DAVETLI DERLEME | |
1. | İntraperitoneal adezyonlar: Patogenezi, klinik önemi ve önleme stratejileri Intraperitoneal adhesions: pathogenesis, clinical significance, and prevention strategies Akın Fırat Kocaay, Süleyman Utku Çelik, Tevfik Eker, Ömer Arda Çetinkaya, Volkan Gençdoi: 10.5350/SEMB.20151022054044 Sayfalar 231 - 237 Peritoneal yapışıklıklar başta gastrointestinal cerrahi olmak üzere kolorektal ve jinekolojik cerrahiler için önemli bir klinik sorundur. Bu yapışıklıklar, enfeksiyon veya cerrahi travma gibi durumların peritonu irrite etmesiyle oluşmakta ve periton hasarının iyileşme sürecinin patolojik bir parçası olarak kabul edilmektedir. Postoperatif peritoneal yapışıklıklar, ilk cerrahi işlemden yıllar sonra bile ortaya çıkabilmekte ve kronik karın ağrısı, infertilite, mekanik ince barsak obstrüksiyonu ve relaparotomiler sırasında yaralanmaya neden olabilmektedir. Postoperatif yapışıklıkları önlemek için denenen ajanların çoğu, adezyon oluşumunun doğal fizyopatolojik sürecinde yer alan basamaklar üzerinde değişiklikler yaparak etkilerini göstermektedir. Örneğin; fibrinolizi aktive etmeyi, koagülasyonu engellemeyi, inflamatuar yanıtı azaltmayı, kollajen sentezini inhibe etmeyi veya yakın yara yüzeyleri arasında bir bariyer oluşturmayı amaçlarlar. Sonuçları her ne kadar cesaretlendirici olsa da, çoğunun çelişkili ve sadece hayvan modellerinde denenmiş olması bu ajanların kullanımı için en büyük engellerdir. Gelecekteki klinik araştırmalar ve olası gelişmelere kadar, intraperitoneal yapışıklıklarla mücadele sırasında ortaya çıkan istenmeyen morbidite ve mortaliteleri azaltmanın en etkin yöntemi şimdilik sadece özenli ve uygun cerrahi teknik olarak görülmektedir. Bu durumun üstesinden gelmek ve açıklığa kavuşturmak için mutlaka preklinik ve klinik çalışmaların artarak devam etmesi şarttır. |
2. | Prediyabetin önemi ve tedavi yaklaşımı The importance of prediabetes and therapeutic approach Yüksel Altuntaş, Feyza Yener Öztürkdoi: 10.5350/SEMB.20151126122000 Sayfalar 238 - 242 Prediyabet, tip 2 diyabet ve normoglisemi arasındaki ara dönem olarak tanımlanabilir. Açlık plazma glukozunun 100-125 mg/dl olması (Bozulmuş açlık glukozu) ya da 75 gr oral glukoz tolerans testinde 2 saat plazma glukozunun 140-199 mg/dl olması (Bozulmuş glukoz toleransı) prediyabet olarak adlandırılır. ADA 2010 önerilerine göre HbA1c düzeyinin %5.7–6.4 arasında olması da prediyabet kabul edilmiştir. Prediyabetiklerin her yıl %5-10’u aşikar tip 2 diyabete dönüşmektedir. Dislipidemi, hipertansiyon ve obezite ile ilişkili olan prediyabet, kardiyovasküler hastalık açısından ciddi risk faktörüdür. Bu nedenle, prediyabetin erken tanınması ve tedavisi ile tip 2 diyabet gelişimine müdahale edilebilir. |
ORIJINAL ARAŞTIRMA | |
