ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
Şişli Etfal Tıp Bülteni - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 50 (2)
Cilt: 50  Sayı: 2 - 2016
ORIJINAL ARAŞTIRMA
1.
Ratlardaki sırt cilt flebi çalışmalarında uygun pedikül seçimi
Selection of appropriate pedicle for dorsal skin flap studies on rats
Tahsin Görgülü
doi: 10.5350/SEMB.20160326074034  Sayfalar 93 - 96
Amaç: Deneysel flep sağ kalımı çalışmalarında en sık kullanılan flepler, rat dorsumundan kaldırılan cilt flepleridir. Çeşitli ebatlardaki modifiye edilmiş McFarlane flepleri, birçok çalışmada sadece kranial bazlı değil ayrıca kaudal bazlı olarak da kullanılmıştır. Bu şekildeki hem kranial hem de kaudal bazlı flep kullanımı, çalışmalarda kullanılan teknikleri kıyaslamanın önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. Bu soruna açıklık getirmek amacıyla kranial ve kaudal bazlı fleplerin sağ kalım oranını karşılaştıran bir çalışma planladık.
Gereç ve Yöntemler: Her biri 10 adet rat içeren kranial ve kaudal bazlı flep gurubu olmak üzere 2 grup oluşturduk. Her bir ratın dorsumundan 11x3 cm’lik kranial veya kaudal bazlı cilt flepleri kaldırdık ve bunların sağ kalımını araştırdık. Kranial bazlı fleplerin sağ kalım oranlarının kaudal bazlı olanlara oranla istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük olduğunu bulduk (p<0.015).
Bulgular: İki grubun nekroz ve survi oranları değerlendirildi.Nekroz oranları grup 1 ve 2’se sırası ile %54.54 (13.90-81.20) ve %32.72 (18.78-47.27) idi. Grup 1’in nekroz oranı grup 2’den anlşamlı olarak yüksekti(p<0.015). Grup 1 ve 2’de survi oranları sırası ile % 45.46 (18.79-86.10) ve % 67.28 (52.73-81.22) idi. Grup 1’in sürvi oranı grup 2’den anlamlı olarak düşüktü (p<0.015).
Sonuç: Sonuç olarak, standart fleplerin kullanımı çalışmaları çok daha güvenilir hale getirecektir. Standart flepler ile, bu çalışmalarda kullanılan farklı teknikler hakkında daha fazla veri elde edileceğini düşünmekteyiz. Standart bir flep üzerinde konsensus oluşmasının hem bilimsel alanda kolaylık sağlayacağına hem de daha az denekle deney yapmaya veya gereksiz çalışmaların önüne geçmeyi sağlayacağına inanmaktayız.
Objective: Dorsal rat skin flaps are the most commonly used flaps in experimental researches of viability of skin flap. In many studies, modified McFarlane flaps in different sizes have been performed for researching the survival of flaps which are based not only cranially but also caudally. This usage of flaps both cranially and caudally is the biggest obstacle in comparison of the techniques preferred in studies. In order to overcome this problem we designed a study that compares survival of cranially and caudally based flaps.
Material and Methods: We formed two cranially and caudally based flap groups each containing 10 rats. In each rat we designed 11x3 cm sized cranially or caudally based flaps and we compared the survival rates. Survival rates of cranial based flaps were found significantly lower than caudally based flaps (p<0.015).
Results: Necrosis and survival rates of two groups were evaluated. Necrosis rate of group-1 and group-2 were found as 54.54% (13.90-81.20) and 32.72% (18.78-47.27), respectively. Group-1 necrosis rate was found significantly higher than group-2 (p<0.015). Group-1 and group-2 survival rates were found as 45.46% (18.79-86.10) and 67.28% (52.73-81.22), respectively. Group-1 survival rates were found significantly lower than group-2 (p<0.015).
Conclusion: In conclusion, usage of standard flap pedicle would make the results more reliable in these studies. In our opinion, it is necessary to standardize the methods of the researches accepted by all, by performing researches with a wide range of flaps with different sizes and pedicles.

2.
Süperior laringeal sinirin eksternal dalı’nın belirlenmesinde intraoperatif sinir monitorizasyonunun etkisi ve sinirin tiroaritenoid kasın motor fonksiyonuna katkısı
The effect of the intraoperative neuromonitoring to the external branch of the superior laryngeal nerve identification and contribution of the nerve to the motor function of the thyroaritenoid muscle
Nurcihan Aygün, Evren Besler, Fevzi Celayir, Emre Bozdağ, Bülent Çitgez, Gürkan Yetkin, Mehmet Mihmanlı, Mehmet Uludağ
doi: 10.5350/SEMB.20160605013753  Sayfalar 97 - 102
Amaç: Kadavra larinksleri üzerinde yapılan özenli çalışmalar; vakaların %41 ile %85’inde, superior laringeal sinirin eksternal dalının (SLSED) terminal dallarının tiroaritenoid kasın ön bölgesine erişerek rekürren laringeal sinirin (RLS) dalları ile birleştiğini göstermiştir. Bu sinirin adı “insan birleştirici siniri” dir. RLS’nin gözle identifikasyonu sinirin korunması için altın standart olarak kabul edilmesine rağmen, henüz SLSED’yi korumak için standart bir teknik yoktur. Bu çalışmada, SLSED’nin görsel ve fonksiyonel identifikasyonuna intraoperatif sinir monitörizasyonunun (İOSM)’nin katkısını ve SLSED’nin elektrofizyolojik olarak TA kas fonksiyonuna katkısını değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Superior laringeal sinirin eksternal dalının eksplorasyonu için İOSM ile tiroid cerrahisi geçiren 50 (42 K, 8 E) ardışık hastanın prospektif verileri değerlendirildi. Yüzey endotrakeal tüp bazlı Medtronic NIM3 (Medtronic, Jacksonwille, FL) cihazı kullanıldı. SLSED’nin fonksiyonu krikotiroid kasın kasılması ile değerlendirildi. Ayrıca, SLSED’nin vokal kord addüksiyonuna katkısı elektromiyografik kayıtlarla değerlendirildi.
