ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
The Medical Bulletin of Sisli Etfal Hospital - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 37 (3)
Volume: 37  Issue: 3 - 2003
ORIGINAL RESEARCH
1.Treatment alternatives and surgical therapy in hyperthyroidism
Adnan Işgör, Mehmet Uludağ
Pages 7 - 12
Abstract |Full Text PDF

2.Additional acarbose therapy to other group of oral antidiabetics provides metabolic control in the first 6 weeks
Sema Uçak, Okcan Basat, Selçuk Şeber, Özdal Ersoy, Ahmet Şengül, Akın Kürklü, Taner Baştürk, Yüksel Altuntaş
Pages 13 - 17
Amaç: Akarboz öncelikle postprandial kan şekeri üzerine etkilidir. Böylece glukozun instil in rezistansı ve beta hüücre fonksiyonu üzerine olan toksik etkilerini azaltır ya da önler. Amacımız eklenen akarboz tedavisinin tip 2 diabetiklerde kısa dönemde metabolik kontrol üzerine olan etkilerini değerlendirmekti.
Gereç ve Yöntemler: Daha önceden diğer oral antidiahetiklerle (OAD) tedavi edilen ve metabolik kontrolü sağlanamayan (IlbAlc %7-H)) hastalar çalışıldı. Tedaviye 3x100 ıvy/yun akarboz (grup I. n = I00) veya plasebo (grup 2, n=30) eklendi. Hastalar ¡2 hafta boyunca izlendi. Başlangıç,6. hafta ve 12.hafta HbAlc, C-Pepti.d. insulin, viicıut kitle indeksi (VKI) ve serum lipidleri ölçüldü.
Bulgular: Grup T de akarboz tedavisi ile 6.hafta sonunda IlbAlc düzeyinde ‘A 1.34 (p<().()()I), C-Peptid ve insülin sevi¬yelerinde anlamlı bir düşiiş saptandı (p<0.05) ve hıı etki 12. haftanın sonuna kadar devam etti. Plasebo grubunda böyle bir düşüş gözlenmedi.
Sonuç: Elde edilen veriler daha önceden O AD kullanan ve iyi metabolik kontrol sağlanamayan tip 2 diabet hastalarında eklenen akarboz tedavisinin kısa dönemde metabolik kontrolü sağladığını ve insülin direnci üzerine yararlı etkileri olduğu¬nu göstermiştir.
Objective: Acarbose primarily inhibits the post prandial blo¬od sugar surge, so that the toxic effects of glucose on insulin resistance and the beta-cell function is reduced or prevented. We tried to evaluate the short term effects of additional acar¬bose treatment on metabolic control.
Study Design: Patients with poor metabolic control (HbAlc values between 7-10 nmol/L) under therapy were includucd in the study. An acarbose 3x100mg/day fgroup 1, n=!00) or placebo (group 2, n=30) therapy was added to their previous therapies. Patients were followed up for 12 weeks. Baseline to week 6 and week 12 in HbAlc, c-Pepticle, immunoreactive insuline, body mass index (BMI) and serum lipids were me¬asured.
Results: In group 1, additional acarbose therapy reduced HbAlc from baseline by 1.54 percentage points (p<().()()I ). C- Peptide and insulin levels signifantly reduced at week 6 (p<0.05). This reduction maintained at week 12. In group 2 this reduction was not observed
Conclusion: The data from this study show that additional acarbose therapy provides a good metabolic control and beneficial effects on insulin resistance even in short term in type 2 diabetic patients who previously received oral antidiabetic drugs.

3.The retrospective analysis of 1965 cases with pulmonary tuberculosis
Funda Seçik, Cemal Bes, Levent Dalar, S. Kerem Okutur, Z. Senem Elibol, F. Kerim Küçükler, Recep Dodurgalı, Firdevs Atabey, Hanife Can, Arman Poluman
Pages 18 - 20
Amaç: Yedikule Göğüs Hastalıkları ve Göğiis Cerrahisi Eği¬tim ve Araştırma Hastanesi 3. Klinik’ de 1994-1998 yılları arasında yatarak tedavi görmüş tüberküloz hastalarının bazı epidemiyolojik ve klinik özellikleri incelendi.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 1994-1998 yıllan arasında Ye¬di kul e Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırına Hastanesi 3. KUııik’ de tüberküloz tanısı ile yata¬rak tedavi gören 1965 hasta alındı. Tiinı hastalar retrospektif olarak incelenerek, klinik ve laboratııvar bulgulan değerlen¬dirildi.