3. | Diyabetes mellitusta iyi glisemik kontrol ile nöropati gelişimi önlenebilir mi? Can development of neuropathy be prevented with good glycemic control in diabetes mellitus? Işıl Satılmış Borucu, Şenay Aydın, Nevin Kuloğlu Pazarcı, Münevver Gökyiğit, Yüksel Altuntaşdoi: 10.5350/SEMB.20151119115534 Sayfalar 243 - 247 Amaç: Çalışmamızda tedavilerinde oral antidiyabetiklerden insüline geçilen diyabetes mellitus (DM) tanılı hastalarda insülinin periferik sinirler üzerindeki etkisini araştırmayı amaçladık. Ayrıca daha önceki çalışmalarda vurgulandığı gibi F yanıtının polinöropatinin saptanmasından ziyade glisemik kontrol ile polinöropati seyrinin takibinde bir parametre olarak kullanılabilirmi sorusuna yanıt aradık. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Diyabet Polikliniğinde Amerikan Diyabet Cemiyeti (American Diabetes Association, ADA) kriterlerine göre DM tanısı alan, oral antidiyabetik tedavi ile izlenmekte iken, insülin tedavi endikasyonu belirlenen 10 gönüllü diyabetik hasta alındı. Tüm hastaların tedavi öncesi, tedavinin 1.ve 4. haftasında nörolojik muayene ile Total Nöropati Skorlaması (TNS), serum glukoz ile HbA1c düzeyleri ve elektrofizyolojik değerlendirmeleri yapıldı. Bulgular: Çalışmaya alınan toplam 10 olgunun 7’si kadın, 3’ü erkek idi. Yaş ortalaması 55±9.01 (40-69) idi. Olguların DM süreleri 1 ile 15 yıl arasında değişmekteydi (ort: 6.2±4.83). Olguların dördünde başlangıç elektrofizyolojik değerler normal sınırlar içindeydi. Beş olguda alt ekstremitelerde duyusal lifleri, bir olguda üst ekstremitelerde duysal alt ekstremitelerde duyusal ve motor lifleri tutan polinöropati sendromu tespit edildi. Polinöropatisi olmayan veya ılımlı nöropatisi olan olguların kontrol elektrofizyolojik incelemelerinde özellikle duyusal ileti amplitüdlerinin iyileştiği ancak başlangıçta belirgin polinöropatisi olan olguların kontrol elektrofizyolojik incelemelerinde anlamlı bir fark olmadığı görülmüştür. Sonuç: Erken evre polinöropatinin aksine şiddetli polinöropati ortaya çıktıktan sonra iyi glisemik kontrol ile bir düzelme tespit edilmemektedir. |
4. | Tip 2 diyabet hastalarında kan lipid düzeylerinin Hba1c ve obezite ile ilişkisi Relationship of blood lipid levels with Hba1c and obesity in patients with type 2 diabetes mellitus. Ebru Özdoğan, Osman Özdoğan, Esma Güldal Altunoğlu, Ali Rıza Köksaldoi: 10.5350/SEMB.20150903125636 Sayfalar 248 - 254 Amaç: Dislipidemi, dünyadaki bir numaralı mortalite nedeni olan koroner arter hastalığının (KAH) gelişiminde önemli yere sahiptir. Diyabet ve obezite farklı yollarla KAH gelişimine neden olmakla birlikte, dislipidemi KAH’na neden olan ortak yönlerinden biridir. Biz de ülkemizde diyabet hastalarında obezite ve kötü glisemik kontrolün lipid profili üzerinde nasıl bir etki yaptığını araştırdık. Gereç ve Yöntem: İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi Diyabet Polikliniği’ne başvuran, bilinen diyabet yaşı 5‘i geçmeyen, son 6 ay içerisinde herhangi bir hiperlipidemi tedavisi almayan, kanıtlanmış iskemik kalp hastalığı olmayan, sadece oral antidiyabetik ilaç kullanan, sigara ve alkol kullanmayan, kan lipid düzeyini etkileyecek bilinen bir endokrin bozukluğu olmayan 82’si erkek 165 hasta alındı. Lipid düzeyleri ile HbA1c, vücut kitle indeksi (VKİ) ve diyabet yaşı arasındaki ilişkiler değerlendirildi. Karşılaştırmalarda student’s t, ANOVA ve Pearson korelasyon testleri kullanıldı. p<0.05 anlamlı kabul edildi. Bulgular: VKİ değerleri arttıkça total kolesterol, trigliserid ve LDL kolesterol düzeylerinin de arttığı (r=0.46 p<0.001, r=0.58 p<0.001, r=0.34 p<0.01, sırasıyla), HDL kolesterol düzeylerinin ise düştüğü