DAVETLI DERLEME | |
1. | Yenidoğan döneminde hipoglisemi Neonatal hypoglycemia Ali Bülbül, Sinan Usludoi: 10.5350/SEMB.20160223122024 Sayfalar 1 - 13 Hipoglisemi yenidoğan döneminde oldukça sık görülen metabolik sorunlardan birisi olarak kabul edilir. Bununla birlikte özellikle asemptomatik olan bebeklerde tanımlanması, ve tedavisi ile ilgili tartışmalar devam etmektedir. Kullanılan protokollerde kimlerin taranması gerektiği, hangi glikoz değerlerinin tedavi edilmesi gerektiği ile ilgili önemli derecede farklılıklar mevcuttur. Yeni bir bilgi olarak yaşamın ilk 48 saatinde geçici hiperinsülinemi ile birlikte geçici asemptomatik hipoglisemi tanımlanmaktadır. Günümüzdeki kanıta dayalı bulgular; spesifik bir kan glikoz değerini; akut veya kronik geri dönüşümsüz beyin hasarı yapmada veya hipoglisemi tanı ile tedavisini belirlemede desteklememektedir. |
ORIJINAL ARAŞTIRMA | |
2. | İstanbul’da yenidoğan yoğun bakım üniteleri (2014-2015) Neonatal intensive care units in Istanbul (2014-2015) Sinan Uslu, Aslı Yüksel, Ayşegül Uslu, Bekir Turan, Ali Bülbül, Memet Taşkın Egici, Selami Albayrak, Güven Bektemurdoi: 10.5350/SEMB.20160224114733 Sayfalar 14 - 19 Amaç: Çalışma İstanbul ilinde Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitelerinin (YYBÜ) 2014 ve 2015 yıllarındaki mevcut durumu ve değişikliklerini ortaya koymak amacıyla yapıldı. Gereç ve Yöntem: Çalışma İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü Kamu Yataklı Sağlık Hizmetleri ve Acil Sağlık Hizmetleri Şube Müdürlüklerinin YYBÜ’lere ait 2014 ve 2015 yılı güncel verileri eşliğinde gerçekleştirildi. Bulgular: İstanbul’da toplam yenidoğan yatak sayısı 2014 yılı itibarı ile 1870 [1.düzey: 290 (%15,5), 2. düzey: 555 (%29,7), 3.düzey: 1025 (%54,8)] iken bu sayı 2015 yılında %21,2’lik bir artış ile 2268’e [1.düzey: 365 (%16,1), 2. düzey: 685 (%30,2), 3.düzey: 1228 (%53,7)] yükselmiştir. Bu yatakların yaklaşık %27’si kamuya ait sağlık kuruluşlarında yer almaktadır ve ancak %40’ında neonatolog mevcuttur. Hastaların yarısından fazlası 3. düzey yataklarda tedavi görmüştür. İstanbul’da bir yılda doğan bebeklerin 2014 yılında %18,2’sinin 2015 yılında ise %16,1’inin yatarak tedavi aldığı ve bu yenidoğanların da yaklaşık yarısının (2014 yılında %47,8, 2015 yılında %45,3) 3. düzey yataklarda izlendiği dikkati çekmektedir. Sonuç: İstanbul’da yenidoğan yatağı ve neonatoloji uzmanı sayısı son 1 yılda ciddi oranda (%21,2) artmıştır. Fakat uluslararası düzeyde ele alındığında yenidoğan uzmanı sayısının yetersiz, çalışma düzeninin ve yatak sayılarının dağılımının bozuk olduğu saptanmıştır. Perinatal bakımın bölgeselleştirme çalışmaları acilen başlanmalıdır. Yenidoğan hizmet sunumunun akılcı koşullarda tüm paydaşların katılımı ile değerlendirilerek temel sağlık politikalarında acil eylem planı olarak ele alınması gereklidir. |
3. | Retrospective evaluation of spontaneous pyogenic sponydylodiscitis cases hospitalized in our clinic Kliniğimizde yatarak takip edilen spontan piyojenik spondilodiskit olgularının retrospektif değerlendirilmesi Dilek Yildiz Sevgi, Alper Gunduz, Ahsen Oncul, Osman Tanriverdi, Ahmet Sanli Konuklar, Aziz Ahmad Hamidi, Murat Musluman, Nuray Uzun, Ilyas Dokmetasdoi: 10.5350/SEMB.20160105021748 Sayfalar 20 - 25 Objective: Spondylodiscitis is the infection of the intervertebral disc and the adjacent vertebral bodies. Pyogenic Spondylodiscitis often develops following