Bulgular: 1965 olgunun 268’i (%13.63) kadın, 1697‘ si (%86.37) erkekli.Yaş ortalaması 30.4 ± 6.28 bulundu. Olgu¬ların %90.63‘ ünü aktif akciğer tüberkülozu oluşturmaktaydı. Hastalarımızın ortalama yatış süresi 2/.6 ± 4 gün idi. 1630 (%82.95) olgu PPD pozitif iken, 1004 olgunun (%51.09) BCG pozitif ohluğıt saptandı Hastaların yaklaşık yarısında (%45.03) balgamda direkt ve teksif yöntemle aside rezistans basil (ARB) pozitifti ve tanı bakteriyolojik olarak konabildi. %9.36 olguya sitopatolojik olarak, geri kalan %45.6I olguya ise klinik ve radyolojik bulguların tüberküloz ile uyumlu oluşuna göre taın kondu. Hastaların %5.49’ unda ilave bir hastalık bulunmaktaydı. Bu ek hastalıklar içinde ön planda Di- abetes MeUitııs bulunuyordu.
Sonuç: Elde edilen bulgular literatürle uyumlu bulunmuştur. Tüberkülozla savaşın etkin ve yenilikçi bir biçimde ele alınmasını sağlayacak daha geniş ve çok merkezli epidemiyolojik çalışmalara ihtiyaç vardır.
Objective: Epidemiological and clinical aspects of tuberculosis patients who were hospitalised and treated in Yedikule Research and Education Hospital for Chest Disease and Thorasic Surgery 3. Clinic between years 1994-1998.
Study Design: 1965 tuberculosis patients were included in study group. Clinical and laboratory data of all subjects were evaluated retrospectively.
Results: The study group consisted of 1965 subjects with the diagnosis of tuberculosis. 268 (% 13.63) subjects were female and 1697 (%86.37) were male. The mean age of the study group was 30.4 ± 6.28. Active tuberculosis was diagnosed in % 90.63 of the subjects. The mean hospitalization period was 21.6 ± 4 days. In 1630 cases (%82.95) PPD was found to be positive; while BCG scar was observed in 1004 (%51.09) cases. Acid - fast bacilli were detected in %45.03 of the patients hence the diagnoses was made bacteriological!): In %9.36 of cases the diagnosis was possible with cytopatological methods and in the remaining cases (%45.6I) diagnosis was made with clinical and radiological observation. In %5.49 of subjects an additional disease was also found to be present. Diabetes Mellitus was the most common disease accompaning tuberculosis.
Conclusion: Our findings correlated with the results presented in the literature. Further large scale epidemiological studies are needed for an effective and a sophisticated struggle against tuberculosis.

4.Traumatic diaphragm ruptures
Halil Coşkun, Uygar Demir, Ali Kalyoncu, Tülay Eroğlu, Suat Evirgen, Mehmet Mihmanlı
Pages 21 - 24
Amaç: Travmatik diafragma rüptürii, kiint ve penetran tora- koahdominal yaralanmaları takiben görülen ve kolaylıkla gözden kaçabilen bir komplikasyondur. Diafragma rüptürünün atlanması, buna bağlı komplikasyonları, morbidité ve mortaliteyi artırır.
Gereç ve Yöntem: Travmatik diafragma riiptiirii tanısıyla Ocak 1998-Ocak 2003 tarihleri arasında ameliyat edilen 10 hasta: yaş, cinsiyet, travmanın oluşma şekli, hastanın şikayet¬leri. tanı yöntemleri, eşlik eden patolojiler, ameliyat bulgula¬rı, kullanılan onarım tekniği, morbidité ve mortalité açısın¬dan değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların 9’u erkek, J’i kadındı, ortalama yaş 32 yıl (25-44) idi. Altı hasta penetran, 4 hastada kiiııt travma sonrası hastaneye başvurmuştu. Travmanın oluşma şekli ve ek organ yaralanmaları; 6 olguda penetran yaralanma (3 hastada ateşli silah yaralanmasına bağlı karaciğer ve dalak yaralanması, 2 hastada delici-kesici alet yaralanmasına bağlı karaciğer yaralanması ve I hastada delici-kesici alet yara¬lanmasına bağlı dalak ve ince barsak yaralanması), 4 olguda trafik kazasına bağlı kiiııt travma (2 olguda dalak yaralanma¬sı, 2 olguda ise dalak ve irice barsak yaralanması) şeklindey¬di. Kesin tanı 9 hastada hastaneye ilk başvuru sırasında, I hastada ise 48 saat sonra koyuldu. Tüm olgulara torakotomi ihtiyacı olmaksızın, laparotomi uygulandı ve tüm olgularda diafragma primer olarak onarıldı. Ameliyatı takiben 2 hasta¬da plevral ejfiizyon gelişti. Tüm hastalar şifa ile taburcu edil¬di. Ortalama hastanede yatış süresi 9.2 gün, hastaların ortalama takip süresi 10 aydır.