saptandı (r=-0.37 p<0.001). HbA1c değeri yüksek olan hastalarda total kolesterol, trigliserid ve LDL kolesterol düzeylerinin yüksek olduğu (r=0.27 p<0.001, r=0.29 p<0.001, r=0.20 p<0.05, sırasıyla) görüldü. Diyabet yaşı artıkça HbA1c düzeyleri arasında doğru bir orantı (r=0.28 p<0.001) saptanırken, kan lipid düzeyinde anlamlı bir ilişki saptanmadı. Sonuç: Ülkemizde yaptığımız bu çalışmada bire bir olmasa da daha önce yapılan uluslararası çalışmalarla benzer sonuçlara ulaştık. Obez ve kötü glisemik kontrole sahip diyabet hastalarında lipid profili olumsuz etkilenmektedir. |
5. | Hashimoto tiroidit hastalarında HLA-DRB1 alellerinin dağılımı The distribution of HLA-DRB1 alleles in patients with hashimoto’s thyroiditis Türkan Patiroğlu, H. Haluk Akar, Abdurrahman Akay, Engin Okdoi: 10.5350/SEMB.20151005010345 Sayfalar 255 - 259 Amaç: Hashimoto tiroidit (HT) hastalığı genetik ve çevresel faktörlerin katkıda bulunduğu otoimmün bir tiroid bezi hastalığıdır. Bazı İnsan Lökosit Antijenlerinin [Human Lökosit Antijen (HLA)] HT hastalığı ile bağlantılı olduğu saptanmıştır. Bu çalışmada HT hastalığı ile HLA-DRB1 alellerinin bağlantısı araştırılmıştır. Gereç ve Yöntemler: Bu retrospektif çalışmaya tiroidektomi yapılan ve postoperatif HT tanısı alan 48 hasta ve 126 sağlıklı akraba dışı denek, kontrol grubu olarak dahil edildi. Hastaların genetik testleri Erciyes Üniversitesi Doku Tiplendirme Laboratuvarında polimeraz zincir reaksiyonu, sekans spesifik oligonükleotid propları (PCR-SSOP) kullanılarak çalışıldı. Bulgular: Hastalık grubunda HLA-DRB1*03 aleli anlamlı derecede yüksek bulunurken (hastalık grubu; %12.5, kontrol grubu; %4.3, p=0.006), HLA-DRB1*01aleli kontrol grubunda HT hastalarına göre belirgin derecede daha sık olarak saptandı (hastalık grubu; %1, kontrol grubu; %7.5, p=0.021). Sonuç: Bu çalışma ile Kayseri yöresi Türk toplumu için HT hastalığı açısından HLA-DRB1*03 alelinin yatkınlık, buna karşılık HLA-DRB1*01 alelinin ise hastalıktan koruyucu olabileceği gözlemlenmiş oldu. Ancak çalışmaya dahil edilen vaka sayısının çok az olması nedeni ile topluma yönelik genellemeler yapılabilmesi için daha fazla denek sayısını içeren ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. |
6. | Pulmoner tromboemboli ile 27 olgu 27 Patients with pulmonary thromboembolism Gülçin Güngör Olçum, Sami Akbaş, Sema Basatdoi: 10.5350/SEMB.20151021035825 Sayfalar 260 - 265 Amaç: Pulmoner Emboli tanısında; klinik, laboratuvar ve radyolojik bulgular önemli bir yer tutmaktadır. Bununla birlikte,tanıda hastaların diğer klinik sorunları nedeni ile, çoğu zaman zorluklar yaşanmaktadır. Bu çalışmada; hastaya ait risk faktörleri, başvuru anındaki şikayetleri, klinik ve labaratuvar parametrelerini incelemeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya, 2010-2014 yılları arasında, Pulmoner Emboli nedeni ile servisimize yatışı yapılmış 27 olgu alındı. Olguların, tanı anındaki risk faktörleri, semptomları, radyolojik görüntüsü retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalarımızın başvuru anındaki, Wells (Canadian) pulmoner tromboemboli klinik tahmin skorlaması yapıldı. Bulgular: Olguların ortalama yaşı 74.56±11.63 olup, %25.9’u erkek, %74.1’i