ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
The Medical Bulletin of Sisli Etfal Hospital - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 37 (4)
Volume: 37  Issue: 4 - 2003
ORIGINAL RESEARCH
1.Nörogenic bladder
Cengiz Miroğlu Cangül, Uğur Boylu, Kaya Horasanlı
Pages 7 - 16
Abstract |Full Text PDF

2.Intra-articular sodium hyaluronat injections and results in patiets with gonarthrosis over 40 years old
Mustafa Tekkeşin, Serdar Toker, Şenol Akman, Bülent Aksoy, İrfan Öztürk
Pages 17 - 20
Amaç: Dejeneratif eliz eklemi patolojilerinde artroskopik deb¬ridman sonrası sodyum hyaluronat uygulanan ve uygulanma¬yan hastaların klinik değerlendirilmesi ve sodyum hyalurona- tm etkisinin araştırılması.
Çalışma planı: Artoskopik incelemede medial femoral kandil¬de kondral patoloji saptanan 40 hastanın 40 dizinde artros¬kopik debridman uygulandı. Hastaların II tanesi erkek, 29 tanesi kadındı.(art. Yaş: 55.72, dağılım 42-78) Gerekli olgu¬larda parsiye! menisektomi işleme dahil edildi. Hastaların yarısına debridman sonrası birer hafta ara ile 3 kez sodyum hyaluronat enjeksiyonu yapıldı. Ameliyat sonrası değerlendirmede Lysholm skor!aması 6. ayda yapıldı.
Sonuçlar: (>. ayda Lysholm skoru ile değerlendirilen hastalarda enjeksiyon yapılan grupta ortalama puan 89.1 bulunurken enjeksiyon yapılmayan grupta ortalama puan 61.6 olarak bulundu. 6.ayda Lysholm skorlarına göre ortalama puan artışı enjeksiyon yapılanlarda 45.4, yapılmayanlarda 16.6 puan olarak saptandı.
Çıkarımlar: Artroskopik debridman sonrası eklem içi sodyum hyaluronat enjeksiyonun ilk 6 ayda ağrı ve fonksiyon açısın¬dan etkili olduğu görüldü.
Objective: Clinical evaluation of patients with degenerative knee pathologies whom were applied intraarticular sodium hyaluronat injection after arthroscopic debritment.
Study Plan: Arthroscopic debritment was performed in 40 knees of 40 patients in whose medial femoral condyles were found to have chondral pathology in arthroscopic evaluation. II patients were male, 29 were female. Mean age was 55.72 years old.(42-78). If indicated partial menisectomy was also performed. In half of the patients, 3 injections of sodium hyaluronat were performed by one week interval after arthroscopic debritment. For postoperative evaluation, Lysholm scoring was performed in 6th month.
Results: Patients were evaluated with Lysholm scores in 6th.month. Mean score was 89.1 in injection performed group and 61.6 was in the second group. Mean score increase in in¬jection performed group was 45.4 and 16.6 in the second gro¬up in 6th.month..
Conclusions: Sodium Hyaluronat injection after arthroscopic debritment is found to be effective in pain release and for functional situation in the first 6 months but other further evaluations seem to show that this effect does not go on too longer.

3.Using a scoring system to predict the mortality rates of the patiets over 65 years old who were treated for hip fracture
Serdar Toker, İrfan Öztürk, Mustafa Tekkeşin, Erden Ertürer, Tevfik Sülün, Aysun Toker
Pages 21 - 25
Amaç: Kalça kırığı nedeniyle tedavi edilen 65 yaş üstü hastalarda kısa ve uzun dönemde mortalité oranlarının tahmin edilebilmesinde kullanılacak bir risk skorkıma sistemi geliştirmek ve geliştirilen risk skorkıma sisteminin, mortalité oranla¬rı ile ilişkisini tespit etmek.