Sonuçlar: Diafragnıanın travmatik rüptürii, travmanın akut döneminde kolaylıkla gözden kaçabilir. PA akciğer grafisi, travmatik diafragma rüptürii tanısında değerli bir araçtır. Ta¬nı ve tedavi için diagnostik laparoskopi yapılabilir. Diafrag¬ma rüptürürün tanısında en önemli kriter, riiptiir olabileceğinden şüphelenilmesidir
Objective: Traumatic diaphragm rupture is an easily missed complication following blunt or penetrating thoracoabdominal injury. Missing of diaphragm ruptures, increases the related complications, morbidity and mortality.
Study Design: Between January 1998 - January 2003, 10 patients whom were operated due to traumatic diaphragm rupture were evaluated according to age, gender, occurrence of trauma, clinical symptoms, diagnostic assays, accompanying pathologies, operative findings, repair technique, morbidity and mortality.
Results: Nine cases were male and one was female, with a median age of32 (25-44) years. Occurence of the trauma and accompanying organ injuries are; 6 cases were penetrating injury (3 cases of gunshot wounds with liver and spleen injury, 2 cases of stab wounds with liver and 1 case of stab wound with spleen, small bowel injury), 4 cases were blunt trauma due to traffic accident (2 cases with spleen injury and 2 cases with spleen, small bowel injury). The accurate diagnosis was made in the first attendance in 9 cases and 48 hours after in one case. Laparotomy was performed in all cases without necessity for thoracotomy and diaphragm was primarily repaired in all cases. Two cases had pleural effusion after the operation. All patients have discharged from hospital without complication. Median hospital stay is 9.2 days, mean follow- up period is 10 months.
Conclusions: The traumatic rupture of the diaphragm, can easily be missed during the acute period of the trauma. The main and valuable diagnostic tool is PA chest X-ray.Diagnostic laparoscopy could be performed for evaluation and treatment. The main point for its diagnosis is the consideration of its existence.

5.Significance of reciprocal st segment depression in avl in early diagnosis of inferior myocardial infarction
Çiğdem Yazıcı Ersoy, S. Kerem Okutur, F. Kerim Küçükler, Cemal Bes, Göktuğ Şirin, Murat Kemahlı, Fatih Borlu
Pages 25 - 27
Amaç: Akut miyokard infarktüsünün (AMl) erken saatlerinde trombolitik tedavi uy yut aması, mor tali te açısından son derece önemlidir. Ancak bu erken dönemde bazı hastalarda EKG’ de beklenen klasik değişiklikler tespit edilememektedir. Bu durumda diğer derivasyonlarda görülen resiprokal değişiklikler önem kazanmaktadır. Bu çalışmada, inferior AMl‘ nün erken tanısında aVL derivasyonıında görülen resiprokal ST çökmesi¬nin diyagııostik önemi incelenmiştir.
Materyal ve Metod: Hastanemiz acil polikliniğine göğüs ağrısının başlangıcından itibaren 10 saat içinde başvuran ve koroner yoğun bakım ünitesinde inferior AMl tanısı ile tedavi gören 5(S’ hasta çalışmaya alınmıştır. Çekilen ilk EKG’ de inferior AMl‘ nün klasik bulgusu olarak Dil, III ve aVF derivasyonlarının en az ikisinde / mnı’ den fazla ST elevasyonıı gösteren 30 hasta; bu derivasyoıılarda hiç ST elevasyonıı göstermeden q ve (-) T dalgası yerleşen 28 hasta ile karşılaştırılmışım Her 2 hasta grubunda da Dİ, aVL, V 1-6 derivasyonlannda ST çökmeleri kaydedilmiş ve elde edilen değerler karşılaştırılmışım.