kadındı. Olguların %29.6’sı sigara kullanıyordu. Wells skoru ortalama 3.57±1.7, D-dimer 2697.85±1648.26 idi. Emboliyi hazırlayıcı faktör olarak cerrahi operasyon/ immobilizasyon (%48.1) ve derin ven trombozu tanısından daha öncelikli alt tanı (%55.6) ilk sıraları aldı. En sık görülen semptomlar sırasıyla dispne (%59.3), çarpıntı (%44.4) iken Fizik muayenede en çok bulunan bulgu takipne (%66.7) ve raldi (%48.1) Oda havasında bakılan kan gazında, %66,6 hipoksik hipokarbik bazik ph mevcuttu. Akciğer grafisinde en çok bulunan bulgu diafram yüksekliğiydi (%51.9). Derin ven Doppler USG olguların %48.1’ine yapılırken, yapılmış olguların %46.15’de DVT bulgusu mevcuttu. Olguların 11 (%40.7)’sine Ventilasyon perfüzyon sintigrafisi yapılırken, yapılmış olguların %63.63’sında yüksek olasılıklı Pulmoner Emboli mevcuttu. BT anjiyo yapılan olguların %48.1’inde PE bulgusu mevcuttu. Sonuç: Çalışmamız sonunda olguların %59.3’üne ventilasyon perfüzyon sintigrafisi, %51.9’una BT Anjio, %51.9’una Derin Ven Doppler USG yapılmadığı görüldü. Hastaların ileri yaş olması, eşlik eden diğer komorbiditesi yüksek sistemik hastalıklar bu tetkiklerin yapılmasında sınırlayıcı olmaktadır. Bu nedenle PE tanısında klinik şüphenin ve olası risklerin iyi değerlendirilmesinin, erken tanı ve tedaviye başlanması açısından önemli olduğunu düşünmekteyiz. |
7. | Yatan hastalardan izole edilen candida türlerinin ve antifungal duyarlılıklarının belirlenmesi Determination of candida species and their antifungal susceptibilities isolated from inpatients Alper Togay, Banu Bayraktar, Dilek Yıldız Sevgi, Emin Bulutdoi: 10.5350/SEMB.20151118061252 Sayfalar 266 - 273 Amaç: Son yıllarda mantar infeksiyonları, özellikle immünsüpresif tedavi alan ya da altta yatan bir risk faktörü nedeniyle hastanede yatan hastalarda başlıca infeksiyon etkeni olarak ortaya çıkmıştır. Bu çalışmada farklı klinik örneklerden izole edilen Candida türlerinin dağılımının ve duyarlılıklarının retrospektif olarak incelenmesi ve kullanılmış olan ticari kitlerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Ocak 2011-Aralık 2013 tarihleri arasında laboratuvarımıza gelen hasta örneklerinden, maya mantarı soyutlanan 45’i kan, 12’si steril vücut sıvısı, 10’u idrar, üçü bronkoalveolar lavaj, biri kateter olmak üzere toplam 71 klinik örnek incelemeye alınmıştır. Çalışmaya alınan örneklerden soyutlanan maya mantarları; germ tüp yöntemi, CHROMagar Candida (CHROMagar, Paris, France) ve AuxaColor (Bio-Rad SDP, Paris, France) ticari kitiyle tiplendirilmiştir. Maya mantarlarının antifungal duyarlılıkları Fungitest (Bio-Rad SDP, Paris, France) ticari kiti ile belirlenmiştir. Bulgular: AuxaColor ile değerlendirilen toplam 71 Candida suşunun 28’i (%39) Candida albicans, 13’ü (%18.3) C. parapsilosis, 11’i (%15.5) C. glabrata, 10’u (%14.1) C. tropicalis, dördü (%5.6) C. krusei, üçü (%4.2) C. lusitaniae, birer tane ise (%1.4) C. kefyr ve C. dubliniensis olarak tanımlanmıştır. Fungitest ile değerlendirilen 47 suştan Amfoterisin B’ye orta duyarlı olan bir C. parapsilosis suşu ve dirençli olan bir C. tropicalis Etest metodu ile incelenmiş, minimum inhibitör konsantrasyon (MİK) 1.5 µg/ml bulunmuştur. Flukonazole (FLU) orta duyarlı üç