of PEM (Patient Evaluation Measurement) in carpal tunnel syndrome
Ayhan Kılıç, Murat Gül, Sami Sökücü, Harun Mutlu, Yavuz Kabukçuoğlu
Pages 72 - 76
Tedavi değerlendirmesine yönelik hasta anketleri, kişinin bedensel ve psikolojik açıdan bireysellik içerdiğinden öznel bir karaktere sahiptir. Bu anketler öznel yapısına rağmen hasta memnuniyetini ve tedavi edilen elin işlevselliğini ölçmede oldukça etkindir.
Amaç: Bir seri karpal tünel sendromu olgusunda PEM (hasta memnuniyet ölçeği) ve Boston anketi kullanarak hasta memnuniyetini ölçmek ve kullanılan iki ölçek arasındaki korelasyonu ortaya koymaktı.
Hastalar ve Yöntem: Kliniğimizde 2006-2007 tarihleri arasında karpal tünel sendromu tanısı ile cerrahi tedavi uygulanan 3’ü erkek, 21’i kadın toplam 24 hastanın (ortalama yaş 50. 4) 32 el bileği (8 olguda çift taraflı tutulum)bu çalışmaya alındı. On üç (%40,6) el bileğinde sol, on dokuz (%59,4) el bileğinde ise sağ taraf tutulumu vardı. 5 (%20,8) hastada Diabetus Mellitus Tip II, 3 (%12,5) hastada ise kronik sigara tüketimi öyküsü vardı. Yakınmaların ortaya çıkması ile cerrahi girişim arasında geçen süre 26 aydı. “Mini-open” karpal tünel gevşetmesi uygulanan hastalara ameliyat öncesi ve sonrası (6.ay) Boston (Levine) anketi ve PEM (Hasta Memnuniyet Ölçeği) anketi uygulandı. Her iki anketin verileri, SPSS 11. 5 programında istatistiksel olarak incelendi.
Bulgular: Her iki anketin sonuçlarına göre cerrahi tedavi ile etkin bir iyileşme sağlandığı saptandı. Boston işlevsel değerlendirme alt-ölçeği ile PEM sonuçları arasında orta düzeyde, Boston hasta yakınmalarına dayalı değerlendirme alt-ölçeği ile PEM arasında ise düşük seviyede korelasyon bulundu.
Tartışma ve Sonuç: Bu çalışmada, uzun yıllardan bu yana kullanımda olan Boston anketine kıyasla PEM anketinin; düşük maliyetli, kolay uygulanabilen ve hasta memnuniyetini değerlendirebilen bir yöntem olduğu saptandı.
Patient rated scales for the evaluation of treatment are generally subjective as they consist of functional and psychological individualities. Despite those scales are subjective by nature, they are effective in assessing the patient satisfaction and functionality of treated hand.
Aim: Our aim was to assess the patient satisfaction in a series of carpal tunnel syndrome, by using PEM (Patient Evaluation Measurement) and Boston Questionnaire, then to evaluate the correlation between two scales.
Patients and Methods: 32 wrists (8 subjects double sided) of 24 patients (mean age 50.4) whereas 3 are male and 21 are female, who applied to our clinics in 2006 and 2007 were included into our study. Twelve wrists were right hand side and twenty were left hand side. 5 patients were suffering type II diabetes mellitus and 3 were having smoking history. The average “symptom to surgery” time was 26 months. Boston questionnaire and PEM scale were applied preoperatively and postoperatively (6 months) to the subjects who went under “mini-open” carpal tunnel release. Data from both scales were analysed by using SPSS (version 11.5) statistics software.
Results: Results from both scales demonstrate effective recovery after surgical treatment. PEM was found to be correlated with Boston Functional Rating Sub-scale and Complaint-based Rating Sub-scale, moderately and poorly, respectively.
Discussion and Conclusion: In reference to Boston questionnaire as a scale in use for a long time, PEM was considered to be a low cost, easy-to-use scale that rates the patient satisfaction in carpal tunnel syndrome.

