ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
Şişli Etfal Tıp Bülteni - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 49 (1)
Cilt: 49  Sayı: 1 - 2015
DAVETLI DERLEME
1.
Gestasyonel diabetes mellitus
Gestational diabetes mellitus
Feyza Yener Öztürk, Yüksel Altuntaş
doi: 10.5350/SEMB.20150317014238  Sayfalar 1 - 10
Gestasyonel diabetes mellitus (GDM), gebelik sırasında sık karşılaşılan bir medikal durumdur. Gebelik sırasında ve sonrasında hem bebek, hem de anne için kısa ve uzun dönemli komplikasyonların riskinde artış ile ilişkilidir. GDM tanı ve tedavisinde uygulanacak yaklaşım ile ilgili olarak henüz uluslararası bir fikir birliği oluşmamıştır. Taramanın genel mi yoksa yüksek riskli grupta mı yapılması gerektiği, tarama zamanı, uygulanacak test, değerlendirmede kullanılan eşik değerler ve tarama testinin bir ya da iki basamaklı olarak uygulanması ile ilgili tartışmalar devam etmektedir. 2010 yılında Uluslararası Diyabetik Gebelik Çalışma Grupları Birliği tarafından (IADPSG), Hiperglisemi ve Gebelikte Olumsuz Sonuçlar (HAPO) çalışma verileri ışığında, GDM için yeni tarama kriterleri önerilmiştir. Ancak, bu kriterlerin daha fazla sayıda kadında GDM tanısı konulmasına ve tedavi masraflarında artışa neden olacağı kaygısı nedeniyle yaygın kullanıma girip girmemesi konusunda diyabet ve jinekoloji dernekleri arasında tartışmalar devam etmektedir. Bu derleme, GDM tanısında önerilen yaklaşımlar ve tedavi yönetimi ile ilgili güncel bilgileri sunmaktadır.
Gestational diabetes mellitus (GDM) is a frequent medical condition during pregnancy. It is known to be associated with increased risks of short and long-term complications for both the mother and the fetus during pregnancy and postpartum. There has been a lack of international uniformity in the approach to the screening and diagnosis of GDM. Controversies include universal versus selective screening, the optimal time for screening, appropriate tests and cut-off values and whether testing should be conducted in one or two steps. According to the data shown in The Hyperglycemia and Adverse Pregnancy Outcome (HAPO) study, The International Association of Diabetes and Pregnancy Study Groups (IADPSG) developed a new consensus criteria for screening and diagnosis of GDM. However, as it has been thought that this will lead to an increase in the number of women diagnosed and treated for GDM and increase the cost of the treatment, there is a controversy between the associations about the widespread usage of these criterias. This review presents the update data on screening and treatment approach for GDM.

ORIJINAL ARAŞTIRMA
2.
Kadınlarda Tip 2 diyabet gelişimine emzirme süresinin etkisi
The effects of the period of breast feeding on the development of Type 2 diabetes in women
Besime İnal, Berrin Karadağ, Gönül Hitay, Sedakat Küçükmen, Tuba Hacıbekiroğlu, Tuğba Başoğlu Tüylü, Yüksel Altuntaş
doi: 10.5350/SEMB.20140731051053  Sayfalar 11 - 17
Amaç: Çalışmamızda emzirmenin ve özellikle emzirme süresinin, kadında tip 2 diyabet gelişimine etkisini araştırdık.
Yöntem: Çalışmamız 40-65 yaş arasındaki 410’u tip 2 diyabetik, 410’u nondiyabetik vakayla, retrospektif olarak yapıldı. Nondiyabetik grubumuz; son üç ay içinde bakılan kan glukoz düzeyleri, oral glukoz tolerans testi (OGTT) sonuçları normal olanlardan oluşturuldu. Tüm vakaların eğitim durumu, ilk gebelik yaşı, çocuk sayısı, ne kadar süre emzirdiği ve diyabetik kadınların kaç yıldır diyabet oldukları sorgulandı.