C. albicans suşu Etest metodu ile değerlendirilmiş ikisinin MİK değeri 256 µg/ml olarak, biri 32 µg/ml olarak bulunmuştur. FLU’ya dirençli olan bir adet C.albicans suşu MİK değeri Etest metodu ile 256 µg/ml olarak bulunmuştur. Dirençli olan C. tropicalis suşunun MİK değer ise 0,38 µg/ml olarak bulunmuştur. Sonuç: Çalışmamızda fungal infeksiyonların kontrolü için tür tayini ve antifungal duyarlılık test sonuçlarının bilinmesi önemli olduğu ve antifungal ajanlara karşı gittikçe artan direnç oranları nedeniyle tedavi planlamasında duyarlılık testlerinin giderek daha önem kazandığı sonucuna varılmıştır. Kullandığımız Auxacolor ve Fungitest’in uygulanmasının ve değerlendirilmesinın kolay ve pratik bir test olduğu görülmüştür. Fungitest duyarlılık sonuçları mevcut guidelinelarda ki antifungal dilüsyonlar ile uyumluluk göstermediğinden dikkatle değerlendirilmelidir. Ayrıca orta duyarlı ve dirençli sonuçların referans yöntemlerle teyit edilmesi uygun olacaktır. |
8. | Laparoskopik kolesistektomi sonrası kanama: Nadir ama önemli bir komplikasyon Bleeding after laparoscopic cholecystectomy: rare but serious complication Alaattin Öztürk, Talha Atalay, Yüksel Karaköse, Gökhan Çipe, Ömer Faruk Akıncıdoi: 10.5350/SEMB.20151108081218 Sayfalar 274 - 278 Amaç: Bu çalışmanın amacı, laparoskopik kolesistektomi ameliyatı sebebiyle kanama gelişen hastaların verilerini gözden geçirmek ve tecrübelerimizi paylaşmaktır. Gereç ve Yöntemler: Ocak 2006 - Nisan 2015 tarihleri arasında hastanemizde 865 hastaya laparoskopik kolesistektomi ameliyatı yapıldı. Bu ameliyat sebebiyle kanama geçiren ve kanama için ek bir ameliyata gerek duyulan 7 hasta çalışmaya alındı, tıbbı kayıtları gözden geçirildi. Hastalarda yaş, cins, ek hastalık, kanama tespit zamanı, ikinci ameliyatta yapılan işlemler, kanama yeri, kanama sebepleri, kanama miktarı ve ameliyat sonrası komplikasyonlar gözden geçirildi; kanamayı engellemek için alınacak tedbirler tartışıldı. Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 60 yıldı. Üç hastada ek hastalık vardı. Tüm hastaların ameliyat öncesinde INR değerleri normal sınırlarda idi. İki hastada ameliyat esnasında kanama belirlendi ve açık ameliyata dönüldü. Diğer beş hastanın kanaması ameliyattan 2-24 saat sonra belirlendi. İkinci kez ameliyata alınan beş hastanın ikisine, doğrudan laparatomi, ikisine laparoskopi ile başlayıp laparatomi, birine laparoskopi ile hemostaz yapıldı. Kanamalar, üç hastada safra kesesi yatağından, birer hastada sistik arterden, epigastrik port yerinden, kolon mezosundan ve belirsiz yerden olduğu görüldü. Kanama miktarı tüm hastalar için 300-3000 ml arasında olduğu belirlendi. Hastalarımızda kanamanın tekrarı ve mortalite görülmedi. Sonuç: Kanama, laparoskopik kolesistektomiden sonra az görülen ama ciddi bir komplikasyondur. En sık kanama yeri safra kesesi yatağıdır. Kanayacağından şüphe edilen hastaların ameliyattan sonra 24 saat takibi yapılmalıdır. |