spinal surgery, spontaneous pyogenic spondylodiscitis is rare. Delay in diagnosis due to the absence of specific findings may lead to high morbidity and mortality. In this case series, we aimed to evaluate clinical features, predisposing factors, treatment and results of patients with spontaneous spondylodiscitis followed at our clinic within five years period. Material and Method: Between 01.01.2007-31.12.2014, files of thirteen consecutive patients diagnosed with spontaneous pyogenic spondylodiscitis and hospitalized in our clinic were studied retrospectively. Diagnosis was based on clinical presentation, laboratory findings like increased white blood cell count, erythrocyte sedimentation rate, C-reactive protein as an evidence of inflammation and also blood or biopsy culture results and magnetic resonance imaging findings consistent with the diagnosis. The demographic characteristics, history, predisposing factors, laboratory and radiological data, microorganism and treatment response of patients were evaluated. Results: Among the patients eight were male and five female. Ages ranged between 19-87. (Mean: 61) All patients suffered from back pain. Nine patients had fever higher than 38°C, and eight patients had a nerve root compression. There were nine cases with diabetes mellitus, and three of these patients had uncontrolled diabetes mellitus. Three of the patients had end-stage renal disease undergoing dialysis. Duration of symptoms before establishing the diagnosis ranged between 15-180 days. S. aureus was the most common isolated microorganism. All S. aureus isolates were methicillin-sensitive. One of our cases was accompanied by S. aureus meningitis. The affected areas in eight cases were thoracic and and in five cases lumbar vertebra. Treatment was cefazolin in seven patients with MSSA, cefepime in patients with concomitant meningitis and ampicillin sulbactam in one patient with renal failure. One of the cases with isolated Enterococcus spp was treated with ampicillin sulbactam and one with teicoplanin. Patients with isolated Klebsiella spp were treated with levofloxacin. Four patients underwent surgical drainage. All patients responded to treatment. Conclusion: Spontaneous pyogenic spondylodiscitis is a rare disease. However, in all patients with acute or subacute back pain the diagnosis should be considered particularly in patients with diabetes mellitus or advanced age. Early diagnosis is essential for high cure rate with appropriate medical treatment and surgical intervention if needed. |
4. | Ağır preeklamptik hastalarda kardiak troponin I düzeyi ve magnezyum sülfat tedavisinin kardiak troponin I düzeyine etkisi Cardiac troponin I levels in patients with severe preeclampsia and effect of magnesium sulfate treatment on cardiac troponin I levels Özgür Çöt, Serkan Kumbasar, Aytek Şık, Mesut Demir, Erman Sever, Elif Sein Sezin Kayaaltıdoi: 10.5350/SEMB.20160107022316 Sayfalar 26 - 32 Amaç: Preeklamptik gebeliklerdeki troponin I değerleri normal gebelerdeki değerlerle karşılaştırılarak preeklampsideki minör myokardiyal hasar araştırmak ve magnezyum sülfat tedavisinin kardiak troponin I düzeyine etkisini incelemek amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya; 25 gebeden oluşan preeklamptik grup (grup 1) ve herhangi bir medikal ve obstetrik sorunu olmayan 25 gebeden oluşan kontrol grubu (grup2) olmak üzere iki grup