Metod: 1997-1999 yılları arasında Şişli Etfal Eğitim ve Araş¬tırma Hastanesi 2. Ortopedi ve Travmatoloji Kliniğinde kalça kırığı nedeniyle tedavi edilen 152 adet 65 yaş iistü hastadan, son durumu öğrenilebilen 92 adedinin, hastanede kalış döneminde, 3. ayda, 6. ayda, /. ve 2. yılın sonunda mortalité oranlan ve mortalité oranlarının ameliyat öncesi risk skonı ile ilişkisi prospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların ameliyat sonrası durumlarının tahmin edilebilmesi için genel durumlarını ortaya koyan ve tüm risk faktörlerini içeren puanlama sistemi yararlı bir gereçtir. Kullandığımız ameliyat öncesi risk skorkıma sisteminin hastaların ameliyat sonrası durumlarını tahmin etmede güvenilir olduğunu gördük.
Objectives: Development of a risk scoring system in order to predict the mortality rates in long and short term of the patients over 65 years old who were treated for hip fracture and proving the relation between risk scoring system and mortality rates.
Method: Mortality rates in 3rd. month, 6th. month, 12th. month, 24th. month, 36th. month and 72.nd month and relations between mortality rates and preoperative risk scores were evaluated in 92 of 152 patients over 65 years old who were treated for hip fracture between 1997-1999 in Sisli Etfal Training and Research Hospital in 2nd. Orthpaedics and Traumatology Clinic.
Results: Risk scoring system which consists of all risk factors and making clear the general conditions of the patients is a useful tool for predicting the conditions of the patiets after operation. We saw that the preoperative risk scoring system we used is reliable to predict the postoperative conditions.

4.The coronary risk factors in the wives of acute myocardial infarction patients
Çiğdem Yazıcı Ersoy, İsmail Bozkurt, Ülkü Kerimoğlu, F. Kerim Küçükler, S. Kerem Okutur, Cemal Bes, Fatih Borlu
Pages 26 - 29
Amaç: Koroner arter hastalığı (KAH), tanı ve tedavide hüyiik ilerlemeler kaydedilmesine rağmen hala ciddi bir sağlık problemidir. Yapılan çalışmalarda, aile öyküsü KAH için ba¬ğımsız bir risk faktörü olarak tanımlanmaktadır ve diğer risk faktörleri kan bağı bulunan akrabalarda araştırılmaktadır. Bu çalışmanın amacı, akut ıniyokard infarktüsü (AMI) geçiren erkeklerin kan bağı bulunan akrabaları yanında eşlerinin de değerlendirilmesi gerekliliğinin araştırılmasıdır.
Gereç ve Yöntem: Hastanemiz koroner yoğun bakını ünitesine AMI tanısı ile yatırılan 50 erkek hastanın eşleriyle, yaş ve medeni durumları eşleştirilmiş 50 sağlıklı kadın KAH risk faktörleri açısından karşılaştırılmışım Bu amaçla her iki grubun yaş, sigara kullanımı, vücut kitle indeksi, kaıı basıncı ve lipid profilleri araştırılmıştır.
Bulgular: AMI geçiren hastaların eşlerinde sistolik kan basıncı kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek iken, diastolik kan basınçları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamamıştır. Vücut kitle indeksleri açısından her iki çalışma grubu arasında anlamlı bir fark tespit edilememiştir Buııa karşılık total kolesterol düzeyleri AMI geçiren hastaların eşlerinde, kontrol grubuna nazaran anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. Sigara içimi açısından incelendiğinde ise, hastaların eşlerinde sigara içme oram, kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur.
Sonuç: Özellikle erken yaşta KAII hastalığı ortaya çıkan hastaların, kan bağı bulunan akrabalarında risk faktörleri araştırılırken, paylaştıkları ortak çevre ve yaşam tarzı nedeni ile eşlerinin de hu taramaya dahil edilmeleri gerektiği sonucuna varılmıştır
Aim: Coronary artery disease is still a serious health problem despite major advances in diagnostic methods and treatment modalities, hi literature positive family history is recognized as an independent risk factor and search for presence of other risk factors in close relatives of the patient is advised. This study was designed to investigate whether wives of acute myocardial infarction (AMI) patients should also be searched for risk factors along with the close relatives of the patient.
Material and methods: The study group comprised 50 spouses of AMI patients and 50 healthy age gender matched female and married volunteers served as controls. The two groups were compared for the presence of coronary artery disease risk factors. Age, smoking habits, body mass index, arterial pressure, and lipid profiles were evaluated in both groups.