Bulgular: Kırk bir hastaya bilateral ve 9 hastaya unilateral olarak müdahele edildi. Risk altındaki 91 (43 sol, 48 sağ) SLSED’nin 84’ü (%92.3) identifiye edildi. Seksen dört SLSED’nin 44’ü (%52.4) prob ile uyarılmadan önce gözle identifiye edildi. Ek olarak, 18 (%21.4) SLSED probla identifiye edildikten sonra gözle görüldü. Yirmi iki (%26.2) SLSED probla identifiye edilmesine rağmen gözle görülemedi. İntraoperatif sinir monitorizasyonu SLSED’nin görsel (p<0.05) ve fonksiyonel (p<0.001) identifikasyonuna belirgin katkı sağladı. İdentifiye edilen 84 SLSED’nin 44’ünden (%52.4) pozitif EMG cevapları alındı. Bilateral müdahale edilen 41 hastanın 29’unda (%70.7), SLSED uyarısıyla TA kaslardan unilateral ya da bilateral olarak pozitif EMG cevapları alındı. Tiroaritenoid kasların pozitif EMG dalgaları, 13 (%44.8) hastada bilateral ve 16 (%55.2) hastada unilateral olarak saptandı.
Sonuçlar: İOSM sadece gözle identifikasyona göre üstündür, çünkü İOSM SLSED’nin görsel ve fonksiyonel identifikasyon oranlarını arttırır. Biz, İOSM’nin SLSED’nin yaralanma riskini azaltmak için superior pol diseksiyonunda rutin olarak kullanılmasını öneriyoruz. SLSED’nin ana görevi krikotiroid kası innerve etmek olmasına rağmen, ayrıca hastaların 2/3’ünde vokal kordun addüktor fonksiyonuna unilateral ya da bilateral olarak katkı sağlar. Bu innervasyon, tiroidektomilerden sonra RLS paralizili hastalarda vokal kordun fonksiyonel ve pozisyonel değişiklikleri ile ilişkili olabilir.
Objective: Meticulous anatomical studies of cadaver larynges revealed terminal branches of the external branch of the superior laryngeal nerve (EBSLN) reaching the anterior thyroarytenoid muscle (TA) region and communicating with branches of the recurrent laryngeal nerve (RLN) in 41% to 85% of cases. This nerve is called “human communicating nerve”. Although the visual identification of the RLN is accepted to be the gold standart to preserve the nerve, there is still not a standard technique to preserve the EBSLN. In this study; we aimed to evaluate the intraoperative neuromonitoring’s (IONM) contribution to visual and functional identification of EBSLN, and the nerve’s contribution to the TA muscle function electrophysiologically.
Material and Methods: The prospective data of 50 consecutive (42F, 8M) patients, who underwent thyroid surgery with IONM for the exploration of EBSLN, were evaluated. The surface endotracheal tube-based Medtronic NIM3 (Medtronic, Jacksonwille, FL) IONM device was used. The function of EBSLN was evaluated by cricothyroid muscle twitch. Additionally, EBSLN’s contribution to the vocal cord adduction was evaluated by the electromyographic records.
Results: Fourty one patients were bilaterally and 9 were unilaterally intervented. Eighty four (92.3%) of 91 EBSLNs at risk (43 left, 48 right) were identified. Fourty four (52.4%) of 84 EBSLNs were identified visually, before being stimulated with the probe. Additionally, 18 (21.4%) EBSLNs were identified visually, after being identified with the probe. Although 22 (26.2%) EBSLNs were identified with the probe, they were not able to be visualized. The IONM provided significant contribution to visual (p<0.05) and functional (p<0.001) identification of EBSLN. Positive EMG responses were obtained from 44 (52.4%) of 84 identified EBSLNs. Unilateral or bilateral positive EMG responses were achieved from the TA muscles in 29 (70.7%) out of bilaterally intervened 41 patients, with the stimulation of the EBSLNs. Positive EMG waveforms of TA muscles were detected in 13 (44.8%) patients bilaterally and 16 (55.2%) patients unilaterally.
Conclusion: IONM is superior to the only visual identification, because IONM improves the visual and functional identification rate of the EBSLN. We suggest that the IONM should be used to diminish the risk of EBSLN injury in the superior pole dissection routinely. Although the EBSLN’s main function is to innervate the cricothyroid muscle, it also contributes to the vocal cord’s adductor function unilaterally or bilaterally, in two third of the patients. This innervation may be related to the vocal cord’s functional and positional variabilities in the patients with RLN paralyses after thyroidectomies.

3.
Outcomes of geriatric patients who underwent incarcerated inguinal hernia repair
İnkarsere inguinal herni nedeniyle opere edilen geriatrik hastalarımızın değerlendirilmesi
Riza Gurhan Isil, Pinar Yazici, Uygar Demir, Cemal Kaya, Ozgur Bostanci, Ufuk Oguz Idiz, Canan Tulay Isil, Mehmet Mihmanli
doi: 10.5350/SEMB.20160229035100  Sayfalar 103 - 109
Objective: Comorbidities in geriatric patients increase the surgical risk. Inguinal hernias are more prone to incarceration in geriatric patients compared to young patients. In this study, we aimed to evaluate the outcomes of geriatric patients, who underwent surgery for incarcerated inguinal hernia.
Material and Methods: Between January 2010 and December 2014, chart reviews of patients with inguinal hernia were retrospectively performed. Data of patients older than 65 years who underwent inguinal hernia repair due to incarceration were included in this study. Demographics, surgical data, postoperative period, length of hospital stay, morbidity and mortality were recorded.
Results: Data of 72 patients were included in this study. 73% of the patients were male, and the mean age was 77±7 years; 25% of patients were with American Society of Anesthesiologists Scoring System (ASA) III, 70% were with ASA IV and 5% were with ASA V. Additional intestinal resection was required in 21% of the patients. Seventy-one patients were transferred to the postoperative intensive care unit. Postoperative complication rate was 24%, and overall mortality rate was 11%, Mortality rate was 25%, in patients with ASA V, 16% in patients with ASA IV. Length of intensive care and hospital stay was highest in patients with ASA IV (5.18±12.74 and 9.64±14.35 days, respectively).
Conclusions: Morbidity and mortality rate were observed higher in geriatric patients, who underwent inguinal hernia repair due to incarceration. Therefore, careful preoperative preparation should be done in these patients. the patients should underwent elective surgery, and patient and relatives should be informed about morbidity and mortality.
Amaç: Geriatrik hastalara eşlik eden ko-morbid faktörler cerrahi riski arttırmaktadır. İnguinal herniler yaşlı hastalarda genç hastalara göre daha sık inkarsere olmaktadır. Bu çalışmadaki amacımız, inkarsere inguinal herni nedeni ile opere edilen geriatrik hastaların değerlendirilmesi idi.
Gereç ve Yöntemler: Ocak 2010 – Aralık 2014 tarihleri arasında hastanemiz genel cerrahi kliniğinde yapılan tüm inguinal herrni operasyonlarının kayıtları incelendi. Bunların içinden 65 yaş üzerinde olan ve inkarserasyon nedeni ile opere edilen hastaların verileri bu çalışmaya dahil edildi. Demografik özellikler, operasyon notları, postoperatif yoğun bakım ihtiyacı, hastanede yatış süresi, morbidite ve mortalite kaydedildi.