dahil edildi. Preeklamptik gebelere uygulanan magnezyum sülfat tedavisinden öncesinde ve bitiminde troponin I düzeyleri ile saglıklı gebelerdeki troponın I düzeyleri ölçüldü. Peeklampsi hastalarında magnezyum sülfat tedavisi öncesive sonrası bakılan ortalama serum kardiak troponin I değerleri ile saglıklı gebelerdeki troponin I düzeyleri karsılaştırıldı. Bulgular: İki grup arasında, demografik özellikler açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0.05). Gruplar arasında ortalama kardiak troponin I değerleri karşılaştırıldığında Grup I’de (0.0944±0.044), Grup II’ye (0.006±0.002) kıyasla yüksek düzeyde ve istatistiksel olarak anlamlı fark olduğu saptandı (p<0.05). Peeklampsi hastalarında (Grup I), magnezyum tedavisi öncesi kardiak troponin I değerinin (0.094±0.044), tedavi sonrası değerlerden (0.0048±0.0017) yüksek olduğu ve istatistiksel olarak anlamlı fark olduğu tespit edildi (p<0.05) Sonuç: Çalışmamızda, minör miyokardial hasarın bilinen en iyi göstergesi olan troponin I’nın preeklamptik gebelerde kontrol grubuna göre yüksek bulunması, gebelikte hipertansif hastalıklarla ilişkili miyokardial hasarı düşündürmektedir. Ayrıca magnezyum sülfat tedavisinin, troponin I düzeyini azalttığı ve miyokardial hasara neden olmadığı sonucuna varılmıştır. |
5. | Genetik amniyosentez sonuçlarımız: 3721 vakanın analizi Genetic amniocentesis results: analysis of the 3721 cases Ali Acar, Fedi Ercan, Selman Yıldırım, Hüseyin Görkemli, Kazım Gezginç, Osman Balcı, Harun Toy, Ayşegül Zamani, Sevcan Sarıkaya, Berkan Saya, Metin Çapar, Mehmet Cengiz Çolakoğludoi: 10.5350/SEMB.20160103093300 Sayfalar 33 - 38 Amaç: İkinci trimester genetik amniyosentez ile fetal kromozomal anomalileri saptamada 7 yıllık prenatal tanı verilerinin retrospektif olarak analizi. Gereç ve Yöntem: Veriler Meram Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı’nda Ocak 2007 ile Ocak 2014 tarihleri arasında yapılan ikinci trimester genetik amniyosentezlerin amniyosit kültürü sitogenetik analizi verilerinden oluşturulmuştur. Amniyosentez için ana endikasyonlar ileri anne yaşı, anormal maternal serum taraması sonuçları ve anormal ultrason bulgularından oluşmaktadır. Kromozomal anomaliler; otozomal anöploidiler, seks kromozomu anöploidileri, poliploidiler ve yeniden düzenlenmeleri kapsamaktadır. Bulgular: Kromozomal anomalilerin teşhisi için toplam 3721 amniyosentez yapıldı. Bunların 1677’si (%45.1) anormal maternal serum taraması sonuçları, 1332’si (%35.8) ileri anne yaşı, 586’sı (%15.8) anormal ultrason bulguları ve 126’sı da (%3.3) diğer nedenlerle yapıldı. Kromozomal anomali toplam 131 (%3.6) vakada tespit edildi. Bunların 53’ü ileri anne yaşı, 37’si anormal serum tarama testi sonucu, 34’ü anormal ultrason bulguları ve 7’si diğer nedenlerle amniyosentez yapılan vakalardı. Kromozomal anomali teşhis edilen hastaların 106’sında (%80.9) sayısal kromozomal anomali vardı. Diğer 25 (%19.1) hastada ise yapısal kromozomal anomali tespit edildi. Sonuçlar: Verilerimiz terminasyon konuları ve sonraki gebelikler ile ilgili olarak günlük pratikte uygun genetik danışmanlık sağlanabilmesi için bir veritabanı sağlayabilir. |