Results: In the wives of AMI patients systolic blood pressure was significantly higher when compared to the control group whereas diastolic blood pressure did not differ. Body mass index values were similar between the two groups.Total cholesterol values were significantly higher in spouses of AMI patients when compared to the controls. The number of smokers in study group were also significantly higher when compared to the control group.
Conclusion: It would be advisable to include the wives of AMI patients in the search for risk factors of ischemic heart disease along with the close relatives of the patients for the reason that they share the same life style and living habits of their partners.

5.Serum ECP and Total IgE levels in children with acute laryngotracheobronchitis
Mahmut Çakır, Feyzullah Çetinkaya, Nergis Yamak, Fadıl Öztürk
Pages 30 - 35
Amaç: Akut laritıgotrakeohronşit (ALTB), küçük çocuklarda sık rastlanan vira! bir infeksiyon hastalığıdır. Bu çalışmada ALTB‘li olgularda allerjik hava yolu duyarlılığı ve inflamasyo- ıııındcı önemli mediatörlerden olan eosinophil cationic protein (ECP) ve immımoglobıılin E (IgE) düzeylerine bakılması ve bunların tekrarlayan ALTB atakları ile ilişkisi araştırılmak is¬tenmiştir.
Gereç ve Yöntem: Yaşları 10 ay - 5 yaş arasında değişen 27 ALTB’ti hastanın tedavi öncesi, tedavi sonrası 3.gün ve 3.hafta serum ECP ve IgE düzeylerine bakılmış ve aynı yaş grubunda /<3 çocuktan oluşan kontrol grubu ile karşılaştırılmışım Hasta¬lara tedavi için nebiiHze budesonid verilmiştir.
Bulgular: Tedavi öncesi ortalama serum ECP düzeyleriyle (2B.3 ± 2.3 ııg/ml) tedavi sonrası 3.gün ECP değerleri (20.2 ± 3.2 ng/nıl, p<0.05) ve 3.hafta değerleri (11.4 ± 1.1 ng/nıl, p<0.001) arasında anlamlı fark bulundu. Tedavi öncesi ortala¬ma serıım IgE düzeyleriyle (131.6 ± 17.5 IU/ml) tedavi sonrası 3. giiıı IgE düzeyleri (133.6 ± 12.4 İUlml, p<0.05) ve 3.hafta düzeyleri (68.2 ± 6.7 IU/ml, p<0.01) arasındaki fark da anlam¬lıydı. tedavi öncesi serum ECP düzeyleriyle tedavi öncesi IgE düzeyleri ve tedavi sonrası 3.hafta ECP düzeyleriyle tedavi sonrası 3.hafta IgE düzeyleri arasında belirgin korelasyon sap¬tandı/sırasıyla r=0.62, p=0.0J v’
Sonuç: Bu çalışmada allerjik hastalıklarda olduğu gibi ALTB‘li olgularda da serum ECP ve IgE düzeylerinin hastalığın akut döneminde belirgin şekilde yükseldiği ve kortikosteroid tedavisi sonrası düştüğü görülmüştür.
Objective: Acute laryngotracheobronchitis (ALTB) is a viral infection disease which appears generally in young children. In this study, eosinophil cationic protein (ECP) and immunoglobulin E (IgE) levels in the sera of patients with ALTB were measured and relationship between these markers and recurrent ALTB attacks were investigated.
Study design: Serum ECP and IgE levels were measured before treatment and in the third day and third week after treatment in 27 patients with ALTB whose ages ranged from ten months to five years, and were compared with a control group including 18 healthy children at the same age. All patients were given nebulized hudesonide treatment.
Results: Pretreatment ECP levels were significantly higher than posttreatment 3rd days and 3rd weeks (28.3 ± 2.3 ng/ml vs 20.2 ± 3.2 ng/ml and 11.4 ± 7.7 ng/ml respectively). Similarly, the mean pretreatment serum IgE values were significantly higher than post-treatment values (131.6 ± 17.5 lU/ml vs 83.6 ± 12.4 IU/ml and 68.2 ± 6.7 Ill/ml). A positive correlation was found between serum ECP and IgE values for pretreatmnet and posttreatment 3rd week values (r=062, p=().()l and r-0.64, p-O.OI, respectively). The pretreatment serum ECP and IgE levels were significantly higher than those of controls (10.8 1.5 ng/ml and 43.8 ± 6.6 IU/ml, respectively p0.05).