Bulgular: Diyabetli vakalarımızın toplam emzirme süresi medyan değeri 18 ay, nondiyabetiklerimizin ise 22 ay olarak tespit edildi (p>0.05). Toplam emzirme süresini üç aydan az, üç ay üzeri, altı aydan az, 6-12 ay, 12 ay üzeri şeklinde gruplandırdığımızda her iki grupta toplam emzirme sürelerinde anlamlı farklılık gösterilemedi (p>0.05). Emzirme süresini, bir seferde en az üç ay ve altı ay olarak sınıflandırdığımızda; üç ay emzirme oranları her iki grupta benzerlik göstermekteydi, bir seferde en az altı ay emzirme oranı ise diyabetik olmayan vakalarımızda daha yüksek saptandı (p<0.05).
Sonuç: En az bir çocuğunu en az altı ay emzirme oranı, diyabetik olmayan vakalarımızda yüksek saptanmıştır. Toplam emzirme süresinin diyabet oluşumuna herhangi bir etkisi saptanmadı, ancak tek seferde altı ayın üzerinde emzirme süresi ile diyabet oluşumunda anlamlı bir azalma tespit edildi.
Objective: In this study, we searched the effects of breastfeeding, especially the effects of the period of breast feeding on the development of type-2 diabetes in women.
Method: The study included 410 participants who were type-2 diabetic and 410 participants who were non-diabetic. The age of the participants were among 40 and 65. The study was carried out retrospectively. The non-diabetic group was composed of the participants whose the blood glucose levels and the oral glucose tolerance (OGTT) test results had been normal for 3 months. All of the participants were researched and questioned for their education levels, how many children they had, their ages of first pregnancy, how long they had breastfeed and how long they had been diabetic.
Result: It was found out that the median value of the total period of diabetic participants’ breastfeeding was 18 months and the median value of the total period of the non-diabetic participants’ breast feeding was 22 months (p>0.05). When we categorized the total perid of breastfeeding as “less than 3 months’’, “more than 3 months’’, “less than 6 months’’, “6-12 months’’, “12 months and more than 12 months’’, meaningful difference wasn’t found out in terms of total period of breastfeeding for both of the groups (p>0.05). When we categorized the period of breastfeeding as “at least 3 months at a time’’ or “6 months at a time’’, the rates of breastfeeding for 3 months were found out to be similar for both groups; however, the rates of breastfeeding for 6 months at a time were found out to be higher in the non-diabetic participants than in the diabetic participants (p>0.05).
Conclusion: The rates breastfeeding for at least 6 months were found out to be higher in nondiabetic participants. We didn’t find out that there were effects of total period of breastfeeding on the development of diabetes. However, we found out that the development of diabetes decreased meaningfully during the period of breastfeeding for “more than 6 months at a time’’.

3.
Romatoid artritli ve ankilozan spondilitli hastalarda adalimumab ve infiliksimab kullanımının inflamatuvar belirteçler, sitokinler ve matriks metalloproteinaz-3 düzeylerine etkisi
Adalimumab and infliximab of use inflammatory markers, cytokines and matrix metalloproteinase-3 levels effect in patient with rheumatoid arthritis and ankylosing spondylitis
Sibel Serin, Yıldız Okuturlar, Ayşe Gözkaman, Belkıs Nihan Coşkun, Vehbi Yağız, Kamil Dilek
doi: 10.5350/SEMB.20141014064600  Sayfalar 18 - 24
Amaç: Romatoid Artrit (RA) ve Ankilozan spondilitli (AS) hastalarda, Adalimumab (ADA) ve İnfliksimab (IFX) kullanımı ile elde edilen etkinliğin eritrosit sedimentasyon hızı (ESH), C reaktif protein (CRP), interferon gama (IF-γ), interlökin-1 beta (IL-1β), interlökin-6 (IL-6) ve matriks metalloproteinaz-3 (MMP-3) yönünden karşılaştırılması amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya, 16’sı RA ve 15’i AS toplam 31 hasta alındı. RA’li hastaların yarısına ADA, diğer yarısına İNFİ, AS’li hastalardan 7’sine ADA 8’ine İNFİ randomize olarak uygulandı. Hastaların 0., 1., 4. ve 12. haftalarda kan örnekleri alındı. ESH ve CRP kontrollerle eş zamanlı olarak çalışıldı. IF-γ, IL-1β, IL-6 ve MMP-3 ölçümleri için serumlar -20°C’de takip sonunda çalışılmak üzere saklandı.