Bulgular: Dil, III ve aVF derivasyonlannda I nım‘den fazkı ST elevasyonıı gösteren I. grup hastalarda eıı yüksek oranda (%86.6) aVL‘ de ST depresyonuna rastlanmıştır. Hiç ST ele- vasyonu göstermeyen II. grup hastalarda da en yüksek oranda (%57.l) aVL’de ST depresyonuna rastlanmıştır. T grup hasta¬larda V3 ve V4 derivasyonlannda; II. grup hastalarda ise V4 r
Sonuç: Akut inferior MT niin erken döneminde, inferior derivasyonlardaki ST elevasyonları kadar aVL’ deki resiprokal değişiklikler de tanı koydurucudur. Bu durumun, özellikle tipik EKG değişikliklerinin tespit edilemediği hastalarda erken trombolitik tedaviye başlanmasında çok yardımcı olacağı kanaatine varılmıştır.
Objective: The use of thrombolytic therapy in early stages of myocardial infarction is very crutial for the reduction of the mortality rate. However, in these early stages, in certain cases, the expected ECG changes, can not be shown, so the reciprocal changes in other leads become more significant. In this study, uv examined the diagnostic importance of the reciprocal ST segment depression in aVL in early diagnosis of acute inferior myocardial infarction.
Material and Methods: We have done our study among 58 patients who were admitted to our emergency service within ten hours of the onset of chest pain and were treated for acute inferior myocardial infarction in our coronary intensive care unit, in the first ECG recordings, 30 of these patients showed I mm of ST segment elevation at least two of the classical inferior myocardial infarction leads (Dll, III or aVF) these are compared with 28 patients whose ECG recordings showed abnormal q wave and inverted T wave without ST segment elevation. The recordings of ST segment depressions in Dl, aVL and V 1-6 leads are compared within both groups.
Results: In the first group who had more than I mm of ST segment elevation in inferior leads (Dll, III or aVF) demonsrated the highest percentage (%86.5) of ST segment depression in aVL. On the other side, the second group who had no ST seğmeni elevation showed the highest percentage (%57.I) of ST segment depression in aVL. Although first and second group patients showed the highest percentage of ST segment depression in leads of VS. V4 and V4, V5 respectively, when these findings were compared with those of in aVL it was seen that the findings ofaVL were more valuable.
Conclusion: In the early stages of acute inferior myocardial infarction, the reciprocal changes in aVL are diagnostic as well as ST segment elevations in inferior leads. We came the conclusion that these findings are especially helpful in the early thrombolytic therapy of the patients who display no classical ECG findings.

6.Etiological and clinical evaluation of patients with spastic tetraplegic form of cerebral palsy
Zuhal Bilgen, Meral Özmen, Feyzullah Çetinkaya, Mehmet Emin Özen
Pages 28 - 33
Amaç: Spastik tetraplejide etiolojik faktörleri, eşlik eden sorunları, epilepsi sıklığını epilepsi tedavisine etkili faktörleri incelemek
Metod: Spastik tetrapleji tanısı almış ve yaşları 41-190 ay (ortalama 68) arasında değişen 270 hastada (%60’ı erkek) etiolojik faktörler, epilepsi sıklığı, epilepsi türü, kranial man¬yetik rezonans görüntüleme ve EEG bulguları retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların izlem süresi ¡5 ay - 35 ay (ort. 24 ay) arasında değişmekteydi. Serebral palsili hastaların % 54.5 spastik tetrapleji tanısı aldı. Etiolojik faktörler değerlendiğinde 33 hastada prenatal, 39 hastada postnatal, 147 hastada perinatal risk faktörleri saptandı. Spastik tetrapleji olguları¬nın kranial görüntülemelerinde kortikal lezyoıılar en sık rastlanan bulgu idi (%45.5). Olgularımızın % 3S‘unda epilepsi saptandı. Bıı olguların % 65’inde nöbetler bir yaşından önce başlamıştı ve en sık jeneralize türde konvülsiyonlar saptan¬mıştı. Yenidoğan konviilsiyonu ve kranial kortikal lezyonu olan grupta epilepsi insidensi yüksek bulundu. Antikonvülsif tedaviye yanıl ve epilepsinin ortaya çıkış yaşı ve hastanın cinsiyeti arasında belirgin bir ilişki saptanmadı.
Sonuç: Çalışma grubunda yer alan spastik tetraplejik hastalarda yenidoğan döneminde konvülsiyon ve kranial kortikal lezyonu olması epilepsi gelişme sıklığını artırdığı görülmektedir.