Conclusion: In this study it was shown that, serum ECP and IgE levels increase in the acute phase of infection and return to normal after treatment in patients with ALTB such as in allergic patients.

6.Evaluation of severely anemic patients followed-up in infant ward of an urban hospital
Ümit Kaya, Feyzullah Çetinkaya, Yıldız Yıldırmak, Özlem Akkurt Kaya
Pages 36 - 39
Amaç: Bir kent hastanesi süt çocuğu kliniğinde yatan çocuklar arasında ağır anemi sıklığını ve tiplerini belirlemek. Gereç ve Yöntemler: Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi süt çocuğu kliniğinde 2000-2 yıllan arasında yatan ve ağır anemisi olan (Hb<6 grtdl) bütiin çocukların dosyaları retros¬pektif olarak incelenmiştir. Bu incelemelerde anemi tipini belirlemek için gerekli olan tam kan sayımı ve özgül testler dik¬kate alınmış ve sonuçlar hastalar yönünden çeşitli parametreler dikkate alınarak değerlendirilmiştir.
Bulgular: Bu süre içinde 48 hasta ağır anemi olarak kabul edilmiştir. En sık demir eksikliği anemisine (%52) rastlanmış bunu sırasıyla, beta talasemi majör (%!6.7), vitamin B12 eksikliği (%I0.4) ve orak hücreli anemi (%8.3) izlemiştir. Demir eksikliği anemisi olan çocuklar en az altı ay anne sütü almıştır
Sonuç: Ağır anemi hastalarımız arasında hala ciddi bir sorundur ve bunun da en sık rastlanan sebebi demir eksikliğidir.
Background: To investigate the underlying etiologies of seve¬re anemia among hospitalized infants in an urban hospital.
Methods: AH of the patients with severe anemia (Hb<6 grldl) hospitalized between the years of 2000 and 2002 in sisli etfal education and research hospital were evaluated for etiologi¬es. For this, complete blood counting and all specific tests ne¬cessary to determine the etiologies of anemia were perfor¬med.
Results: During this period 48 infants with severe anemia were evaluated for underlying etiologies. The most common causes of anemia were as follow: iron deficiency anemia (52%), beta thalassemia majoifl6.7%), vitamin B12 defici¬ency (10.4%) and sickle cell anemia (8.3%). Another impor¬tant observation was that most of the children with iron deficiency anemia had been breastfed for at least six months.
Conclusion: Anemia is still an important health problem among infants in our society and iron deficiency is the leading cause of anemia in this age group.

7.Analysis of the patients with intracranial haemorrhage followed up in the clinics of children and neurosurgery
Mahmut Ekici, Tülay Olgun, Esra Deniz Papatya, Gül Özçelik, Türker Dalkılıç
Pages 40 - 45
Intrakraniyal kanama, ölüm ve kalıcı sekellere yol açabilmesi nedeniyle acil tanı ve tedavi gerektiren bir durumdur. En sık nedenleri, travma, yenidoğanın geç hemorajik hastalığı, da¬marsal anomaliler viral ensefalitler, beyin tümörleri ve koagülopatilerdir. Çocuk klinikleri ile nöroşirürji kliniğinde bir yıl içinde izlenen otuzyedi intrakranial kanamalı olgu değerlendirildi; travma ve yenidoğanın geç hemorajik hastalığı en sık nedenlerdi.
Intracranial haemorrhages, need urgent diagnosis and therapy because they can lead to death or permanent sequales. The most common etiologic factors are trauma, late haemorrhagic disease of the newborn, vasculer anomalies, viral encephalitis, brain tumors and coagulopathies. When we look over 37 patients followed up in the clinics of child and neurosurgery during a one-year-period; trauma and late haemorrhagic disease of the newborn are the most common reasons. During the follow period three patients had died and three developed /convulsion.