Bulgular: ESH ve CRP’ye göre yapılan karşılaştırmada RA ve AS’de gruplar arasında anlamlı farklılık saptanmadı (>0.05). IF-γ her iki hastalıkta tespit edilebilen düzeylerin altında olup, IL-6 ve IL-1β’nın ölçülebilen serum seviyelerinin çok geniş bir aralıkta dağılması nedeniyle sitokinler her iki hastalıkta her iki ilaç grubunda istatistiksel değerlendirmeye alınamadı. MMP-3, her iki hastalıkta, her iki ilaç grubunda ESH ve CRP’ye benzer bir seyir gösterdi. Bununla birlikte MMP-3 özellikle AS’de ADA grubunda İNFİ grubuna göre anlamlı olarak daha fazla baskılandı (<0.05).
Sonuç: MMP-3’ün AS’de ADA grubunda IFX grubuna göre anlamlı olarak daha fazla baskılandığı görüldü. Fakat AS’de ADA’ın etkinliğinin IFX’dan daha iyi olduğunun söylenebilmesi için bu yönde çok sayıda hastanın yer alacağı benzer çalışmaların yapılmasına ihtiyaç vardır. Bunun yanında MMP-3’in kronik inflamatuvar artritlerin hastalık aktivitesini belirlemede ve tedaviye yanıtın takibinde sitokinlere göre daha kararlı bir belirteç olabileceği söylenebilir.
Objective: We aimed to assess adalimumab(ADA) and infliximab(IFX) efficacy on the patients of rheumatoid arthritis (RA) and ankylosing spondylitis (AS) by using erithrocyte sedimentation rate (ESR), C-reactive protein (CRP), interferon gamma (IF-γ), interleukin-1 beta (IL-1β), interleukin 6 (IL- 6), matrix metalloproteinase 3 (MMP-3).
Material and Method: Sixteen RA, 15 AS patients were enrolled to this study. ADA was used on the half of RA patients, IFX was used on the other half randomly. ADA was used on 7 AS patients and IFX was used on 8 AS patients randomly too. Blood samples were taken at the weeks of 0, 1, 4 and 12. ESR and CRP were calculated at the same time with controls. Blood samples were hidden at the -20°C to evaluate after.
Results: There wasn’t any significant difference between the groups of RA and AS patients in terms of ESH and CRP levels (p>0.05). IF-γ was found lower on both patient groups and IL-6 and IL-1β were not included statistical analysis due to the wide range of values. MMP-3 levels was found correlated with ESR and CRP levels in both treatment and patient groups. MMP -3 was more supressed at ADA treated group on AS patients according to the IFX group on AS patients significantly (p<0.05).
Conclusion: MMP-3 was significantly more depressed on ADA treated group of the AS patients according to IFX treated group. We think many similar studies that include more patients needs to be done to say ADA’s better efficacy than in AS patients. It can be said that MMP-3 is a stable marker to determine the activity of chronic inflammatory diseases and monitoring response to therapy according to the cytokines.

4.
Papiller tiroid kanserinde santral ve lateral lenf nodu metastazı gelişimine etkili klinikopatolojik faktörler
The clinicopathological factors influent on central and lateral neck lymph node metastasis of papillary thyroid carcinoma
Evren Besler, Bülent Çitgez, Nurcihan Aygün, Hakan Mustafa Köksal, Mustafa Fevzi Celayir, Mehmet Mihmanlı, Sıtkı Gürkan Yetkin, Mehmet Uludağ
doi: 10.5350/SEMB.20140807022254  Sayfalar 25 - 30
Amaç: Papiller tiroid kanserinde lenf bezi metastazı sıktır. Bu çalışmada papiller tiroid kanserli hastalarda lenf bezi metastazını etkileyen faktörleri değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Mart 2012 - Aralık 2013 tarihleri arasında papiller tiroid kanseri tanısı ile tiroidektomi ile birlikte santral ve lateral boyun diseksiyonu uygulanan 32 (24K, 8E) hastanın verileri retrospektif incelendi. Santral ve lateral metastaz gelişimi üzerine yaş, cinsiyet, T evresi, ekstratiroidal yayılım, multifokalite ve lenfovasküler invazyonun etkisi değerlendirildi.