9. | Jinekoloji kliniğimizde son 2 yıllık endometrium kanseri cerrahi tedavi sonuçları ve laparaskopinin cerrahi onkolojideki yeri Outcome of surgery in endometrium cancer cases treated in our gynecology clinic in last 2 years and role of laparascopy in surgical oncology Osman Temizkan, Osman Aşıcıoğlu, Bülent Arıcı, İlhan Şanverdi, Işıl Ayhan, Özlem Çetin, Berhan Besimoğludoi: 10.5350/SEMB.20150326042839 Sayfalar 279 - 283 Amaç: Hastanemiz jinekoloji kliniğinde 2 yıldır endometriyum kanseri tanısıyla opere edilen hastaları retrospektif inceleyerek hastaların cerrahi ve takip sonuçlarını incelemek ve laparaskopik cerrahinin onkolojide güvenlilik ve etkililiğini araştırmak. Gereç ve Yöntem: Kliniğimizde endometriyum kanseri nedeni ile opere edilen 31 hasta retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Yapılan araştırmada hastaların yaş ortalaması 58.4±11.7 olarak bulundu. Tümor boyutu ortalama 2.1±1.5 cm olarak belirlendi. Hastaların %45.1 kadarı menopozda ve %29.0 kadarı diabetik olarak belirlendi. Hastaların %87’si endometrioid tip adenokanser tanısı aldı. 2 hastada servikal invazyon ve 3 hastada lenfovasküler alan invazyonu belirlendi. Hastaların %93.5 kadarına başarı ile laparaskopi yapıldı ve toplamda sadece 1 hastada obturatör sinir kesisi meydana geldi. Regresyon analizi ile bakıldığında sadece CA 125 düzeyi hastalığın evresi ile ilişkili bulundu. Sonuç: Onkoloji cerrahisinde laparaskopi yeterli tecrübe varsa oldukça etkili ve güvenli bir yöntemdir. CA 125 düzeyi hastalığın ileri evre olmasında fikir verebilmektedir. |
10. | BIRADS Ultrasonografi solid meme lezyonlarında biopsi öncesi yeterli fikir verebilir mi? Can we determine biopsy indication by using BI-RADS ultrasonography findings for solid breast masses Betül Duran Özel, Deniz Özel, Fuat Özkan, Ahmet Mesrur Halefoğlu, Özgür Özer, Muzaffer Başakdoi: 10.5350/SEMB.20150630011709 Sayfalar 284 - 288 Amaç: Retrospektif çalışmamızda, BI-RADS ultrasonografi ile, solid meme lezyonu bulunan olgularda, biopsi öncesi yeterli ön fikir elde edip edemeyeceğimizi değerlendirdik. Gereç ve Yöntem: Şişli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi ve Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi Radyoloji Kliniği’nde Eylül 2014-Mart 2015 tarihleri arasında 96 hastanın 102 solid meme lezyonu ultrasonografi BI-RADS sınıflamasına göre ayrılıp tru-cut biopsi yapıldı. Histopatolojik sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 45.6 bulundu. 102 solid kitlenin 23’ü (%22.6) patoloji sonucu malign; 79’u (%77.4) benign idi. En sık rastlanan benign tümör fibroadenom; malign tümör, invaziv duktal karsinom idi. Tüm olguların BI-RADS gruplarında malign/benign oranı hesaplandı sonuçlar literatür ile uyum gösterdi. Sonuç: Son dönemdeki teknolojideki gelişmeler ve daha yüksek rezolüsyonlu ultrasonografi cihazlarının kullanıma girmesi ile pleomorfik mikrokalsifikasyonların daha sık olarak saptanabildiği ve tanımlanabildiği göz önüne alınırsa, solid meme kitlesi görülen olgularda kitlenin BI-RADS skorunu belirlemede sonografik verilerin önemli ölçüde bilgi vereceğini saptadık. |