8.Plasminogen activator inhibitor-1 and fibrinogen levels in patients with acute myocard infarction
Akın Kürklü, Fatih Borlu, Levent N. Aydın, Sema Uçak, Ahmet M. Şengül, Çiğdem Y. Ersoy, Nezaket Eren, Yüksel Altuntaş
Pages 46 - 51
Amaç: Akut miyokard enfarktüslü (AMI) geçiren hastalarda iki hemostatik faktörün, Fibrinojen ve Plazminojen Aktivatör İnhibitörül’in (PAI-I) düzeylerini belirlemek.
Materyal ve Metod: Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Koroner Yoğun Bakım Unitesi’ne semptomlarının başlangıcından itibaren ilk 24 saat içinde başvuran 30 AMΑlii hasta (19 erkek, II kadın; yaş: 62.7111.4) çalışmaya alındı. Elde edilen değerler cinsiyet, yaş, MI lokalizasyonu, ek hastalık varlığı, sigara ve alkol kullanımına göre değerlendirildi. Verilerin istatistiksel analizi Mann-Whitney U, Ki-kare, Krus- katl-Wallis, Spearman korelasyon testleri kullanılarak yapıldı.
Bulgular: Hastaların ortalama PAI-I değeri 2.656712.1725 U/ml, ortalama fibrinojen değeri ise 489.()J()±I63.052 mg/dl idi. PAI-I ile fibrinojen düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde pozitif korelasyon vardı (p-0.003). En yük¬sek fibrinojen düzeyi non-Q Ml‘nde, en diişük diizey ise inferi¬or MI‘nde saptandı. Fibrinojen düzeyleri ile MI lokalizasyonu arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulundu (p-0.006). Fibrinojen ortalama değeri kadınlarda erkeklere göre daha yüksek bulundu ve bu fark istatistiksel olarak an-lamlı idi (p-0.0043). Fibrinojen düzeyleri ile MI tipi, cinsiyet ve PAI-I düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı korelas¬yon vardı (sırasıyla p=0.031, p=0.041, p=0.003).
Sonuç: AM Flit hastalarda PAI-I ve fibrinojen düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde pozitif korelasyon vardı. Fibrinojen düzeyi ile MI tipi, cinsiyet ve PAI-I arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon vardı.
Aim: To investigate the levels of two haemostatic factors, fibrinogen and Plasminogen Activator Inhibitor (PAI-1) in patients with acute myocardial infarction (AMI).
Material and Methods: 30 patients with AMI (19 male, II female; age=62.7±I1.4) who were admitted at Sisli Etfal Education and Research Hospital, Coronary Care Unit in the first 24 hours from the beginning of symptoms were investigated. The results were evaluated according to gender, age, localization of Ml, presence of other diseases, cigarette and alcohol use. Statistical data analyses were done with Mann-Whitney U, K2, Kruskall-Wallis, Spearman correlation tests in SPSS program.
Results: The mean PAI-1 value of the patients was 2,6567±1725 U/ml and mean fibrinogen value was 489.0101163.052 mg/dl. There was a significant positive correlation between PAI-1 and fibrinogen levels (p=0.003). The highest fibrinogen levels were found in non-Q wave MI and the lowest values were found in inferior MI. There was a significant relation between fibrinogen levels and MI localizations (p=0.006). Mean fibrinogen levels were higher in females than males, and this difference was statistically significant (p=0.043). There was a significant correlation between fibrinogen and MI type, gender, and PAI-1 levels (p=0.031, p-0.041, p=0.003 respectively.
Conclusion: There was a statistically significant positive correlation between PAI-1 and fibrinogen levels in patients with AMI. Also there was a significant positive correlation between fibrinogen levels and MI type, gender, and PAI-1.