Bulgular: Bu hastaların 12’ine total tiroidektomi ve unilateral santral boyun diseksiyonu, 20’sine total tiroidektomi ve bilateral santral boyun diseksiyonu uygulandı. 12 hastaya ek olarak terapötik unilateral lateral boyun diseksiyonu uygulandı. T evresi sırasıyla T1: 23, T2: 6, T3: 3 idi. Yirmi hastada (%62.5) lenfovasküler invazyon, 22 hastada (%68.75) multifokalite, 16 hastada (%50) ekstratiroidal yayılım saptandı. 32 hastanın 19’unda (%59.4) santral metastaz, 9’unda (%28.1) lateral metastaz saptandı. Santral metastaz gelişimi; tiroid dışı yayılım varlığında (p<0.05), multifokalite varlığında (p<0.01) ve lenfovasküler invazyon varlığında (p<0.01) anlamlı olarak yüksek bulundu. Lateral metastaz santral metastaz varlığında (p<0.01) anlamlı olarak yüksek bulundu.
Sonuç: Papiller tiroid kanserinde lenf nodu metastazı sık olup, öncelikle santral bölge lenf nodlarında metastaz ortaya çıkmaktadır. Tiroid dışı yayılım, multifokalite ve lenfovasküler invazyon varlığında santral metastaz riski yüksektir. Santral metastaz gelişen hastalarda lateral metastaz gelşime riski daha yüksektir. Preoperatif lenf nodu metastazını kesin olarak ortaya koyabilecek net bir klinik veya patolojik bulgu olmamasına rağmen, tüm hastalar ameliyat öncesi görüntüleme yöntemleri ile lenf düğümü metastazı ve ekstratiroidal yayılım açısından dikkatli bir şekilde değerlendirilmelidirler.
Objective: Regional lymph node metastases are common in papillary thyroid cancer. In this study we aimed to evaluate the factors affecting central and lateral neck lymph node metastasis in patients with papillary thyroid cancer.
Material and Method: The clinical and pathological findings of 32 patients with papillary thyroid cancer who had undergone total thyroidectomy plus central and lateral compartment dissection were retrospectively analyzed between March 2012 and December 2013. The affect of age, gender, T stage, extrathyroidal extension, multifocality and lymphovascular invasion on central and lateral lymph node metastasis were evaluated.
Results: 12 of patients underwent total thyroidectomy and unilateral central neck dissection, 20 of patients underwent total thyroidectomy and bilateral central neck dissection. 12 of them underwent additional therapeutic unilateral lateral neck dissection. T stage was T1: 23, T2: 6, T3: 3. In twenty patients (62.5%) lymphovascular invasion, in 22 patients (68.5%) multifocality, in 16 patients (50%) extrathyroidal extension were identified. Central lymph node metastasis on 19 of 32 patients (59.4%) and lateral metastasis on 9 of 32 patients (28.1%) were identified. Central neck lymph node metastases were significantly higher in patients with extrathyroidal extention (p<0.05), multifocalitiy
(p<0.01), and lymphovascular invasion (p<0.01). Lateral neck lymph node metastases were higher in patients with central neck lymph node metastases (p<0.01).
Conclusion: The neck lymph node metastasis is common and central metastasis occur initially. The occurence risk of central metastasis is higher in patient with extrathyroidal extension, multifocality and lymphvascular invasion. The occurence risk of lateral metastasis is higher in the patients with central metastasis. Although there is no certain clinical and pathological indicator of lymph node metastasis, all patients should be evaluated carefully for lymph node metastasis and extrathyroidal extention radiologically before.

5.
Perfore apandisite ikincil apendiküler kitle gelişen çocuk hastalarda konservatif tedavi ve elektif interval apendektomi yönteminin değerlendirilmesi
Assessment of the pediatric patients with appendiceal mass secondary to perforated appendicitis who were treated by conservative treatment and elective interval appendectomy
Melih Akın, Meltem Kaba, Abdullah Yıldız, Canan Tanık, Başak Erginel, Nihat Sever, Çetin Ali Karadağ, Taner Kamacı, Husam Barhoom, Meltem Tokel, Ali İhsan Dokucu
doi: 10.5350/SEMB.20140925011357  Sayfalar 31 - 34
Amaç: Perfore apandiste ikincil gelişen apendiküler kitlelerin literatürde tedavisi hakkında net görüş birliği yoktur. Günümüzde bu hastalarda genellikle konservatif tedavi sonrası interval apendektomi tercih edilmektedir. Biz de bu çalışmamız da konservatif tedavi sonrası interval apendektomi yapılan hastalarımızı değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Konservatif tedavi sonrası interval apendektomi yapılan hastalar geriye dönük olarak demografik bulgular, semptomlar ve süresi, beyaz küre (BK), c-reaktif protein (CRP) değerleri, ultrasonografi (USG) bulguları, kullanılan antibiyotikler, ameliyat bulguları, yatış süreleri ve interval apendektomi süresi açısından değerlendirildi. Tüm apendektomi materyallerinin patolojik değerlendirimeleri yapıldı.