Bulgular: Bu çalışmaya toplam 72 hastanın verileri dahil edildi. Hastaların %73’ü erkek, yaş ortalaması 77±7 yıl, %25’i ASA IIIE, %70’si ASA IVE ve %5’i ASA VE idi. %21 hastaya inkarsere inguinal herni onarımı yanı sıra intestinal rezeksiyon da uygulanmıştı. Yetmişbir hasta postoperatif yoğun bakım ünitesine transfer edilmişti. Total komplikasyon oranı %24, mortalite oranı %11 saptandı. ASA ve olan olgularda mortalite %25, ASA IVE olanlarda %16 ve ASA IIIE olan olgularda %0 olarak saptandı. En uzun yoğun bakımda ve hastanede yatış süreleri ASA IVE olanlarda 5.18±12.74 ve 9.64±14.35 gün olarak saptandı.
Sonuçlar: İnkarse herni nedeniyle opere edilen geriatrik hastalarda morbidite ve mortalite artmış olarak saptanmıştır. Bu nedenle bu hastalarda preoperatif hazırlığın özenle yapılmasını, hastaların mümkünse elektif opere edilmesini, hasta ve yakınlarının morbidite ve mortalite ile ilgili ayrıntılı bilgilendirilmesini önermekteyiz.

4.
Septoplastide transseptal sütür, nazopor ve splint kullanımının karşılaştırılması
Comparison of nasal airway splint, synthetic polyurethane foam (nasopore) and transseptal suture technique in septoplasty
Gülpembe Bozkurt, Eymen Oruç, Arzu Yasemin Korkut, Berna Uslu Coşkun
doi: 10.5350/SEMB.20160401014506  Sayfalar 110 - 114
Amaç: Septoplasti sonrası havayollu internal nazal splint, sentetik poliüretan tampon (nazopor) ve transseptal sütür tekniğinin hasta yakınmaları ve konforu üzerine etkilerini ve oluşabilecek komplikasyonları karşılaştırmak amacıyla yapılan prospektif randomize çalışma.
Gereç ve Yöntemler: Septoplasti operasyonu uygulanan 60 hasta randomize bir şekilde 20’şer hastadan oluşan 3 gruba ayrıldı. Postoperatif olarak Grup I’dekilere havayollu internal nazal splint, Grup II’dekilere sentetik poliüretan tampon yerleştirildi ve Grup III’tekilere transseptal sütür atıldı. Görsel Analog Skorlama (GAS) ile postoperatif subjektif şikayetler (ağrı, basınç hissi, burun tıkanıklığı, anterior rinore, postnazal akıntı, disfaji, uyku bozukluğu) ve muayene ile sineşi, kanama, septal enfeksiyon, hematom, perforasyon mevcudiyeti değerlendirildi.
Bulgular: Grup II’de postnazal akıntı yakınması, Grup I’den anlamlı (p<0.05) olarak yüksek bulundu. Grup III’te ise postnazal akıntı yakınması Grup I ve Grup II’den anlamlı (p>0.05) farklılık göstermedi. Grup II’de basınç yakınması Grup III’ten anlamlı (p<0.05) olarak yüksek bulundu. Grup I’de ise basınç yakınması Grup II ve Grup III’ten anlamlı (p>0.05) farklılık göstermedi. Hastaların ağrı, burun tıkanıklığı, anterior rinore, disfaji, uyku bozukluğu yakınmaları anlamlı (p>0.05) farklılık göstermedi. Postoperatif komplikasyonlar açısından üç grupta da istatistikselolarak anlamlı farklılık görülmedi (p>0.05).
Sonuç: Sentetik poliüretan tampon, internal nazal splint ve transseptal sütür yöntemi ile karşılaştırıldığında hasta konforunu arttırmadığı, postoperatif komplikasyonlar açısından anlamlı bir farklılık oluşturmadığı ve daha yüksek maliyetli olduğu için, daha düşük maliyetli olan internal nazal splint ve transseptal sütür yöntemi tercih edilebilir.
Objective: A prospective randomised study for comparison of the efficacy and possible complications of nasal airway splint, synthetic polyurethane foam (nasopore) and transseptal suture technique in septoplasty.
Material and Methods: 60 patients underwent septoplasty for septal deviation. These patients were divided into three groups: nasal airway splint (using intranasal septal splints at the end of the operation) (Group I), nasopore (using nasopore packing at the end of the operation) (Group II) and non-packing (using separate trans-septum through and through horizontal mattress sutures without any mesh or intranasal splint insertion) (Group III). Patients were asked to record pain levels using a visual analogue scale. The three groups were compared for postoperative subjective complaints (pain, pressure sensation, nasal congestion, anterior rhinorrhea, postnasal drip, dysphagia, sleep disorder) and complications (perforation, hematoma, infection, synechiae, postoperative bleeding).
Results: There were no significant statistical differences between the three groups with respect to the complication parameters studied, but higher postnasal drip levels in Group II compared to the Group I and also no statistical differences in the other parameters (pain, nasal congestion, anterior rhinorrhea, dysphagia, sleep disorder) were found.
Conclusion: Our results suggest that nasopore insertion did not benefit more than those who had trans-septum through and through suturing and intranazal splint. Moreover, internal nazal splint and tansseptal suture technique is much preferable because of the higher cost of nasopore.

5.
Total diz protezi uygulanan hastaların orta dönem klinik ve radyolojik sonuçlarının değerlendirilmesi
Midterm clinical and radiological outcomes of total knee arthroplasty
Mehmet Mesut Sönmez, Asil Berk, Meriç Uğurlar, Ramazan Erden Ertürer, Şenol Akman, İrfan Öztürk
doi: 10.5350/SEMB.20160315022015  Sayfalar 115 - 123
Amaç: Çalışmada, kliniğimizde total diz protezi uygulanan olguların retrospektif olarak incelenmesi ve orta dönem klinik sonuçlarının ortaya konulması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Gonartroz tanısı ile Ocak 1996 - Aralık 2003 tarihleri arasında kliniğimizde total diz protezi uygulanan 54 hastadan yeterli takipleri yapılan 31 (27 kadın, 4 erkek) hastanın 36 dizi bu çalışmaya dahil edilmiştir. Hastaların ameliyat tarihindeki yaş ortalaması 66.6 (41–80) idi. Ameliyat öncesi tanı 27 hastada primer osteoartrit, 3 hastada romatoid artrit ve bir hastada karşı taraf gelişimsel kalça displazisi zemininde ortaya çıkan artroz idi. Ortalama takip süresi 74.3 ay (49–135) olarak saptandı. Hastalar “Amerikan Diz Cemiyeti Kriterlerine” göre; diz skoru ve diz fonksiyonel skoru bakımından değerlendirildi. Radyolojik değerlendirme ise, “Total Diz Protezi Radyolojik Değerlendirme Kriterlerine” göre yapıldı.