5.PTEN expression and its relationship with prognostic factors in gastric adenocarcinomas
Cumhur Selçuk Topal, Müberra Seğmen Yılmaz, Murat Hakan Karabulut, Dilek Yavuzer, Nimet Karadayı
Pages 77 - 81
Amaç: PTEN (phosphatase and tensin); 10.kromozomda (10q23.3) lokalize tümör supresör gen olarak belirlenmiş önemli bir moleküler marker’dır. Bu retrospektif çalışmada mide adenokarsinomlarında PTEN ekspresyonu, PTEN ekspresyonunun prognostik parametre olarak anlamlılığı ve diğer prognostik parametrelerle ilişkisi araştırılmıştır.
Gereç ve Yöntem: Mide adenokarsinomu tanısı almış 60 olguya ait tümör içeren parafin bloklardan elde edilen kesitlere PTEN (Clone 28H6, Novocastra, UK) ile immunohistokimyasal boyama prosedürü uygulandı.
Bulgular: PTEN ekspresyonu ile Lauren sınıflaması ve histolojik grade arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptandı. Ancak PTEN ekspresyonu ile vasküler invazyon, perinöral invazyon, lenf nodu metastazı, TNM (primer tümör, lenf nodu, uzak metastaz) evresi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmamıştır.
Sonuç: Çalışmamızda Lauren sınıflamasına göre diffuz tip karsinomlarda, intestinal tip karsinomlara göre PTEN ekspresyon kaybının daha belirgin olduğu ve differansiasyon azaldıkça PTEN ekspresyon kaybının arttğı saptanmıştır. Sonuçta PTEN ekspresyonunun malign transformasyonla, progresyonla ve diğer prognostik parametrelerden histolojik grade ile ilişkili olduğu görülmüştür.
Objective: PTEN (phosphatase and tensin) is an important molecular marker that works as a tumor supressor gene located on the 10th chromosome (10q23.3). In this retrospective study, PTEN expression and its relationship with prognostic parameters have been investigated.
Study design: Slides obtained from paraffine blocks of 60 gastric adenocarcinoma immunohistochemically stained with PTEN (Clone 28H6,
Novocastra, UK).
Results: Statistically significant relationship was found between Lauren‘s classification, histologic grade and PTEN expression. But we were unable to show significant relationship with PTEN and vascular invasion, perineural invasion, lymph node metastasis, TNM (primary tumor, lymph node, distant metastasis) stage.
Conclusions: We found that PTEN expression loss is more prominent in the diffuse type carcinomas than the intestinal types and also there is a reverse correlation between histologic differentiation and PTEN loss. As a result PTEN expression was found to be related to malignant transformation, tumor progression and histologic grade.

6.The treatment of tibia diaphyseal fractures with locked intramedullary nailing; midterm results
Onat Üzümcügil, Ahmet Doğan, Merter Yalçınkaya, Mirza Zafer Dağtaş, Nikola Azar, Erhan Mumcuoğlu, Yavuz Selim Kabukçuoğlu
Pages 82 - 88
Amaç: Tibia diafiz kırığı nedeniyle kilitli intramedüller çivi uygulanan hastaların klinik ve radyografik orta dönem sonuçlarının değerlendirilmesi.
Çalışma planı: Tibia diafiz kırığı nedeniyle kilitli intramedüller çivi ile internal tespit uygulanan 67 hasta (45 erkek, 22 kadın; ort. yaş 36,9; dağılım 16-69) çalışmaya dahil edildi. Kırıklar 42 hastada sağ, 25 hastada ise sol tarafta idi. Hasta grubumuzda, kırığın oluş anından ameliyata kadar geçen süre ortalama 12 gün (dağılım 1–35 gün), ortalama takip süresi ise 46,5 ay (dağılım 6–123 ay) idi. Takip sonuçları Johner ve Wruhs kriterlerine göre değerlendirildi.
Sonuçlar: Çalışma grubumuzda ortalama kaynama süresi 21,1 hafta olarak bulundu (medyan 18 hafta, dağılım 6–36 hafta). Johner ve Wruhs kriterlerine göre 67 olgunun 36’sında (%53,7) mükemmel, 17’sinde (%25,3) iyi, 7’sinde (%10,5) orta ve 7’sinde (%10,5) kötü sonuç elde edildi. 67 olgunun 14’ünde (%20,9) açısal dizilim kusuru, 12’sinde (%17,9) komşu eklem hareket kısıtlılığı görüldü.
Çıkarımlar: Bu çalışma grubunda klinik başarı oranını düşüren en önemli iki faktörün açılı kaynama ve komşu eklem hareket kısıtlılığı olduğu görüldü. Bu iki problemin de, primer cerrahi esnasında kırık redüksiyonuna dikkat edilmesi, sistemin statik kilitlenmesini gerektiren olguların iyi belirlenmesi, dinamizasyon ve yük verme zamanına daha dikkatli karar verilmesi, aynı zamanda bu hastaların düzgün bir rehabilitasyon programına alınması gerekliliği ortaya çıkmıştır.
Objectives: The evaluation of the clinical and radiological midterm results of the patients with tibia diaphysis fractures treated by locked intramedullary nails.
Methods: 67 patients with tibia diaphysis fracture who were treated with locked intramedullary nail (45 male, 22 female; mean age 36,9; range 16 to 69) were included in the study. The fractures were on the right side in 42 patients and on the left side in 25 patients. The mean period between the operation and the onset of the fracture was 12 days (range 1-35 days) and the mean follow-up period was 46,5 months (range 6 to 123 months). The results were evaluated according to Johner-Wruhs criteria.
Results: In our study group, the average time to union was 21,1 weeks (median 18 weeks, range 6 to 36 weeks). According to the Johner-Wruhs criteria; of 67 patients, the results were excellent in 36 patients (53,7%), good in 17 patients (25,3%), fair in 7 patients (%10,5) and poor in 7 patients (10,5%). 14 patients (20,9%) with malalignment and 12 patients (17,9%) with restriction of adjacent joint motion were also reported.
Conclusion: Malalignment and the restriction of adjacent joint motion were found to be the two important factors responsible of the decrease in the clinical satisfaction rates. We believe that in order to fix those two factors; proper reduction of the fracture during the primery surgery, welldetermination of the cases necessiating statical locking, much care taken about dinamisation and weight bearing times and an appropriate rehabilitation program are mandatory.