6. | İntima-media kalınlığı ve meme arter kalsifikasyonlarının kardiyovasküler risk faktörü olarak değerlendirilmesi, gebelik ve emzirmenin rolü Evolution of intima media thickness and breast arterial calcifications as cardiovascular risk factor, effect of pregnancy and breast feeding Gülşen Demircan, Deniz Özel, Betül Duran Özel, Fuat Özkan, Ahmet Mesrur Halefoğlu, Alper Özel, Fatma Rana Özbeydoi: 10.5350/SEMB.20160107014832 Sayfalar 39 - 44 Amaç: Retrospektif çalışmamızda ana karotid arterde intima media kalınlığı ölçümünün ve meme arter kalsifikasyonlarının, kardiyovasküler risk belirteci olarak değerlendirilmesini, gebelik sayısı ve emzirme süresinin katkısını ölçmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya, Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi Radyoloji Kliniği’ne başvuran ve mammografide meme arter kalsifikasyonu bulunan 40, meme arter kalsifikasyonu (MAK) bulunmayan aynı sayıda olgular katıldı. Tüm olguların kardiyovasküler risk faktörleri not edildi. Karotis arter intima media kalınlıkları (İMK) ölçüldü. Gebelik ve emzirme süreleri kaydedildi. Bulgular: Yaş ile MAK ve İMK arasında anlamlı ilişki saptandı. İMK artışı olan olgularda kardiyovasküler risk faktörleri daha yüksek bulundu (1.82 ye karşın 1.33). MAK bulunan olgularda bulunmayanlar ile karşılaştırıldığında artmış kardiyovasküler risk faktörü bulunmadı (Her iki grupta 1.675 olarak hesaplandı). Gebelik ve emzirme süresinin İMK ve MAK ilişkisi saptanmadı. Sonuç: Kardiyovasküler risk belirteci olarak İMK artışı MAK a kıyasla daha güvenilir bir parametredir. Gebelik sayısı ve emzirme süresi İMK ve MAK üzerine etkisi bulunmamaktadır. |
7. | Papiller tiroid kanserinde karşı paratrakeal lenf bezi metastazı gelişimi ile ilişkili risk faktörleri The risk factors for contralateral paratracheal lymph node metastases in papillary thyroid cancer Evren Besler, Nurcihan Aygün, Emre Bozdağ, Bülent Çitgez, Sıtkı Gürkan Yetkin, Mehmet Mihmanlı, Mehmet Uludağdoi: 10.5350/SEMB.20160110092756 Sayfalar 45 - 51 Amaç: Papiller tiroid kanserinde lenf bezi metastazı sık görülür. Bu çalışmada; papiller tiroid kanserinde karşı paratrakeal lenf bezi metastazı oranı, karşı taraf lenf bezi metastazı için risk faktörleri ve bunların lenfatik diseksiyon alan genişliğine etkilerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntemler: Papiller tiroid kanseri tanılı, tiroidektomi ile birlikte santral ve/veya terapötik lateral boyun diseksiyonu uygulanan, ortanca yaş 44 (16-75) olan 27 (19K, 8E) hastanın verileri incelendi. Karşı taraf paratrakeal metastaz gelişimi üzerine yaş, cinsiyet, ekstratiroidal yayılım, multifokalite, bilateralite, lenfovasküler invazyon, T evresi, prelaringeal metastaz varlığı, pretrakeal lenf bezi metastazı, aynı taraf paratrakeal lenf bezi metastazı, lateral metastaz varlığının etkisi değerlendirildi. İstatistik olarak ‘’Ki-kare’’ ve ‘’Fisher’in kesin olasılık’’ testleri kullanıldı. Bulgular: Bu hastalara total tiroidektomiye ek olarak bilateral santral diseksiyon ve 12’sine ek olarak terapötik lateral boyun diseksiyonu uygulandı. T evresi sırasıyla T1: 16 (%59.3), T2: 7 (%25.9), T3: 4 (%14.8) idi. Karşı paratrakeal metastaz gelişimi lateral metastaz (%100 vs %47.6; p=0.05) varlığında anlamlı olarak yüksek bulundu. Sonuç: Papiller tiroid kanserinde lenf nodu metastazı sık olup, öncelikle aynı taraf paratrakeal bölge lenf bezlerinde metastaz ortaya çıkmaktadır. Lateral metastazlı hastalarda karşı taraf paratrakeal metastaz gelişme riski daha yüksektir. Ameliyat öncesi veya peroperatif olarak lateral ve/veya lenf bezi metastazı saptanması, bilateral santral boyun diseksiyonu yapılmasında dikkate alınmalıdır. |