9.Correlation between the bone mineral density and the circulating bone metabolism markers in niddm male patients
Aysun Toker, Şebnem Ciğerli, Nezaket Eren, Fatma Turgay, Banu Kuran
Pages 52 - 60
Amaç: Bu çalışmamızda diabetin kemik metabolizması üzerindeki etki yada etkilerini saptamayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Alkali fosfataz (ALP), Osteokalsin (OC) gibi kemik yapım belirteçeleri ile Ca, P, Mg, PTH, D vitamini gibi kemik metabolizmasını yakından ilgilendiren biyokimyasal parametreleri seçtik. Çalışma grubunda her hastada; insülin ve C peptid seviyelerini belirledik. Ayrıca her hastaya Kemik Mineral Dansite¬si (BMD) yapıldı ve kemik ölçümleri değerleri Bone Minerale Content (BMC) (gricm2), T skor, Z skor olarak ifade edildi. Çalışma grubumuz 42-83 yaş arası erkeklerden oluşmaktadır. Çalışmamıza kadın diabetik hastalar, cinsiyet farklılığının ortaya çıkarabileceği değişiklikleri bertaraf etmek için alınmadı. Kontrol grubu¬muz ise aynı yaş grubundaki sağlıklı gönüllülerden oluşturuldu. NIDDM erkek hastalarını 24 saatlik idrar protein seviyelerine göre 2 gruba ayırdık. 36 normoalbuminürik diabetik erkek, 24 mikroalbuminürik diabetik erkek ve 20 kontrol grubu oluşturuldu.
Bulgular: Normoalbuminürik ve mikroalbuminürik diabetik hasta grubu arasında OC, BMC, T skor, Z skor seviyeleri açısından fark saptanmadı (Tablo 2). Diabetik hasta gruplarında OC seviyelerini kontrol grubuna oranla daha yüksek olarak bulduk (Tablo 2). Bu tespitimiz literatür bilgileri ile çelişmektedir. BMC, T skor seviyelerinde; gruplar arasında istatikseI olarak fark saptamadık. Sadece, Z skor değerinde mikroalbuminürik ve kontrol grubu arasında istatiksel olarak anlamlılık tespit ettik (p<0.05). Bu farklılığı, Z skor değerlendirmesi sırasında ülkemiz normallerinin kullanılma- masından dolayı dikkate almamayı uygun gördük. Grupların tümü biramda değerlendirildiğinde; OC seviyelerinin glukoz, Hb Alc, Ca, Mg, P, D vitamini, PTH, insülin ve BMD parametrelerinden etkilenmediğini saptadık.
Sonuç: Çalışmamızda diabetik ve kontrol grubu arasında kemik dansitometıe parametreleri açısından fark saptamadık. Yani osteoprozun veya osteopeninin Tip 2 DM‘un bir komplikasyonu olmadığını söyleyebiliriz. OC seviyelerini literatür bilgilerine zıt olarak diabetik grupta artmış olarak tespit ettik. Diabetik hastalarda kemik metabolizmasını ortaya koyabilecek daha geniş çalışmalara ihtiyaç vardır. Özellikle çalışmaların IGF-l ve interlökinler gibi büyiimc faktörleri ile yapılması patagenetik mekanizmaları daha iyi anlamamıza yardımcı olacağı kanaatindeyiz.
Objective: In this study we aimed to find the effect or effects of diabetes in the bone metabolism.
Study Design: We chose the bone formation markers like ALP, OC and biochemical parameters that are closely releated to bone metabolism like Ca, P, Mg, PTH, vit D. We measured the insulin and C peptid levels in all patients in the study group and also BMD is performed for all patients and bone measurement values are defined as BMC (grlcm2), T score and Zscore. Our study group was performed by male patients aged between 42-83. Diabetic female patients were not included in our study because of the possible differentiations that could be caused by sex differences. We divided the NIDDM male patients into 2 groups according to their 24 hours urine protein levels. Our control group is performed by the same aged volunteers. According to this, we had a 36 normoalbuminuric diabetic male group, a 24 microalbuminuria male group and 20 healty male control group.
Results: We did not find any difference in OC, BMC, T score and Zscore between normoalhuminuric and miicroalbuminuric diabetic patients groups (Table 2). OC levels were found to be higher in diabetic patient groups when compared with controle group. This is statistically in contradiction to literature. We did not find any difference in BMC and Tscore levels between the groups. Only in Z score levels, we found statistically meaningful results between microalbuminuria group and control group (p<0,05). We did not give importance to this because our countrie’s normals are not used in Z score measuring. When all the groups are studied together, we found that OC levels were not effected from glucose, Hb Alc, Ca, Mg, P, vit D, PTH, insulin and BMD parameters in our study.