7.Comparison of depression and anxiety in surgical vs natural menopausal patient
Ata Topçuoğlu, Önder Koç, Bülent Duran, Melahat Dönmez
Pages 89 - 92
Amaç: Doğal ve cerrahi yolla menapoza girmiş hormon alan ve almayan kadınların anksiyete ve depresyon açısından değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Abant İzzet Baysal Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum AD‘ında Menopoz polikliniğine başvuran postmenopozal dönemdeki hormon kullanan 50 olgu ile benzer yaş grubunda ve postmenopozal dönemde hormon kullanmayan 50 kontrol olgu ile çalışıldı. Her iki gruba sosyodemografik bilgi formu, Hamilton Anksiyete Derecelendirme Ölçeği, Hastane anksiyete ve depresyon skalası uygulandı. Veriler SPSS for Windows 10.0 programında istatistiksel olarak değerlendirildi.
Bulgular: Menopoza doğal ve cerrahi olarak giren ve hormon kullanan ve kullanmayan kadınlar arasında Hamilton anksiyete değerlendirme ölçeği ve hastane anksiyete ve depresyon skalası test sonuçlarında hormon alanlarla almayanlar arasında fark bulunmadı.
Sonuç: menopozun doğal ya da cerrahi yolla ortaya çıkması ruhsal belirtiler üzerinde anlamlı fark yaratmamaktadır. Hormon kullanımının menopozlu kadınlarda duygulanım değişiklikleri üzerinde olumlu etkisi bulunmamıştır.
Aim: In this study our aim is to understand the effect of HRT on symptoms of anxiety and depression in natural or surgical menopause period.
Material and Method: Fifty women with natural or surgical menopause who applied to the outpatient clinics of obstetrics and gynecology
department of Abant Izzet Baysal University, Izzet Baysal Medical faculty were included in this study. Subjects (n=50) were evaluated into two groups with one group to receive HRT and the other (control group) did not. Both groups underwent sociodemographic information form; Hamilton Anxiety and Depression Scale and Hospital Anxiety and Depression Scale. SPSS for windows 10.0 programme was used for statistical analysis.
Results: Hamilton Anxiety Rating Scale and Hospital Anxiety and Depression Scale test results showed no difference between surgical and natural menopausal women receiving HRT and not receiving HRT.
Conclusions: As far as psychological findings concerned; surgical or natural menopause does not cause statistically significant difference. HRT has no positive effects on mood changes of menopausal women.

CASE REPORT
8.Bilateral simultaneous thalamic infarctions
Gülay Kenangil, Dilek Necioğlu, Zeynel Tak, Hulki Forta
Pages 93 - 95
Bilateral eşzamanlı paramedian talamik enfaraktlar (BPTE) nadir görülen tablolardır. Hastalar ani bilinç bulanıklığı, bakış paralizileri ve kognitif bozukluklarla tanınabilirler. Biz bu sunumda acile bilinç bulanıklığı ile başvuran ve mantetik resonans görüntülemelerinde (MRG), diffuzyon kesitlerde parlayan ve ADC haritalamada sönen bilateral paramedian talamik enfarkt saptanan 6 vakanın klinik ve radyolojik özellikleri ile ve prognozunu sunmayı amaçladık.
Bilateral simultaneous thalamic infarction (BPTI) is a rare syndrome. Patients attend to the hospital with acute unconsciousness, gaze palsies and cognitive deficits. Here we presented clinical and radiological features and prognosis of 6 cases. They were admitted to the hospital with sudden onset of unconsciousness. Diffusion weighted MRI showed hyperintensity on bilateral paramedian thalamic region and hypointensity on ADC mapping consistent with acute infarction.