8. | 55 Yaş ve daha genç hastalarda uygulanan total kalça protezinin orta dönem klinik sonuçları The mid-term clinical results of the cases with hip prosthesis under the age of 55 Hakkı Yıldırım, Mehmet Mesut Sönmez, Meriç Uğurlardoi: 10.5350/SEMB.20160207081857 Sayfalar 52 - 59 Amaç: 55 yaş altı hastalarda uyguladığımız kalça protezlerin orta dönem sonuçlarının değerlendirilmesini amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza koksartroz nedeni ile total kalça artroplastisi yapılan ve orta dönem klinik ve radyolojik takipleri değerlendirilebilen 55 yaş ve altı (ortalama 40.8, dağılım 21-55) 38 hastanın (25 kadın, 13 erkek) toplam 54 kalçası dahil edildi. Klinik değerlendirme ameliyat öncesi ve sonrasında Harris Kalça skorları ile yapıldı. Hastalarımızın ameliyat sonrası hayat kaliteleri short form - 36 (SF-36) değerlendirme anketi ile yapıldı. Bu sonuçlar karşılaştırıldı. Bulgular: Olgularımızın yaş ortalaması 40.8 (dağılım 21 –55 yaş) idi. Ameliyat öncesi ortalama 36.62 olan Harris Kalça Skoru, ameliyat sonrası yapılan son kontrolde ortalama 86.56 olarak bulundu. Olgularımızın %76.4’ünde iyi ve mükemmel sonuç elde edildi. Olgularımızın ameliyat sonrası SF-36 skorları 50 puan ve üzerinde olduğu için hayat kalitesinin iyileştiği sonucuna varıldı. Ameliyat memnuniyeti sorgulandığında 1 hasta hariç diğer hastalar ameliyat öncesine göre daha iyi olduklarını ve ameliyattan memnun olduklarını vurguladılar. Memnun olmayan bir hasta ameliyat sonrası dönemde enfeksiyon gelişen, birden fazla ameliyat olması gereken ve bu ameliyatlar sonucunda kalıcı siyatik sinir paralizisi oluşan hastamız idi. Sonuç: Genç hastalarda tedavi için tercih edilen kalça artroplastisi ameliyatının orta dönemde iyi sonuçlar verdiğini ve yaşam kalitesini arttırdığını düşünüyoruz. |
9. | Kolorektal dışı kanserlerin karaciğer metastazlarında radyofrekans ablasyon yöntemininin etkinliğinin değerlendirilmesi Efficacy of radiofrequency ablation in the treatment of hepatic metastases of non-colorectal cancers Doğa Özdemir Kalkan, Cem Yücel, Suna O. Oktar, Mustafa Sare, Mustafa Beneklidoi: 10.5350/SEMB.20151211031153 Sayfalar 60 - 69 Amaç: Kolorektal dışı kanserlerin karaciğer metastazlarında radyofrekans ablasyon (RFA) yönteminin tedavideki etkinliğinin değerlendirilmesi. Gereç ve Yöntem: Karaciğere metastatik kolorektal dışı kanser tanısı almış, toplam lezyon sayısı 101 olan 28 hasta (17 kadın, 11 erkek) retrospektif kohort çalışmamıza dahil edildi. Çalışmamızda 95 (%94.1) lezyona ultrasonografi eşliğinde RFA uygulanırken, 6 (%5.9) lezyona cerrahi rezeksiyon yapılmıştı. Tanı anında 10 (%35.7) olguda tek lezyon, 18 (%64.3) olguda multipl lezyon bulunmaktaydı. Ablasyon yapılan ortalama lezyon sayısı 2 (1-6) ve ortalama boyut 2.4 (0.9-5.2) cm olarak belirlendi. Tüm olgular kemoradyoterapi almıştı. Bulgular: RFA sonrası 1 (%3.5) olguda portal ven trombozu, 2 olguda (%7) karaciğer apsesi gelişti. Ortalama takip süresi 17 (1-51) aydı. 17 (%76) olguda ilk takipte tam ablasyon sağlandı. Rekürrens saptanan 7 olguda 13 seans reRFA uygulandı. Takipte 6 (%21) olguda yaygın hepatik metastaz, 16 (%57) olguda karaciğer dışı hastalık izlendi. 9 (%32) olgu yaygın hastalık nedeniyle kaybedildi. Sonuç: Sonuçlarımız RFA’nın kolorektal dışı kanserlerin karaciğer metastazlarında, özellikle de meme kanseri ve nöroendokrin tümörlere ait metastazlarda umut verici bir tedavi alternatifi olduğunu göstermektedir. Hastalıksız ve genel sağkalımı etkileyen en önemli parametre ise lezyon sayısı olarak görülmektedir. |