Bulgular: Diz skoru ameliyat öncesi ortalama 60.8 (37-78) iken, ameliyat sonrası ortalama 89.7 (56–100) olarak saptandı. Diz skoru bakımından dizlerin 30’unda (%83.3) mükemmel, 5’inde (%13.8) iyi, 1’inde (%2.7) kötü sonuç tespit edildi. Fonksiyonel skoru ameliyat öncesi ortalama 35.6 (15–60) iken, ameliyat sonrası ortalama 71.5 (45–95) olarak bulundu. Fonksiyonel skor bakımından dizlerin 9’unda (%25) mükemmel, 11’inde (%30.5) iyi, 11’inde (%30.5) orta, 5’inde (%13.9) kötü sonuç alındığı gözlendi. Diz protezi uygulaması ile eklem hareket açıklığının, stabilitesinin ve hastaların yürüme mesafelerinin anlamlı olarak arttırıldığı ortaya kondu.
Sonuç: Gonartroz, hastaların yaşam kalitesini ve günlük fonksiyonlarını ileri derecede kısıtlayan bir hastalıktır. Uygun hasta seçimi, yeterli ameliyat öncesi hazırlık, hastaya uygun protez seçimi ve dikkatli cerrahi teknik kullanıldığında, total diz protezi uygulamaları, gonartrozun tedavisinde son derece etkili bir tedavi seçeneği oluşturmaktadır.
Purpose: The aim of this study is to investigate retrospectively the midterm clinical and radiological outcomes of total knee arthroplasty (TKA) which were performed in our clinic.
Method: Thirty-one (27 women, 4 men) of 54 patients were included in the study. At midterm, a minimum of 4 years (49-135 months) after surgery, Knee Society scores (KSSs), Knee Society Functional scores (KSFSs), range of motion (ROM), and radiographic results of 36 knees of 31 patients were assessed and reported in this study.
Results: The preoperative mean knee score was 60.8 (37-78), while after the surgery it was 89.7 (56-100), respectively. In terms of knee score, 30 knees (83.3%) had excellent, 5 (13.8%) had good and 1 (2.7%) had poor results. The average preoperative functional score was 35.6 (15-60), while average postoperative score was 71.5 (45-95), respectively. In terms of functional knee scores, 9 (25%) were excellent, 11 (30.5%) were good, 11 (30.5%) were moderate, and 5 (13.9%) were poor. The range of motion (ROM) of the knees and stability were significantly increased.
Conclusion: Osteoarthritis is a disease that limits severely the quality of life and daily functioning of patients. With the appropriate patient selection, adequate preoperative preparation, appropriate prosthesis selection and careful surgical technique, the treatment of knee osteoarthritis in patients with total knee arthroplasty (TKA) constitutes a highly effective treatment option.

6.
Dudak pozisyonlarının adolesan sınıf I bireylerde cinsiyete bağlı değerlendirilmesi
Evaluation of the lips’ positions in adolescent class I individuals according to gender
Ayla Kürkçüoğlu, Zekiye Karaca Bozdağ, Özkan Oğuz
doi: 10.5350/SEMB.20160222092732  Sayfalar 124 - 130
Amaç: Yüz yumuşak doku ve dudak kalınlıkları, yaş, cinsiyet, ırk, büyüme ve gelişmeye bağlı olarak değişim göstermektedir. Bu konu adli antropologlar, diş hekimleri ve estetik cerrahlar açısından oldukça önemlidir. Yüz harmonisi ile uyumlu dolgun ve güzel dudaklar özellikle kadınların görselliklerinde en önemli estetik simge oluşturmaktadır. Gerçekten de yüze bakıldığında üst yarıda gözler, alt yarıda ise dudaklar odak noktasını oluşturmaktadır. Bu çalışmada amacımız, Türk toplumunun bir bölümünde üst ve alt dudak pozisyonunu cinsiyete bağlı olarak değerlendirmek ve sonuçları diğer ırklara ait insanların yapısal özellikleri ile karşılaştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışma Sınıf I maloklüzyon yapısında (ANB açısı 2º±2) 140 sağlıklı (68 kız ve 72 erkek) birey üzerinde gerçekleştirilmiştir. Kızların yaş ortalaması 23.23±4.27 yıl, erkeklerin 24.35±3.45 idi. Lateral sefalometrik X-ray görüntülerde yumuşak doku üzerinde belirlenen üç farklı noktanın Ricketts’ın E doğrusuna olan uzaklıkları bilgisayar ortamında Image-J Software yöntemi kullanılarak ölçülmüştür. Grupların dağılımları ve ölçüm sonucu karşılaştırması için farklı istatistiksel yöntemler kullanılarak, p<0.05 önem düzeyi istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir.
Bulgular: Tüm sefalometrik görüntülerde Ls (Labium superius)-E, Sto (Stomion)-E ve Li (Labium inferius)-E mesafeleri ölçülmüştür. Kızlarda yapılan ölçümlerde; Ls-E, -3.21 mm ile -16.08 mm arasında, Sto-E; -10.71 mm ile -24.21 mm, Li-E; -2.88 mm ile -14.83 mm arasında değişim göstermekteydi. Erkeklerde ise; Ls-E, -4.84 mm ile -17.21 mm arasında, Sto-E; -13.21 mm ile -23.43 mm, Li-E; -3.21 mm ile -11.12 mm en büyük ve en küçük değerler olarak belirlenmiştir. Cinsiyetler arasında Li-E değerleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark olduğu (p=0.041) diğer ölçümler arasında ise, istatistiksel açıdan anlamlı bir fark olmadığı gözlenmiştir.
Sonuç: Yüzün alt yarısında odak noktası olan dudak pozisyonun bilinmesinin; ortodontistlere tedavi sonunda hastaların yüz profilinin nasıl bir hal alabileceğinin değerlendirilmesinde, adli antropolojide yeniden yüzlendirme tekniğinde ve estetik cerrahisinde alt yüz uyumunun değerlendirmesinde yardımcı olacağını düşünmekteyiz.
Objective: Facial soft tissues and lip thickness are influenced by age, gender, race, juvenescence and growth. This aspect is particularly of interest to forensic anthropologists, dentists, and cosmetic surgeons. Plump and beautiful lips that are in harmony with other facial features are the most important esthetic symbols in enhancing the visuality of a woman. Actually, eyes constitute the most important focal point in the upper half of the face, whereas lips are the focal point in the lower half of the face. In this study, we aimed to evaluate the position of the upper and lower lips of a group in Turkish society by gender and to compare the findings with those of people of other races.