11. | Yenidoğan yoğun bakım ünitesindeki cerrahi olguların değerlendirilmesi The evaluation of the surgical cases in neonatal intensive care unit Muhittin Çelik, Ali Bülbül, Sinan Uslu, Mesut Dursun, Umut Zübarioğlu, Melih Akın, Ali İhsan Dokucudoi: 10.5350/SEMB.20151005030141 Sayfalar 289 - 294 Amaç: Yenidoğan döneminde cerrahi girişim uygulanan hastaların demografik özellikleri, tanıları, operasyon zamanları ve erken dönem komplikasyonlarını değerlendirmek. Gereç ve Yöntem: Ocak 2007 ile Ocak 2011 tarihleri arasında cerrahi girişim uygulanan ve yenidoğan yoğun bakım ünitesinde takip edilen hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Olgular cerrahi yapılan sisteme göre üç gruba ayrıldı; merkezi sinir sistemi, solunum sistemi ve gastrointestinal sistem. Bulgular: YYBÜ’de Ocak 2007 ile Ocak 2011 tarihleri arasında 3246 hasta takip edildi. Cerrahi girişim uygulanan 94 (%2.8) hastanın 51’i erkek (%54.2) ve 80’ni (%85) zamanında doğan bebekler olup ortalama doğum ağırlıkları 3053±614 g idi. Olguların tanı dağılımları; merkezi sinir sistemi, solunum sistemi toplam ve gastrointestinal sistem sırası ile 65, 14 ve 15 olgu idi. Ortalama cerrahi girişim uygulanma zamanı 8.4±17.1 gün iken ortalama hastanede kalış süresi ise 21.7±26.7 gün idi. Olguların 36’sında (%38.2) cerrahi uygulama sonrası 43 komplikasyon (17’si sepsis, 14’ü klinik sepsis, 6’sı menenjit, 2’si pnömotoraks, 2’si pnömoni, 2’si restenoz) gelişmişti. 12 olgu (%12.7) kaybedildi. Kaybedilen olguların 6’sı diafragma hernisi nedeni ile cerrahi girişim uygulanan olgulardı. Merkezi sinir sistemi olgularında yaşamının ilk 3 günü düzeltme operasyonu uygulanlarda ile ilk 3. günden sonra uygulananlara göre erken dönem komplikasyonları (sepsis, menenjit) anlamlı düzeyde düşüktü (p<0.001). Sonuçlar: Yenidoğan döneminde cerrahi girişimin en sık nedeni merkezi sinir sistemi anomalileridir. Nöral tüp defektinde cerrahi girişiminin ilk 3 günde yapılmasının erken dönem komplikasyonları anlamlı derecede azaltmaktadır. En yüksek ölüm oranı konjenital diafragma hernisi idi. |
OLGU SUNUMU | |
12. | Behçet hastalığına sahip gebe hastada anestezik yaklaşım: Olgu sunumu Anesthesia management of pregnant patient with behçet’s disease: a case report Mahmut Alp Karahan, Evren Büyükfırat, Tekin Bilgiç, İnanç Havlioğludoi: 10.5350/SEMB.20150514052605 Sayfalar 295 - 298 Amaç: Behçet Hastalığı alevlenmelerle seyreden, çoklu organ tutulumu gösteren, kronik enflamatuvar bir hastalıktır. Hastalık, tekrarlayan ağız ve genital bölge ülserleri, deri bulguları ve üveit ile karakterizedir. Bu olgu sunumunda acil sezaryen operasyonu planlanan Behçet hastalığına sahip gebede anestezi yönetimini tartıştık. Olgu: On dokuz yaşında Behçet hastalığı tanılı gebe hasta fetal distres gelişmesi üzerine acil sezaryen planlandı. Hastamız bir yıl önce Behçet Hastalığı tanısı almış. Gebelik boyunca ilaçlarını kullanmayı bırakmış. Sezaryen operasyonu genel anestezi altında gerçekleştirildi. Hasta herhangi bir problem yaşanmadan 7.0 endotrakeal tüp ile ilk seferde entübe edildi. Anestezi oksijen, hava, sevofluran ve remifentanil ile idamesi sağlandı. Hemodinamik parametreler stabil seyretti ve herhangi bir komplikasyon yaşanmadı. Yenidoğanın 1. ve 5. dk Apgar skoru 8 ve 10 idi. Sonuç: Perioperatif anestezik yaklaşımda temel problemleri, organ tutulumları ve havayolundaki skarlaşmaya bağlı zor entübasyon oluşturur. Kronik ilaç tedavisine bağlı olarak organ ve sistemlerde birtakım değişiklikler meydana gelmekte ve bu durum anestezi yönetimini daha da karmaşık hale getirmektedir. Sezaryen gerektiren Behçet hastalığına sahip gebe hastalar için anestezi tekniği her hastanın klinik durumuna göre değerlendirilip en son anestezistin takdirine kalır. |