Objective: To evaluate the etiology, associated problems, fre¬quency of epilepsy and the factors which affect antiepileptic therapy in children with spastic tetraplegia.
Methods: A total of 270 consecutive patients (60%males) aged 41-190 months (mean 68) with spastic tetraplegia were retrospectively studied. Type and frequency of epilepsy, EEG finding, cranial MRI finding and etiology of spastic tetraple¬gia were analysed.
Results: Follow up period ranged 15 and 35 months (mean 24 months). The % 54.5 of cerebral palsy were evaluated as spastic tetraplegia, hi the etiology the reasons were found as follow: prenatal in 33 patients, postnatal in 39 patients, peri¬natal ini47 patients. The most, frequent cranial MRI finding was cortical lesions (45.5 %). The frequency of epilepsy was 38 % in spastic tetraplegia. In 65 % of the epileptic patients, the onset age of epilepsy was under I year of age, and generalized convulsions were the most common type. Neona¬tal seizures and cranial cortical lesions associated with a hig¬her incidence of epilepsy. Regarding response to antiepileptic therapy there was not apparently any relationship between control of the seizure and the onset age of the epilepsy and the gender of the patients.
Conclusion: Epilepsy in spastic tetraplegia can be predicted if seizures occur in the neonatal period and if there is cort ical lesion in cranial MRI

7.The risk factors in retinopathy of prematurity
Aytekin Apil, Ersin Oba, Ulviye Yiğit, Haşan Vatansever
Pages 34 - 39
Amaç: Prematüre retirıopatisi gelişiminde rol oynayan risk faktörlerini saptamak.
Metod: Kliniğimizde Mayıs 2001 ‘ve Nisan 2003 ayları arasında 280 prematüre bebeğin prematüre retinopatisi yönünden takipleri gerçekleştirildi. Takipler esnasında risk faktörleri kaydedildi.
Bulgular: 280 prematüre bebeğin 105’inde (%37.5) PR gelişti. PR gelişen 105 bebekten 41(%39.04) evre l, 39(%37.14) evre 11. 23 (%21.90) evre III ve 2(%0.19) evre IV ve V idi. PR saptanan 105 bebekten 19’ unda (% 18.09) eşik hastalık, 1’ in¬de (%0.09) evre IV A, 1’inde (%0.09) evre V gelişmesi üzerine ileri tedavi için üniversite hastanelerinin oftalmoloji departmanlarına şevke dildi. 8 ayrı grupta toplanan risk faktörleri tek değişkenli analizlerle incelendi. Tek değişkenli analiz¬ler sonucunda PR gelişimi ile anlamlı ilişkisi saptanan risk faktörleri üzerinde lojistik regresyon analizi uygulandı ve 1250 gram ve altında doğum ağırlığı bulunan bebekler ile 32 hafta ve altında doğan bebeklerde PR riskinin anlamlı derecede fazla olduğu görüldü.
Sonuç: PR gelişiminde rol oynadığı düşünülen faktörler içinde en önemlilerinin düşiik gestasyonel hafta ile düşük doğum ağırlığı olduğu görüldü.
Objective: To investigate the risk factors associated with ROP development.
Methods: 280 premature infants were followed according to ROP development between May 2001 and April 2003 in our clinic. Risk factors were recorded.
Results: Among 280 premature babies 105 (%37.5) were developed ROP. The stages of ROP were as follows: 41(%39.04) stage I, 39(%37.14) stage 11, 23(%21.90) stage III and 2(%0.19) stage IV and V.Among 105 ROP developed infants 21(%20) were referred for further treatment to ophthalmological departments of university hospitals.in these 21 infants 19(%18.09) were threshold disease, 1 was (%0.09) stage IV A and 1 was (%0.09) stage V. Associations between 8 potential risk factors and ROP were assesed using univariate tests. Multivariate logistic regression analysis of the significant findings from univariate tests was then performed. Using logistic regression analysis tests we found that birth weight of 1250 gr and below, and gestational age below 32 week were the most important risk factors.
Conclusion: We determined that the most important risk factors in the pathogenesis of ROP were low birth weight and low gestational week.