Materials and Methods: A total of 140 (68 women and 72 men) healthy individuals with Class I malocclusion (ANB angle 2°±2) participated in this study. The mean age of women and men was 23.2±4.2 years and 24.3±3.4 years, respectively. The distance between the three different points marked on soft tissue on lateral cephalometric radiograph images and the Ricketts’ E line were measured using Image-J software. Different statistical methods were utilized for the comparison of the distribution of the groups and measurement results. An associated p value of <0.05 was considered statistically significant.
Results: The distance of Ls (Labium superius)-E, Sto (Stomion)-E, and Li (Labium inferius)-E in women ranged between -3.21 mm and -16.08 mm, between 10.71 mm and -24.21 mm, and between -2.88 mm and -14.83 mm, respectively. The corresponding measurements in men were between -4.84 mm and -17.21 mm, between -13.21 mm and -23.43 mm, and between -3.21 mm and -11.12 mm, respectively. A statistically significant difference between men and women was observed only for the Li-E values (p=0.041).
Conclusion: Knowing the position of the lips, which constitute the focal point of the lower half of the face, will help orthodontists to predict the facial profile of patients at the end of the treatment. It may also aid forensic anthropologists in facial reconstruction and help cosmetic surgeons in predicting the lower face harmony after esthetic surgery.

7.
Tiroidin foliküler karsinom ve adenomlarının ayırımında galektin-3 ve CD44v6 ekspresyonunun rolü
Role of galectin-3 and CD44v6 expression in the differentiation of the follicular carcinoma and adenoma of the thyroid
Taner Daş, Nimet Karadayı, Dilek Yavuzer, Cumhur Selçuk Topal
doi: 10.5350/SEMB.20160309092702  Sayfalar 131 - 136
Amaç: Foliküler karsinom ve adenomların ayrımında galektin-3 ve CD44v6 ekspresyonu birçok çalışmada sitolojik preperatlarda preoperatif olarak incelenmiş ve anlamlı sonuçlar elde edilmiştir. Bu çalışmada tiroid foliküler karsinom ve adenomlarının ayırımında galektin-3 ve CD44v6 ekspresyonunun patolojik tanıya yardımcı olup olamayacağı araştırıldı.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada Kartal Dr. Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi Patoloji Kliniğinde 1992-2002 yılları arasında ve İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Ana Bilim Dalında 2001 yılına ait olgular olmak üzere toplam 60 adet foliküler adenom ve karsinom olgusu incelenmiştir. Bunların 20’si foliküler karsinom, 40 tanesi foliküler adenom olgusudur. Bu olguların galektin-3 ve CD44v6 ekspresyonu immunohistokimyasal olarak incelenmiştir. Her olgudan kapsüle bitişik alanlardan alınan kesitlere galektin-3 ve CD44v6 antikorları için HRP-AEC yöntemiyle immunohistokimyasal boyama uygulandı ve kesitler ışık mikroskobunda boyanma yok (-), fokal zayıf boyanma (+), orta yoğunlukta boyanma (++), kuvvetli boyanma (+++) olarak değerlendirildi.
Bulgular: Immunohistokimyasal inceleme sonucunda foliküler karsinom ve adenom olgularının ayırımında galektin-3 ekspresyonunun anlamlı olduğu saptanmıştır (p<0.05). CD44v6 ekspresyonu açısından yapılan immunohistokimyasal incelemede foliküler karsinom ve adenom olgularının ayırımında bir ilişki bulunmamıştır (p>0.05).
Sonuç: Tiroidin foliküler karsinom ve adenomlarının ayırımında galektin-3’ün tanıyı destekleyici potansiyel bir antikor olduğu, CD44v6’nın ise bu ayırımda bir önemi olmadığı saptanmıştır.
Objective: The role of the galectin-3 and CD44v6 expression in the differentiation of the thyroid follicular carcinoma and follicular adenoma were investigated in many preoperative cytologic samples and significant results were achieved. In this study, we investigated galectin-3 and CD44v6 as potential supportive markers of histopathologic diagnosis in the differentiation of follicular carcinoma and adenoma of thyroid in conventional tissue sections.
Material and Method: A total of 60 thyroidectomy specimens from Kartal Dr. Lütfi Kırdar Training and Research Hospital and Istanbul University Cerrahpasa Medical Faculty Pathology Department were investigated retrospectively. Twenty cases of the 60 thyroidectomy specimens were diagnosed as follicular carcinoma and 40 cases were diagnosed as follicular adenoma. Sections taken adjacent to the capsule of the nodule were stained immunohistochemically by HRP-AEC method for galectin-3 and CD44v6 antibody. Then sections were investigated under light microscope and labeled as no staining (-), focal weak staining (+), moderately intense staining (++), intense staining (+++).
Results: Galectin-3 expression was significant in the differentiation of the follicular carcinoma and adenoma (p<0.05), whereas CD44v6 was not a potential marker in the differentiation of the follicular carcinoma and adenoma (p>0.05).
Conclusion: Galectin-3 was determined as a potential marker in the diagnosis of follicular carcinoma but CD44v6 expression was not a diagnostic value in the differentiation of follicular carcinoma and adenoma.

8.
Psoriazisli hastalarda nötrofil lenfosit oranı ve ortalama trombosit hacminin değerlendirilmesi
Evaluation of neutrophil-lymphocyte ratio and mean platelet volume in patients with psoriasis
Aslı Aksu Çerman, Ezgi Aktaş Karabay, İlknur Kıvanç Altunay
doi: 10.5350/SEMB.20160216020543  Sayfalar 137 - 141
Amaç: Psoriazis, kronik, inflamatuar, sistemik bir hastalıktır. Psoriaziste hastalık şiddetini ve tedaviye yanıtı değerlendirmede Psoriazis Alan ve Şiddet İndeksinin (PAŞİ) yanısıra daha objektif laboratuvar araçlarına ihtiyaç vardır. Nötrofil lenfosit oranı ve ortalama trombosit hacmi çeşitli inflamatuar hastalıklarda arttığı bilinen inflamatuar belirteçlerdir. Bu çalışmada amacımız psoriazisli hastalarda nötrofil lenfosit oranı ve ortalama trombosit hacmi değerlerini incelemek ve hastalık şiddetiyle ilişkisini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: Kırk dokuz kronik plak tip psoriazisli hasta ve 47 kontrolün nötrofil lenfosit oranı ve ortalama trombosit hacmi retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Psoriazisli hastalarda nötrofil lenfosit oranı kontrollerden anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.001). Ortalama trombosit hacmi yönünden her iki grup arasında anlamlı bir fark saptanmadı (p=0.061). Psoriazisli hastalar hastalık şiddetine göre incelendiğinde nötrofil lenfosit oranı ve ortalama trombosit hacmi yönünden herhangi bir korelasyon saptanmadı (p>0.05).