Bulgular: 2010-2014 yılları arasında 9’u erkek toplam 21 hasta akut apendiküler kitle nedeniyle kliniğimize başvurdu. Yaş ortalaması 11.2±3.5 yıl, en sık semptomlar karın ağrısı ve kusmaydı. Semptomların ortanca süresi 6 (2-14) gündü. Hastaların geliş ve taburculuk zamanı BK değerleri 17.8 (6-25.1)x103 /mm3, 10.1 (7.5-14)x103/mm3, CRP değerleri ise 108 (11-321.2) mg/dl, 13.1 (0-59) mg/dl idi. 12 hastada akut apendiküler kitle USG de net olarak tanımlanırken, 9 hastada tanı fizik muayene ile konuldu. Bir hastada daha sonra tüberküloz saptandı. 6 hastada apse oluşumu mevcuttu. 5 hastaya perkütan dren uygulanması, 1 hastaya aspirasyon yapıldı. Hastaların ilk yatış süreleri 6 (3-15) gündü. Ampisilin, gentamisin ve metronidazol tedavisi standart olarak başlandı. Seftriakson, piperasilin-tazobaktam, ertapenem ve imipenem antibiyotikleri de klinik izlem ve kültür sonuçlarına uygun verildi. İnterval apendektomi süresi ortancası 110 (65-199) gündü. 20 hastaya laparoskopik, 1 hastaya açık apendektomi yapıldı. Hastaların 8’inde apendiks normale yakın görünümde, 4’ünde çekum ve çevre dokulara, 2’sinde omentuma yapışık, 2’inde lizise uğramış, 1’inde periapendiküler apse ile beraber akut apandisit bulguları saptandı. Bir hasta 76. günde peritonit bulguları ile basvurduğu için planlanandan erken opere edildi. Hastaların 2. yatış süresi ortancası 2 (1-3) gündü.
Sonuç: Akut apendiküler kitle gelişmiş perfore apandisitlerin tedavisinde konservatif tedavi sonrası interval apendektomi başarıyla uygulanabilen yöntemdir. Perkütan apse drenajı ve geniş spektrumlu antibiyotikler konservatif tedavinin etkisini arttırmaktadır. Tüberküloz ve lenfoma gibi malignitelerin perfore apandisite bağlı gelişen apendiküler kitle bulgularını taklit edebileceği unutulmamalıdır.
Objective: Currently, management of the appendiceal masses secondary to perforated appendicitis are controversial in the literature. Today, generally conservative treatment followed by interval appendectomy is performed. Aim of this study is to evaluate patients who were performed interval appendectomy after conservative treatment.
Material and Methods: A retrospective review of all patients undergoing interval appendectomy after conservative treatment was performed. Patients were evaluated for demographic data, symptoms and duration, leukocyte counts (WBC), c-reactive protein values (CRP), ultrasound (USG) findings, antibiotic regimens, operation findings, duration of hospitalization, timing of interval appendectomy. Appendectomy specimens were evaluated by pathological analysis.
Results: Between January 2010 to April 2014, 21 patients (9 male) were admitted to our clinic with acute appendiceal mass. Mean of the ages was 11.2±3.5 years, the most common symptoms were abdominal pain and vomiting, median of duration of symptoms was 6 (2-14) days. The values of WBC counts and CRP on admission and discharge were 17.8 (6-25.1)x103/mm3 and 10.1 (7.5-14)x103/mm3 for WBC, 10.8(11-321.2) mg/dl and 13.1 (0-59) mg/dl for CRP respectively. Acute appendiceal mass was defined with the USG in twelve patients, and with physical examination in nine patients. Tuberculosis was detected in one patient. Abscess formation was present in 6 patients. Percutaneous drainage with catheter was performed in 5 patients and aspiration in one. Median of durations of hospitalization was 6 (3-15) days on first admission. Ampicillin, gentamycin and metronidazole were started as standart therapy and were changed to ceftriaxone, piperacillin-tazobactam, ertapenem and imipenem according to clinical situation and culture results. Median of interval appendectomy time was 110 (65-199) days. Laparoscopic appendectomy was performed in 20 patients, open appendectomy in only one. On operation, there were almost normal appearance of appendix in 8, adherents to caecum and surrounding tissue in 4, adherent to omentum in 2, underwent lysis in 2, periappendicular abscess with acute appendicitis findings were revealed in one patient. One patient was operated prior to estimated time due to developing peritonitis findings in physical examination on 76th day so that she was operated before estimated time. Median of hospitalization duration of 2nd admission was 2 (1-3) days.