13. | İnfantil Pompe hastalığının erken teşhisinde ekokardiyografinin önemi Significance of echocardiography for early diagnosing the infantile Pompe disease Taliha Öner, Gülperi Yağar Keskin, Seda Ocak, Tuba Kasapbaşı Gökdoi: 10.5350/SEMB.20150223023146 Sayfalar 299 - 303 Pompe hastalığı nadir görülen ve enzim tedavisi olan lizozamal depo hastalıklarından biridir. İnfantil Pompe hastalığında erken tedavi hastalığın prognozunu belirlemede çok önemlidir. Bu 2 vaka ile Pompe hastalığını erken tespit etmenin ve ekokardiyografik değerlendirmenin tanıdaki önemini vurgulamak istedik. Birinci olgu 5 aylıkken bize hipotonisite ve üfürüm nedeniyle getirildi ve ekokardiyografide belirgin hipertrofik kardiyomiyopatisi vardı. İkinci olgu ise 2 aylıkken akciğer grafisinde kardiyomegali saptanması üzerine bize yönlendirilen fizik muayenede cansız ağlama dışında patolojik özelliği olmayan ekokardiyografide hipertrofik kardiyomiyopati saptanan hastaydı. Beş aylıkken bize başvuran birinci olgu enzim tedavisine başlanamadan 1 ay içinde mama aspirasyonu nedeniyle kaybedilirken; 2 aylık olan hastaya enzim tedavisi başlandı. Tedavisine halen devam eden bu hastanın kardiyak hipertrofisi tedavi başladıktan 1 ay sonra gerilemeye başladı. Bu 2 vaka ile pompe hastalığını erken saptamanın prognoz açısından çok önemli olduğunu ve tanıda ekokardiyografik değerlendirmenin çok değerli olduğunu vurgulamak istedik. |
14. | Nadir görülen bir monoatrofi nedeni: Hirayama hastalığı A rare cause of monoatrophy: hirayama disease Ayşe Kartal, Betül Kılıçdoi: 10.5350/SEMB.20150323020511 Sayfalar 304 - 307 Hirayama Hastalığı, genç erkeklerde daha sık görülen benign bir alt motor nöron hastalığıdır. Son derece enderdir. Distal üst ekstremitelerde güçsüzlük ve kas erimesiyle karakterizedir. Bu makalede ellerinde ve ön kolunda güçsüzlük ve kaslarında erime yakınması olan 16 yaşında kız hasta sunulmuştur. |
15. | Parotis bezi derin lobunda lipoma: Manyetik rezonans görüntüleme bulguları Lipoma in the deep lobe of the parotid gland: magnetic resonance imaging findings Törel Oğur, Rabia Sabiha Yalçın, Fatih Çelikyay, Yusuf Ali Öner, Nil Tokgözdoi: 10.5350/SEMB.20150514052634 Sayfalar 308 - 312 Amaç: Mezenşimal orjinli benign bir tümör olan lipomalar vücudun pek çok yerinde izlenmektedir. Ancak parotis bezinde özellikle de derin lobunda oldukça nadir bildirilmiş olup diğer parotis kitlelerinden ayrılması gerekmektedir. Bu olgu sunumuyla, parotis lipoması ile diğer parotis kitlelerinin ayırt edici tanısını yapmayı ve MR görüntüleme bulgularını tartışmayı hedefledik. Olgu: Boynunda iki yıldır var olan ağrısız şişlik nedeniyle gelen erkek olgunun MR görüntüleme bulguları sunulmuştur. Sonuç: Parotis bezinde lezyon saptandığı zaman tedavisini planlamak için eksternal ve internal tümörlerin ayırt edilmesi, fasial sinirle tümör kitlesinin ilişkisi varsa ortaya konulması, tümör kitlesinin malign ya da benign olmasının ayırt edilmesi oldukça önemlidir. Lipomlar için tanıda görüntüleme yöntemleri oldukça değerlidir. |