CASE REPORT
8.Superimposed preeclampsia and hellp syndrome developing in a patient with secondary chronic hypertension
Arzu Özkan, Alparslan Baksu, Nimet Göker
Pages 40 - 42
Kronik hipertansif gebe kadınlarda hipertansiyonun etiyolojisi dikkatli bir şekilde araştırılmalıdır. Sekonder hipertansiyon tanılı hastalarda etiyolojiyi belirlemek için araştırmalar dikkatli bir biçimde yapılmalı, bu hastalar gebelik öncesi, düşük ve yüksek riskli olarak gruplandırılmak ve gebelik sonrası uygun tedavi ve takip planlanmalıdır.
The etiology of hypertension should be carefully searched in chronic hypertensive pregnant women. In patients with diagnosis of seconder hypertension, precise examinations for identifying the etiology must be throughfully made, patients should be grouped as ‘low‘ or ‘high risk’ before pregnancy and then appropriate therapy and follow-up must be planned.

9.A case of esophageal tuberculosis
Firdevs Atabey, Cemal Bes, Levent Dalar, Z. Senem Elibol, S. Kerem Okutur, F. Kerim Küçükler, Funda Seçik, Arman Poluman
Pages 43 - 45
Tüberküloz ülkemizde sık rastlanan bir enfeksiyon hastalığıdır, ancak özofagus tüberkülozu çok nadir görülen bir ekstrapulmoner tüberküloz formudur. Genellikle Mycobacterium Tuberculosis basili ile enfekte mediastinal lenf bezlerinin genişleyerek perinodal inflamcısyon ile özofagus duvarına invcıze olması sonucu ortaya çıkar. Burada, mediastinal tüberküloz lenfadenite sekonder gelişen ve beraberinde cndobronşiyal tutulum izlenen bir özofagus tüberkülozu olgusunu sunduk.
Tuberculosis in Turkey is a common infectious disease but esophageal tuberculosis is a rare form of extrapulmonary tuberculosis. It usually occurs when tuberculous bacilli infected mediastinal lymph nodes enlarge and with perinodal inflammation invade esophagus wall. Here we present a case of esophageal tuberculosis secondary to mediastinal tuberculous lymphadenitis with endobronchial involvement.

10.Case report: Cavernous angioma arising from the left amygdala
Ahmet Mesrur Halefoğlu, Muhammet Acar, Sami Yakut
Pages 46 - 48
Kavernöz angiomalar, arteriovenöz malformasyondan sonra en sık görülen ikinci intrakranial vasküler malformasyon olup, tüm serebral vasküler malformasy onların % 15 ’ ini teşkil ederler. Bunlar konjenital malformasyonlar olup, genellik¬le semptomatik kanamalar veya nöbetler ile kendilerini belli ederler. Biz olgu sunumumuzda kompleks par siy el tipte nöbetleri olan I / yaşındaki bir kız çocuğunu tanımladık. Olgumuz¬da manyetik rezonans görüntüleme ile sol amigdala lokalizasyonunda kavernöz aııgioma’ ya ait tipik sinyal özellikleri gösteren bir lezyon bulduk, intrakranial kavernöz angiomalar en sık serebral hemisferlerde görülmekte olup, bunu pons takip etmektedir.
Cavernous angiomas are the second most common intracra¬nial vascular malformation after arteriovenous malformation and represent 15 % of all cerebral vascular malformations. They are congenital malformations and usually present with symptomatic hemorrhages or seizures. In our case report, we have presented a 11 year old female patient who had complex partial seizures. Magnetic resonance imaging revealed a left amygdala lesion which demonstrated typical signal intensity characteristics of a cavernous angioma. The most common location for intracranial cavernous angiomas is within the cerebral hemisphers followed by pons.

11.Effectiveness of magnetic resonance imaging in the evaluation of chemoembolization treatment in a carcinoid tumor case presenting with multiple hepatic métastasés
Ahmet Mesrur Halefoğlu, Kosti Can Çalışkan
Pages 49 - 51
Karsinoid tümöre bağlı olarak ortaya çıkan lıepatik metastaz¬lar büyük ölçüde hepatik arter aracılığıyla beslendikleri için oklukça vaskiilerdirler ve bu nedenle tümöre kan çıkımı sağla¬yan cırterial yapıların tıkanması uzun yıllardan beri paliatif amaçlı kullanılan bir tedavi yöntemidir. Noniııvaziv görüntü¬leme modaliteleri özellikle manyetik rezonans görüntüleme, kemoembolizasyon tedavisinin bir sonucu olarak lezyonlarda ortaya çıkan değişik derecelerdeki nekrozu göstererek tedavi¬nin etkinliğini değerlendirmede seçkin bir role sahiptir. Diz olgumuzda karsinoid tümör ve mültipl karaciğer metastazları tanısı olan 14 yaşında bir kızı sunduk. Hastaya intraarteriel kemoembolizasyon tedavisi uygulandıktan sonra, karaciğere yönelik manyetik rezonans inceleme yaptık ve karaciğerde değişik büyüklüklerde mültipl sayıda metastazların varlığını ortaya koyduk. Bu lezyonlar nekrozdan dolayı ya minimal ya da hiç kontrası tutulumu göstermediler. Böylece manyetik rezonans görüntülemenin kemoembolizasyon tedavisinin sonuçlarını kontrol etmek için güvenilir ve noninvaziv bir modalite olarak kullanılabileceği konusunda fikir birliğine vardık.