Sonuç: Son yıllardaki çalışmalarda, kardiyovasküler hastalıklarda nötrofil lenfosit oranı ve ortalama trombosit hacminin prognostik önemi olduğu üzerinde durulmaktadır. Psoriazisli hastalarda sistemik inflamasyonun belirlenmesi ve tedavisi kardiyovasküler hastalıklar gibi eşlik edebilecek komorbiditelerin de azaltılabilmesi bakımından önemlidir. Bu amaçla nötrofil lenfosit oranı kullanışlı, kolay ulaşılabilir ve ucuz bir laboratuvar parametre olabilir
Objective: Psoriasis is a chronic, inflammatory, systemic disease. Psoriasis Area and Severity Index (PASI) is used to evaluate the disease activity and response to therapy in psoriasis patients. However, more objective laboratory tools should be developed beside PASI. Neutrophil-lymphocyte ratio and mean platelet volume are inflammatory biomarkers that are known to be evaluated in various inflammatory diseases. The purpose of this study was to analyse the levels of neutrophil-lymphocyte ratio and mean platelet volume in psoriasis patients and to investigate the relationship between these biomarkers and the disease activity.
Materials and Methods: Fourty-nine patients with chronic plaque psoriasis and 47 controls were included in the study. Neutrophil-lymphocyte ratio and mean platelet volume values of two groups were retrospectively evaluated.
Results: Neutrophil-lymphocyte ratio levels were significantly higher in patients with psoriasis than in healthy controls (p<0.001). The levels of mean platelet volume did not show statistically significant difference between psoriasis patients and controls (p=0.061). When psoriasis patients were evaluated according to disease severity, no correlation was found between the disease activity and neutrophillymphocyte
ratio and mean platelet volume values (p>0.05).
Conclusion: In the recent studies, it has been mentioned that the neutrophil-lymphocyte ratio and mean platelet volume have prognostic importance for cardiovascular diseases. Assessment and management of the inflammatory status in psoriasis patients is important to prevent the comorbidities such as cardiovascular diseases. With this purpose, neutrophil-lymphocyte ratio might be considered as an easily accessed, available and cost-effective laboratory marker.

9.
Kliniğimizde yatarak takip edilen sıtma olgularının retrospektif değerlendirilmesi
Retrospective evaluation of malaria hospitalized in our clinic
Özlem Gül, Dilek Yıldız Sevgi, Alper Gündüz, Aziz Ahmad Hamidi, Ahsen Öncül, Ahmet Şanlı Konuklar, Derya Özyiğitoğlu, Nuray Uzun, İlyas Dökmetaş
doi: 10.5350/SEMB.20160326020102  Sayfalar 142 - 146
Amaç: Sıtma, plasmodium cinsi parazitlerin neden olduğu, anofel cinsi sivrisinekler tarafından insanlara bulaştırılan bir enfeksiyon hastalığıdır. Ülkemizde tespit edilen sıtmalı olgu sayısında belirgin bir azalma görülmekle birlikte dünyada sıtma halen önemini korumaktadır. Bu çalışmada İstanbul’da bir eğitim hastanesi olan hastanemizde 2006-2015 yılları arasında izlenen sıtma olgularının retrospektif olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2006 - Ocak 2015 tarihleri arasında kliniğimizde sıtma tanısı ile izlenen 15 erişkin hasta epidemiyolojik özellikleri, klinik, laboratuvar bulguları, tanı, tedavi ve prognozları yönünden retrospektif olarak değerlendirilmiştir.
Bulgular: Olguların tümü erkekti. Ortalama yaş 30,5 olarak saptandı. Hastaların ortalama yatış süresi 7,8 gün idi. Olguların 14’ünde yurt dışı seyahat öyküsü (Afrika, Pakistan, Afganistan), birinde Güneydoğu Anadolu Bölgesi seyahat öyküsü mevcuttu. Hiçbirine kemoproflaksi uygulanmamıştı. Olguların 8’inde Plasmodium vivax, 7’sinde P. falciparum, saptandı. Hastaların klinik ve laboratuar bulgularında ateş (%100), splenomegali (%67), hepatomegali (%46), anemi (%66), lökopeni (%40), trombositopeni (%100), sedimentasyon yüksekliği (%65), karaciğer fonksiyon testlerinde yükselme (%53), serum kreatininde artış (%26) saptandı.
Sonuç: Endemik bölgelere seyahat öyküsü olan her ateşli olguda sıtma ayırıcı tanıda ilk sırada yer almalıdır. Bu bölgelere seyahat edecek bireylere kemoproflaksi uygulanması ve kişisel korunma önlemlerinin sağlanması çok önemlidir.
Objective: Malaria is an infectious disease caused by the parasite Plasmodium genus, transmitted to humans by mosquitoes, genus Anopheles. Although there is a significant reduction in the number of malaria cases in our country, malaria still remains important globally. In this study we aimed to evaluate malaria cases hospitalized in our hospital between the years 2006-2015, retrospectively.
Material and Method: Fifteen adult patients diagnosed with malaria followed at our clinic between January 2006 - January 2015, were evaluated retrospectively for their epidemiological, clinical, laboratory findings, diagnosis, treatment and prognosis.
Results: All of the patients were male. The average age was 30.5. The average length of stay of patients was 7.8 days. Fourteen cases reported a history of travel abroad (Africa, Pakistan, Afghanistan) and one to Southeastern Anatolia Region. None of the patients had chemoprophylaxis. In eight cases Plasmodium vivax, in seven Plasmodium falciparum was detected. Fever (100%), splenomegaly (67%), hepatomegaly (46%), anemia (66%), leukopenia (40%), thrombocytopenia (100%), elevated sedimentation rate (65%), elevated liver function tests (53%), and increased serum creatinine (26%) levels were found in patients.
Conclusion: Malaria should be in the first line for the differential diagnosis of fever in all cases with a history of travel to endemic area. Chemoprophylaxis for individuals who travel to these regions and personal protection measures are very important.

10.