10. | Bir kamu hastanesinde çalışan hemşirelerin kateter ilişkili üriner sistem enfeksiyonlarının önlenmesi hakkındaki bilgi durumları Level of knowledge of the nurses work in a public hospital about the prevention of catheter associated urinary tract infections Yıldız Köse, Yeliz Leblebici, Selma Şen Akdere, Hatice Çakmakçı, Serap Ötünçtemur, Memet Taşkın Egici, Güven Bektemürdoi: 10.5350/SEMB.20151216103044 Sayfalar 70 - 79 Amaç: Araştırma, İstanbul Şişli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde çalışan hemşirelerin, üriner sistem enfeksiyonlarını önlemek üzere üriner kateter kullanımına ilişkin bilgi durumlarını değerlendirmek amacıyla yapılmıştır. Gereç ve Yöntem: Hastanede çalışan toplam 469 hemşirenin 111’i yoğun bakım, 271’i klinik hemşiresi olmak üzere %82’sine tanımlayıcı nitelikte anket uygulanmıştır. Veriler, hemşirelerin demografik özelliklerini, bilgi durumlarını belirlemeye yönelik 5 puanlı likert türünde hazırlanmış anket formu ile toplanmış, sayı, yüzde, aritmetik ortalama, tek yönlü Anova ve Kruskal Wallis testleri kullanılarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Ön lisans düzeyinde eğitim seviyesinde, 30 yaş üstünde, bayan, mesleki deneyimi 11-15 yaş arasında olan hemşirelerin katater ile ilişkili üriner sistem enfeksiyonlarının önlenmesinde bilgi durumlarının diğer gruplara göre yüksek olduğu saptanmıştır. Yoğun bakım hemşirelerinin üriner kateterizasyonun endikasyonları ve kateteri olan hastada dikkat edilecek genel noktalar konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıkları, üriner kateteri yerleştirme sırasındaki uygulamalara ilişkin bilgi durumlarının da yeterli olduğu belirlenmiştir. Sonuç: Araştırma, hemşirelerin eğitim durumunun, yaşının, cinsiyetinin ve mesleki deneyim sürelerinin kateter ile ilişkili üriner sistem enfeksiyonları önleme konusundaki bilgi durumlarını etkilediğini göstermiştir. Hemşirelerin kateter ilişkili üriner sistem enfeksiyonları hakkında yeterli eğitim almadıkları saptanmıştır. Üriner kateteri yerleştirme sırasındaki uygulamalara ilişkin bilgi durumlarının yeterli olduğu fakat kateter bakımı, idrar torbası kullanımı ve üriner kateterizasyonun endikasyonları konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıkları saptanmıştır. |
OLGU SUNUMU | |
11. | Optik disk pitine bağlı gelişen seröz makülopatinin vitrektomisiz tedavisi: Bir olgu sunumu Treatment of serous maculopathy associated with optic disc pit without vitrectomy: a case presentation Mehmet Demir, Dilek Güven, Zeynep Acar, Erdem Ergendoi: 10.5350/SEMB.20151005010228 Sayfalar 80 - 83 Amaç: Optik disk pitine bağlı gelişen seröz makülopati olgusunun lazer fotokoagülasyon ve gaz enjeksiyonu ile tedavisini sunmak. Olgu: Yirmi bir yaşında bayan hasta sol gözde bulanık görme şikayeti ile başvurdu. Yapılan muayenede sol gözde optik diskte pit, düzeltilmiş en iyi görme keskinliği 20/400 (Snellen), merkezi maküla kalınlığı (MMK) 768 µm ve göz içi basıncı 15 mm Hg olduğu görüldü. Optik koherens tomografide seröz makülopati izlendi. Sağ göz normal idi. Sol göze parasentezi takiben 0.3 ml perfloropropan (C3F8) gazı vitreus boşluğuna verildi. Üç gün süresince, günde 5 saat yüz üstü pozisyon verildi. Optik disk temporaline lazer fotokoagülasyon yapıldı. Gaz enjeksiyonundan sonra topikal brinzolamide %1 ve topical ketorolak tromethamine 2x1/gün üç ay boyunca kullanıldı. Otuzaltı aylık takip sonunda düzeltilmiş görmesi 20/40 seviyesine çıktı ve MMK düzeldi. Göz içi basıncında değişim olmadı. Sonuç: Optik disk pitine bağlı seröz makülopati tedavisinde perfloropropan gaz enjeksiyonu ve lazer fotokoagülasyonuna ilave topikal medikasyon etkili ve güvenli bulundu. |