Hepatic métastasés due to carcinoid tumors cire highly vascular because they derive blood supply predominantly from the hepatic artery; thus occlusion of the arterial vasculature nourishing the cancer has been used for palliation for many ye¬ars. Noninvasive imaging modalities especially magnetic resonance imaging has a distinguished role in the evaluation of the effectiveness of chemoembolization treatment by demonstrating various degree of necrosis in the lesions as a result of that treatment. In our case, we presented a 14 year old female who had been diagnosed as having a carcinoid tumor with multiple métastasés in the liver. Having applied intraarterial chemoembolization therapy, we performed magnetic resonance imaging of the liver which demonstrated multiple métastasés of varying sizes in the liver They showed either minimal or no enhancement due to necrosis. Thus we can agree that magnetic resonance imaging can he used to check the results of chemoembolization treatment as a reliable and noninvasive modality.

12.Magnetic resonance imaging in a neurofibromatosis Type 1 case presenting with multiple pelvic neurofibromas
Ahmet Mesrur Halefoğlu, Zehra Berna Arık
Pages 52 - 54
Nörofibromatozis tip / ve tip 2 formlar olarak adlandırılan iki farklı kalıtsal hastalık şeklinde sınıflandırılmıştır. Tip 1 hastalık per if erik formu oluşturur ve von Recklinghausen hastalığı olarakta bilinir. Bu tip 2 hastalığa göre çok daha yaygın olarak görülmekte olup, benign periferik sinir kılıfı tü¬mörleri ve deri üzerindeki cafe au lait lekeleri ile karakterize- clir. Nörofihromlar veya Schwannomlann dışında tip I nöro¬fibromatozis hastaları, optik sinir gliomaları ve displastik ay¬rıca da hamartomatöz lezyonlar gibi santral sinir sistemi anomalilerinin gelişmesine karşı bir yatkınlığa sahiptirler. Biz olgumuzda 29 yaşında nörofibromatozis tip 1 hikayesi olan bir kadın hastayı sunduk. Hasta pelvis içerisinde, sakral sinir köklerinde ve cilt altı yağlı doku boyunca dağdım gösteren çok sayıda nörofibramalara sahipti. Manyetik rezonans görüntüleme bu Iczyonların karakteristik sinyal intensité özelliklerini cıçığa çıkardı ve lezyonlar ile komşu yapılar arasındaki ilişki hakkında yararlı bilgiler sağladı. Böylece sonuç olarak manyetik rezonans görüntülemenin tip ! nörofibroma-tozisli hastaların hem tanısında hem de izlenmesinde önemli bir role sahip modalité olduğu sonucuna varabiliriz.
Neurofibromatosis is classified into two different inherited disorders that are known as type 1 and type 2 forms. Type I consists of the peripheric form and is also known as von Recklinghausen disease. It is far more common than type 2 disease and is characterised by benign peripheral nerve sheath tumors and cafe an lait spots on the skin. Other than neurofibromas or schwannomas, neurofibromatosis type I patients have a predilection for developing central nervous system abnormalities which include such as optic nerve gliomas and dysplastic as well as hamartomatous lesions. In our case, we demonstrated a 29 year old female patient with known history of neurofibromatosis type I. Patient had multiple neurofibromas in the pelvis, at the sacral nerve roots and scattered throughout the subcutaneous region. Magnetic resonance imaging revealed characteristic signal intensity features of these lesions and provided useful information about the relationship of these lesions with adjacent structures. Thus we can conclude that it is a very useful modality both in terms of diagnosis and follow-up of patients with neurofibromatosis type 1.

LookUs & Online Makale