Çocuk gelişim öğrencilerinin çocuk sağlığı konusundaki bilgi düzeyleri
Child development students’ level of knowledge of child health
Gülseren Oktay, Nagihan Yıldız Çeltek, Yunus Emre Kuyucu, Canan Kuzdan, Ramazan Tetikçok
doi: 10.5350/SEMB.20160118040438  Sayfalar 147 - 154
Amaç: Görevleri gereği çocuklarla iç içe olan okul öncesi eğiticilerinin; eğitim ve öğretim faaliyetlerinin yanında sağlık alanında belirli bilgi ve donanıma sahip olmaları önemlidir. Çünkü sağlık alanındaki gereksinimlerinin özellikle de acil konuların ne zaman ortaya çıkacağını kestirmek mümkün değildir. Bu çalışmada da; çocuk gelişim bölümünde okuyan öğrencilerin, çocuk sağlığı ve acil müdahale gerektiren olaylar ile ilgili bilgi ve deneyimlerini irdelemeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Gaziosmanpaşa Üniversitesi Çocuk Gelişim Programı çerçevesinde eğitim gören birinci ve son sınıf öğrencileri üzerinde yürütülen çalışma kapsamında öğrencilerin demografik bilgileri, daha önceden ilk yardım eğitimi alıp almadıkları, sağlık alanında herhangi bir kursa ya da eğitime katılıp katılmadıkları kaydedildi ve 20 sorudan oluşan çocuk sağlığı bilgi düzeyi ile anket formunu doldurmaları istendi. Her doğru cevaplanan soru 1 puan olup; sonuçta da en düşük 0, en yüksek de 20 puan alınabilirdi.
Bulgular: Birinci sınıf öğrencilerinin %33.7’si ile son sınıf öğrencilerinin %51.6’sı kendilerini çocuk sağlığı konusunda yeterli bulmaktaydı. Öğrencilerinin büyük çoğunluğunun ateşe müdahale yöntemini, obesitenin getirdiği riskleri, kişisel hijyen, elektrik çarpan, kafa travması geçiren ve yabancı cisim saplanan çocuğa müdahale konusuyla ilişkili sorulara doğru cevap verdiği saptanmıştır. Ayrıca öğrencilerin ancak yarısının; tüberküloz hastalığının hava yolu ile bulaştığını (Birinci sınıf: %42.1 ve son sınıf: %50.5) ve “Sıcak su dökülmesi sonucu oluşan yanıklarda ilk olarak ne yapılmalıdır?” sorusuna doğru cevap olan “En az 5-10 dakika süreyle akan çeşme suyunun altında tutulmalıdır.” cevabını (Birinci sınıf: %43.2 ve son sınıf: %52.7) verdiği saptanmıştır. Ek olarak öğrencilerin ancak dörtte birinin; “Çamaşır suyu, deterjan benzeri temizlik malzemesi içen çocuk derhal kusturulmalıdır.” (Birinci sınıf: %27.4 ve son sınıf: % 25.3) ifadesini yanlış olarak işaretledikleri saptandı. Son sınıf öğrencilerin toplam puanlarının ortalaması (15,27±2,30) ve başarı yüzdeleri (%76.3) birinci sınıf öğrencilerinkinden (13.00±2.93, %65) yüksek olarak saptandı (p<0,001).
Sonuçlar: Son sınıf öğrencilerin toplam puanlarının ortalaması; birinci sınıf öğrencilerinkinden yüksek olarak saptansa da; koroziv madde içen hastaya müdahale, yanık sonrası ilk müdahale, tüberküloz hastalığının bulaşma yolu gibi meslek hayatlarında sık karşılaşabilecekleri sorunlar konusunda öğrencilerin yeterli bilgi düzeyine sahip olmadıkları saptanmıştır. Bu açıdan da öğrencilere verilen eğitim müfredatının içeriğinin; meslek hayatlarında sık karşılaşabilecekleri sorunlara yönelik oluşturulması bilgi düzeyinin artmasına katkı saylayacağı düşünülmektedir. Ayrıca mezuniyet sonrası hizmet içi eğitimlerle bilginin devamlılığı sağlanmalıdır.
Objective: It is important for the pre-school trainers who are intertwined with children as their task requires, to have particular knowledge and equipment in the field of health in addition to their education and training activities. Because it isn’t possible to predict their requirements in health issues, especially the timing of the urgencies. In this study, we aimed to discuss the knowledge and experiences of child development students about child health and emergency events that require immediate intervention.
Material and Methods: Within the framework of Gaziosmanpaşa University Child Development Program, this study was enrolled with the students of first and last classes, and their demographic data, if they received any previous first-aid training, if they participated in any course or training in the field of health were recorded and asked to fill a survey which was formed of 20 questions about knowledge of child health. Each question is answered correctly by 1 point; resulting in the lowest 0, it may be the highest in 20 points.
Results: Of 33.7% of the first class students, and 51.6% of the last class students found themselves sufficient about child health. The majority of the students have been found to give the correct answers to questions related with approach to fever, the risks of obesity, personal hygiene, and the approach to children with electric shock, head injury, or foreign body lodge. In addition, only the half of the students have been found to answer that tuberculosis is transmitted by the air (first class: 42.1%, last class: 50.5%) and the correct answer to the question “What should be done first in burns as a result of spiiling of hot water?”, as “Must be kept for at least 5-10 minutes under running tap water. “ (first class: 43.2%, last class: 52.7%). In addition, only one of four students marked the wrong expression as “the child who drank bleach, detergent-like cleaning materials should be immediately induced” (first class: 27.4% and last class: 25.3%). The average total score (15.27±2.30) and the success rate (76.3%) of last-year students were found to be higher than the first-year students (13.00±2.93, 65%, p<0.001).
Conclusions: Although the average total score of last-year students has been detected to be higher than the scores of the first-year students; it has been detected that the students didn’t have sufficient knowledge about the problems they might encounter often in their professions, such as the approach to a patient with corrosive agent ingestion, the post–burn first-aid and the transmission of tuberculosis. From this perspective, it is thought that to create the content of the curriculum for students intended for the frequently encountered problems that they would face in their professional lives would contribute to the increase in level of knowledge. In addition, continuity of knowledge should be provided with inservice training after graduation

OLGU SUNUMU
11.
Ülsere dev meme kanseri olgu sunumu
Ulcerated giant breast cancer
Hamdi Özşahin, Gürkan Yetkin, Zeynep Kamuran Sevim, Bülent Çitgez, Mehmet Uludağ, Mehmet Mihmanlı
doi: 10.5350/SEMB.20150812083852  Sayfalar 155 - 158
Amaç: Meme kanseri kadınlarda en sık görülen kanserdir. Multidisipliner yaklaşımla hastalarda prognoz iyi olmakta ve iyi kozmetik sonuçlar alınabilmektedir. Uygun şekilde tedavi edilmeyen ya da hastanın tedaviyi red ettiği durumlarda dramatik tablolar karşımıza çıkmaktadır.