Conclusion: Conservative treatment followed by interval appendectomy is a safe and effective treatment in patients with appendicular mass due to perforated appendicitis. Percutaneous abscess drainage and broad-spectrum antibiotics are beneficial for conservative treatment. Tuberculosis and malignancy such as lymphomas should be remembered in patients with acute appendicular mass secondary to perforated appendicitis.

6.
İntravitreal enjeksiyonlar ve komplikasyonları
Intravitreal injections and complications
Mehmet Demir, Pınar Akarsu, Dilek Güven, Yekta Sendül, Sönmez Çınar
doi: 10.5350/SEMB.20140829053425  Sayfalar 35 - 39
Amaç: Yapılan intravitreal enjeksiyonların nedenlerini, kullanılan intravitreal ilaçları ve onların komplikasyon oranlarını sunmak.
Gereç ve Yöntem: Beş yıllık süre diliminde intravitreal enjeksiyon yapılan hastaların kartları geriye dönük olarak incelendi. İntravitreal enjeksiyonların hangi sebeplerle yapıldığı, hangi etken maddenin verildiği, hastaların yaşı, cinsiyeti ve enjeksiyonların komplikasyonları değerlendirildi. İntravitreal enjeksiyonlar ameliyathane şartlarında topikal anestezi altında %5 povidon iyodin konjonktival alana damlatılıp serum fizyolojikle yıkandıktan sonra 27 Gauge (G) iğne ile üst temporal alanda pars planadan vitreus boşluğuna girilerek yapıldı. Bütün enjeksiyonlardan sonra 4x1 dozunda %0.3 ofloksasin damla 1 hafta boyunca kullanıldı. İntravitreal enjeksiyonlarda bevacizumab 1.25-2.5 mg, ranibizumab 0.5 mg, triamsinolon asetonid yalnız kullanıldığında 4 mg ve bevacizumab ile birlikte kullanıldığında 2 mg dozunda kullanıldı.
Bulgular: Bu çalışmaya 962 hasta (514 bayan, 448 erkek) alındı. Yaş ortalaması 65±20.3 (18-89) idi. Diyabetik maküla ödemi (DMÖ) için 574 hasta, yaşa bağlı koroid neovaskularizasyonu için 143 hasta, retinal ven kök tıkanıklığı için 47 hasta, retinal ven dal tıkanıklığı için 107 hasta, proliferatif diyabetik retinopati (DR) yalnız veya eşlik eden intraoküler hemoraji için 83 hasta, santral seröz koroidopati için 5 hasta ve yetişkin viteliform dejenerasyonu için 3 hasta olmak üzere toplam 962 hasta intravitreal enjeksiyon tedavisi almıştı. Beş yıllık süre zarfında 962 hastaya 4318 intravitreal injeksiyon yapılmıştı. İntravitreal enjeksiyon’da kullanılan etken maddelerin isimleri ve kullanılma oranları şöyleydi; bevacizumab (%57), ranibizumab (%17), triamsinolon asetonid (%16) ve triamsinolon asetonid+bevacizumab (%10).
Sonuçlar: En sık enjeksiyon nedeni DMÖ ve en sık kullanılan etken madde bevacizumab idi. Gelişen en ciddi komplikasyon endoftalmi olup 2 olguda gelişti. Endoftalmi oranı % 0.046 idi. Bir olguda kendiliğinden açılan vitreus içi hemoraji oluştu. Psödoendoftalmi bir olguda triamsinolon enjeksiyonu sonrasında gelişti. Retina dekolmanı izlenmedi.