12. | Tek taraflı optik sinir hipoplazisi ve ambliyopi Unilateral optic nerve hypoplasia and amblyopia Mehmet Demir, Dilek Güven, Delil Özcan, Erdem Ergendoi: 10.5350/SEMB.20151127034034 Sayfalar 84 - 86 Amaç: Tek taraflı optik sinir hipoplazisine bağlı olarak gelişen ambliyopi olgusu sunumu. Olgu: On üç yaşında kız çocuk sağ gözünde az görme şikayeti ile başvurdu. Yapılan oftalmolojik muayenesinde sağ gözde görme keskinliği 2/20 (-0.75), sol gözde ise 20/20 (-0.75-0.25 *88) idi. Glob hareketleri, göz içi basıncı ve ön segment muayenesi her iki gözde normaldi. Arka segment muayenesinde sağ gözde optik sinir hipoplazisi (OSH) ve optik diskin çevresinde hipopigmente sarı halka görüldü. Retina sinir lifi tabakası sağ gözde sol gözden daha ince idi. Retinanın damar yapılanması normal izlendi. Klinik muayeneye ilave olarak optik koherens tomografi (OKT), fundus flöresan aniyografisi (FFA) ve görsel uyarılmış potansiyel (VEP) tetkikleri yapıldı. Sonuç: OSH’ne bağlı ambliyopi sık olmamakla birlikte ambliyopinin nedenleri araştırılırken akılda tutulmalıdır. |
13. | Selektif embolizasyonla tedavi edilmiş tonsillektomi sonrası ciddi kanama: Lingual arter psödoanevrizması Severe post-tonsillectomy haemorrhage treated with selective embolisation: a pseudoaneurysm of the lingual artery Özlem Ünsal, Didem Rıfkı, Ender Uysal, Berna Uslu Coşkundoi: 10.5350/SEMB.20150624120633 Sayfalar 87 - 89 Adenotonsillektomi sonrası 13, 34 ve 40. günlerde masif orofarengeal kanama ile başvuran 5 yaşında kadın hasta vasküler patolojiden şüphelenilerek anjiyografi ile değerlendirildi. Anjiyografide sağ lingual arterde psödoanevrizma tespit edilerek koil ile embolize edildi. Gecikmiş, tonsillektomi sonrası ciddi kanamalarda vasküler patolojiler mutlaka akla getirilmelidir. Anjiyografi bu hastaların hem tanı hem de tedavisinde etkili bir girişimdir. |
14. | İnferior epigastrik ven yaralanmasına bağlı gelişen postpartum kanama Postpartum hemorrhage due to inferior epigastric vein injury Mehmet Baki Şentürk, Hakan Güraslan, Mesut Polat, Ömer Birol Durukandoi: 10.5350/SEMB.20151210081626 Sayfalar 90 - 92 Amaç: Postpartum kanama maternal mortalitenin önde gelen nedenlerindendir. Postpartum kanama genital organlardan çoğunlukla da uterin atoniden kaynaklanır ve nadiren genital organ dışındaki organlardan da kaynaklanabilir. İnferior epigastrik damarların yaralanmasına bağlı kanamalar postpartum kanamalara neden olabilir. Bu nadir bir durum olmasına rağmen morbidite hatta mortaliteye neden olabilr. Olgu: Preeklampsi tanısı ile takip edilen ve sezeryan ile doğum yapan hastada Pfannenstiel insizyon sonrasında batın duvarının çekilmesine bağlı inferior epigastrik ven yaralanması sonrasında gelişen postpartum kanama olgusu sunulmaktadır. Sonuç: Postpartum kanamadan şüphelenildiği zaman eğer genital organlara bağlı kanama yoksa diğer organlar dikkatli muayene edilmelidir. Özellikle de sezeryan olmuş olgularda insizyon bölgesi mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. |