Olgu: 31 yaşında bayan hasta sağ memeye yabancı cisim batması sonucunda hastaneye başvurdu, yapılan meme ultrasonografisinde (USG) rastlantısal olarak sağ meme üst dış kadranda 3x3 cm kitle saptanması üzerine yapılan incelemelerde sağ memede invaziv duktal karsinom olduğu tespit edildi. Başka bir merkezde 2006 yılında modifiye radikal mastektomi ve 2010 yılında tram fleple onarım yapılan hasta 5 yıl tümörsüz yaşamını sürdürdü. 2011 yılında sol memesine simetrizasyon amacıyla küçültme mammoplasti yapıldı ancak patolojisi selim gelen hastada ameliyattan yaklaşık 10 ay sonra sol meme alt dış kadranda kitle ve aksillada 3-4 adet lenf nodu saptandı ve patolojik inceleme invaziv duktal karsinom geldi. 2 yıl boyunca takipsiz kalan hasta sol memede ağrılı 10x10 cm boyutlarında ülsere akıntılı kitle ve sol aksillada konglomere sert fikse lenfadenopati rastlandı ve hastalık sistemik kabul edilip kemoterapi uygulandı. Kemoterapinin 2. kür tedavisinde kitlenin cilde ülsere olması nedeniyle hastaya mastektomi ardından kısmi kalınlıkta deri grefti 2. seansta yapıldı.
Sonuç: Bu olgu sunumda meme kanseri tanısı almış ve tedavisi gecikmiş bir hastada multidisipliner yaklaşımla elde edilen sonuç irdelenmiştir.
Objective: Breast cancer is the most common cancer of women. Currently,favorable prognosis and cosmetic results are achieved through multidisciplinary approach. In situations where the patient refuses treatment or if the tumor is not treated appropriately breast tumor may reach large sizes or cause large ulcers and necrosis of the skin.
Case: Thirty one year old patient presented with a foreign body puncture of her right breast; the breast ultrasound revelaed an incidental 3x3 cm mass, which was later detected to be invasive ductal carcinoma. Modified radical mastectomy was performed in 2006 and reconstruction with Tram flap was performed in 2010. In order to obtain symmetry, reduction mammoplasty was performed in 2011 where pathological examination was negative for malignancy. Ten months later, the patient presented with a mass and 3-4 lymphadenopathies in the axilla. Without follow-up, the patient presented 2 years later with gross ulcerative painful lesion of 10x10 cm in size. Chemotherapy was initiated, however after 2 cures, the mass fistulized to the skin and mastectomy was performed, followed by split thickness skin grafting in another session.
Conclusion: In this case report, we present the results of a patient with breast cancer diagnosis, through multidiciplinary approach and who ended up with good results.

12.
Juvenil nazofarengeal anjiofibrom yönetimi; iki olgu sunumu
Management of juvenile nasopharyngeal angiofibroma; report of two cases
Zahide Mine Yazıcı, Mustafa Çelik, Yakup Yegin, Burak Olgun, Fatma Tülin Kayhan
doi: 10.5350/SEMB.20150730083332  Sayfalar 159 - 162
Amaç: Juvenil nazofarengeal anjiofibrom (JNA), hemen her zaman genç erkeklerde görülen benign bir tümördür. Nazofarenksin en sık görülen benign tümörü olmasına karşın, baş boyun tümörlerinın sadece %0,05-0,5’ini oluşturmaktadır. Tedavisinde farklı yöntemler bulunmaktadır. Son zamanlarda cerrahi öncesinde embolizasyon yapılması en çok kabul gören tedavi yaklaşımıdır. Embolizasyon yapmak için farklı ajanlar kullanılabilmektedir.
Olgu: Bu makalede nazofarengeal anjiofibrom nedeniyle preoperatif polivinil alkol (PVA) embolizasyonu sonrasında endonazal endoskopik yöntemle opere olan iki olgu tanı, takip ve tedavi yönetimi literatür güncel bilgileri ışığında sunuldu.
Sonuç: Preoperatif PVA embolizasyonu, JNA tedavisinde efektif, uygulaması kolay ve etkin bir yöntemdir
Objective: Juvenile nasopharyngeal angiofibroma (JNA) is a benign tumor that most commonly affects males in adolescent age. Although it is the most common tumor of nasopharynx, it accounts for 0.05-0.5% of all the head and neck neoplasms. Several treatment modalities are used. Surgery with preoperative embolization is the recently preferred management. Different agents may be used for preoperative embolization.
Case: Hereby, we reported diagnosis, follow-up and treatment management of two patients with nasopharyngeal angiofibroma who were operated by nasal endoscopic surgical approach following preoperative polyvinyl alchohol (PVA) embolization, in the light of the contemporary literature.
Conclusion: The preoperative PVA embolization in treatment of JNA is safe, easy to perform and valid.

13.
Neuromyelitis optica: case report
Nöromiyelitis optika: Olgu sunumu
Nurgul Gurgen, Destina Yalcin, Salim Taner Gozukizil, Deniz Polisci
doi: 10.5350/SEMB.20150806062945  Sayfalar 166 - 170
Objective: Neuromyelitis optica or Devic’s disease is a rare inflammatory demyelinating autoimmune disease of the central nervous system which affects the spinal cord and optic nerves and usually associated with increased disability and morbidity. The purpose of this case report is to present this rare disease and focus on the diagnosis criteria.
Case: A 63-year-old female patient defining visual loss 4 months ago and admitted to our clinic with prominent quadriparesis of the upper extremities was evaluated with examination, laboratory findings, and MRI and diagnosed with neuromyelitis optica.
Result: The case which was diagnosed according to the new and old criteria with detected previous optic neuritis, transverse myelitis and particularly aquaporin 4 positivity and its differential diagnosis were discussed in the light of the literature.
Amaç: Nöromiyelitis optika ya da Devic hastalığı optik sinirler ve omuriliği tutan, nadir görülen, genellikle ağır sekellerle seyreden enflamatuar ve demiyelinizan natürde santral sinir sisteminin otoimmun bir hastalığıdır. Sunumun amacı nadir görülen bu hastalığı ve tanı kriterlerini gözden geçirmektir.
Olgu: Özgeçmişinde dört ay önce görme kaybı tanımlayan ve üst ekstremitelerde belirgin kuadriparezi tablosuyla kliniğimize başvuran 63 yaşındaki hasta muayene, laboratuvar bulguları ve manyetik rezonans görüntüleri ile değerlendirilmiş ve nöromiyelitis optika tanısı almıştır.
Sonuç: Geçirilmiş optik nörit, transvers miyelit ve özellikle aquapurin 4 pozitifliği saptanarak yeni ve eski kriterlere göre tanı alan olgu ve ayırıcı tanısı literatür ışığında tartışılmıştır.

LookUs & Online Makale