Conclusions: In our study; we did not find any difference in bone densitometry parameters between diabetic and control groups. That means, we can speculate that osteoporosis or osteopenia are not complications type 2 DM. We found the OC levels to be higher in diabetic group in contribution to literature. More extensive studies are needed to show the bone metabolism in diabetic patients. We think that, performing studies with growth factors like IGF-l and interleucins will help us to better understand the patogenetic mecanisms.

CASE REPORT
10.Giant cell tumor of the left distal tibia
Ahmet Mesrur Halefoğlu, Sami Yakut, Zehra Berna Arık
Pages 61 - 63
Kemiğin dev hücreli tümörü iyi huylu fakat, lokal olarak invazif özellik gösteren bir tümördür. Genellikle 20 ile 40 yaşlar arasında sıklıkla subkondral kortekse yakın ekspansil ve litik karakterde bir lezyon olarak ortaya çıkar. Biz olgu sunumumuzda tibia alt ucunda yerleşim gösteren ekspansil karakterde, mültiloküle kistik görünümlü ve kortikal destrüksiyona yol açan kitleyi manyetik rezonans görüntüleme aracılığı ile tanımladık. Yapılan biopsi sonucunda hastaya dev hücreli kemik tümörü tanısı konuldu.
Giant, cell tumor of the bone is a benign but locally invasive lesion. It usually appears between the ages of 20 and 40 ye¬ars as an expansile, lytic tumor often adjacent, to the subc¬hondral cortex. In our case report, we have described an ex¬pansile multiloculated cystic appearance mass lesion that ca¬using cortical destruction located at the left distal tibia, by means of magnetic resonance imaging. Following biopsy, the patient was diagnosed as having giant cell tumor of the tibia.

11.Renal celi carcinoma presented with multiple bone métastasés
Ahmet Mesrur Halefoğlu, Muhammet Acar, Sami Yakut
Pages 64 - 66
Renal hücreli karsinomaların kemik metastazları sık görül¬mekte olup, gerek tek ve gerekse mültipl olarak % 25 ile % 50 arasında değişen hir sıklıkta ortaya çıkmaktadır. Birçok olguda kemik metastazları primer tümörden daha önce teşhis edilmektedir ve bundan sonra ortalama yaşam süresi beklentisi 12 ile 24 ay arasında değişmektedir Biz de çalışmamızda 11. ve 12. dorsal vertebratarda, maksiller kemik sol alveolar riminde ve sağ iliak kemik posteriorunda destriiksiyona yol açan mültipl metastazlarla seyreden sol renal hücreli karsi- nom olgusunu sunduk.
Bone métastasés originating from renal cell carcinoma are common and occur either in solitary or multiple fashion with a frequency rate ranging between 25 % and 50 %. In many cases, bone métastasés occur before the primary tumor is diagnosed and after that average life expectancy rate ranges between 12 and 24 months. In our study, we have demonstrated a left renal cell carcinoma presenting with multiple destructive bone métastasés located at the 11th and 12 th dorsal vertebrae, the left alveolar rim of the maxillary bone and the right posterior iliac bone regions.

12.Primary non-Hodkgin lymphoma of bone
Ahmet Mesrur Halefoğlu, Sami Yakut, Kosti Can Çalışkan
Pages 67 - 70
iskeletten kaynaklanan nonHodkgin lenfomalar oldukça nadir olarak rastlanılan bir durum olup, tüm primer kemik tümörlerinin yaklaşık olarak % 3’lik bir kesimini teşkil ederler. Biz olgu sunumumuzda manyetik rezonans görüntüleme ile sol femur diafiz 113 distal bölümünde infiltratif tarzda ve sol tibia medial plato düzeyinde subkondral yerleşim gösteren birkaç adet odakla seyreden lezyon alanları saptadık. Yapılan açık biopsi neticesinde hastaya primer kemiğe ait nonHodgkin lenfoma tanısı koyuldu.
Non-Hodkgin lymphomas originating in the skeleton represent a rare entity that accounts for approximately 3 % of primary malignant bone tumors. In our case report, we have presented lesion areas of multiple foci situated in the left femur’s 1/3 rd distal diaphysis portion infiltratively and the left tibia’s medial plateau level subchondrally, through magnetic resonance imaging. Following open bone biopsy, the patient was diagnosed as having primary lymphoma of bone.

LookUs & Online Makale