REVIEW ARTICLE
9.Minimally invasive method in urologic surgery: Ureterorenoscopy in all aspects
Hüsnü Tokgöz
Pages 96 - 100
Son yıllarda, tüm cerrahi branşlarda minimal invazif cerrahiye yönelim başlamıştır. Üreterorenoskopi, düşük morbidite ve mükemmel tedavi sonuçlarını sağlayan birçok gelişmenin içinde en başlarda yeralmıştır. Düşük çaplı üreteroskopların ve gelişmiş kamera sistemlerinin üretilmesi gibi teknolojik ilerlemeler, endoürologların üreteroskopi endikasyonlarını genişletmesine izin vermiştir. Üreterorenoskop sayesinde tüm üst üriner sistem birçok ürolojik hastalığın teşhis ve tedavisi amacıyla görüntülenebilmektedir. Bu makalede, üreterorenoskopi tüm yönleriyle tartışılmıştır.
In recent decades, there has been a shift toward minimally invasive surgery in all surgical subspecialties. Ureterorenoscopy represents an area on the top in which there have been numerous advances that have resulted in excellent patient outcomes with low morbidity. Technologic improvements like production of low diameter ureteroscopes and improved camera systems have led the endourologists to increase the indications of ureterorenoscopy. By means of ureterorenoscopy, the entire upper urinary tract can now be accessed for diagnosis and treatment of many urologic conditions. Herein, we discussed ureterorenoscopy in all aspects.

10.Saturation biopsies for the diagnosis of prostate cancer
Hakan Şirin, Orhan Tanrıverdi, Muammer Kendirci, Cengiz Miroğlu
Pages 101 - 106
Prostat kanseri erkeklerde en sık tanı konulan kanserdir. Özellikle orta-ileri yaş erkeklerde, PSA taramaları ya da parmakla rektal muayene sonrasında prostat kanseri şüphesi mevcut ise, tanı için yapılması gereken transrektal ultrasonografi eşliğinde prostat biyopsileri alınmasıdır. Başlangıçta prostat biyopsileri, doğrudan rektal muayenede palpe edilen lezyona yönelik uygulanmıştır. Zamanla, biyopsilerin tanısal değerini arttırmak için teknik iyileştirmeler gündeme gelmiş, bu amaçla 6 odaklı sekstant biyopsiler, lateral zon örneklemeleri, 10-12 odaklı (double-sekstant) biyopsiler klinik uygulamaya girmiştir. Son yıllarda prostat kanseri tanısında satürasyon biyopsisi olarak tanımlanan, 20 veya daha çok odaktan alınan biyopsiler üzerine çalışmalar yoğunlaşmıştır. Satürasyon biyopsilerinin tanısal değeri ve gerekliliğine dair yayınlar incelendiğinde, ürologlar arasında önemli fikir ayrılıkları oluştuğu izlenmektedir. Bu derlemede özellikle tekrarlanan prostat biyopsileri negatif sonuçlanan fakat klinik veya biyokimyasal olarak prostat kanseri şüphesi devam eden olgular ya da aktif izleme alınan olgular gibi seçilmiş hasta gruplarında satürasyon biyopsilerinin yararlılığı ele alınmıştır.
Prostate cancer is the most diagnosed cancer in men. If there is any suspicion of prostate cancer after PSA screening or digital rectal examination (DRE), transrectal ultrasonography guided prostate biopsies should be performed particularly for the middle aged or elderly population. Previously, prostate biopsies used to directly focus on the lesion palpated in DRE. In time, technical advances such as 6 core sextant biopsies, lateral zone sampling or 10 – 12 core (double sextant) biopsies came up and were introduced into clinical practice in order to improve the diagnostic value of prostate biopsies. Recently, investigations are focused on a new biopsy technique called saturation biopsy which includes 20 prostatic cores or more. There is a big controversy among urologists about the diagnostic value and necessity of this new technique. In this review current studies concerning the use of saturation biopsy and its potential benefits particularly for selected patients with repeated negative prostate biopsies whose suspicion for prostate cancer is still clinically or biochemically relevant or for those undergoing active surveillance protocols are being assesed and discussed.

LookUs & Online Makale