Objective: To report the indications of intravitreal injections, intravitreal drugs used and their complications rate
Material and Method: The charts of patients who received intravitreal injection/s for 5 years period were reviewed retrospectively. Indications for intravitreal injections, which drug was used to intravitreally, age and gender of patients, and complications of intravitreal injections were evaluated. All intravitreal injections were performed under topical anesthesia with instillation of 5% povidone iodine and irrigation with saline solution at upper temporal area through the pars plana using 27 gauge needle in the operating room. Ofloxacin 0.3% drop was used 4x1 in all cases for one week. The amount and generic name of drugs used in intravitreal injections were 1.25-2.5 mg of bevacizumab, 0.5 mg of ranibizumab and 4 or 2 mg (combined with 1.25 mg bevacizumab) of triamcinolone acetonide.
Results: This study includes 962 patients (514 females, 448 males). The mean age was 65±20.3 (18-89) old. Intravitreal injections were performed in 574 patients for diabetic macular edema, in 143 patients for age-related choroidal neovascularization, in 47 patients central retinal vein occlusion, in 107 patients for branch retinal vein occlusion, in 83 patients for proliferative diabetic retinopathy with/without intraocular hemorrhage, in 5 patients for central serous choroidopathy, and in 3 patients for adult vitelliform macular degeneration. Number of total injections was 4318 in 962 patients in 5 years. The name and ratio’s of intravitreal agents were as follows; bevacizumab (57%), ranibizumab (17%), triamcinolone acetonide (16%) and bevacizumab + triamcinolone acetonide (10%).
Conclusion: The most common indication for intravitreal injections was diabetic macular edema and the most common drug that injected intravitreally was bevacizumab. The most serious complication that occurred in 2 cases was endophthalmitis. Endophthalmitis rate was 0.046%. A spontaneously cleared vitreous hemorrhage occurred in one eye. Pseudoendophtalmitis was occurred in one case after triamcinolone injection. Retinal detachment was not recorded.

7.
Femur başı epifizinin stabil tip hafif ve orta dereceli kaymasında tek vida ile olduğu pozisyonda tespit
In situ pinning of stable type mild and moderately slipped femoral capital epiphysis with single screw fixation
Burak Günaydın, Mustafa Can Taşkıran, Ali Turgut, Önder Kalenderer
doi: 10.5350/SEMB.20140807081830  Sayfalar 40 - 45
Amaç: Femur başı epifiz kayması (FBEK) adölesan çağın sık görülen kalça rahatsızlıklarındandır. Tanı genellikle gecikmektedir. Çalışmanın amacı; hafif ve orta şiddetli stabil tip femur başı epifiz kaymasının tek vida ile olduğu pozisyonda tespitinin sonuçlarını değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: 2000-2012 yılları arasında FBEK olan 10 hastanın, 12 kalçası tek vida ile olduğu pozisyonda tespit edildi. Tanı konduğu zaman immobilizasyon ve erken cerrahi tedavi uygulandı. Tanı anında vücut kitle indeksi (VKİ), eklem hareket açıklığı, kalça yan radyografisinde kayma açısı (karşı kalçanın normal açısı çıkarılmadan) ve ameliyat sonrası dönemde Heyman ve Herndon’ un klinik, Boyer’in radyolojik sonuçları değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların yaş aralığı 11.4±1.5 (9-14) yıl ve ortalama takip süresi 62 (14-119) aydı. Southwick metoduna göre ortalama kayma açısı 40° (26-50), ortalama VKİ 27 kg/m2 (>95 persentil) idi. Ameliyat öncesi ortalama kalça fleksiyon, iç ve dış rotasyon dereceleri sırasıyla 100° (50°-120°), 12° (0°-30°), 64° (20°-90°) ve ameliyat sonrası değerleri ise sırasıyla 119° (100°-130°), 30° (10°-60°), 62° (50°-80°) olarak saptandı. Fleksiyon ve iç rotasyon hareket açıklık değişimleri istatistiksel olarak anlamlı idi (p<0.05). Heyman ve Herndon’un klinik ve Boyer’in radyolojik sonuçları başarılıydı.
Sonuç: Stabil olgularda redüksiyon uygulanmadan yapılan tek vida ile tespitin başarılı bir yöntem olduğu görülmektedir. Karşı kalça için koruyucu tespit yerine yakın takip önermekteyiz.
Objective: The aim of this study is to evaluate the results of the patients with mild and moderate stable type SCFE treated with in situ single screw fixation without reduction.
Material and Method: Twelve hips of ten patients with SCFE were treated between 2000-2012. Body mass index, range of motion (R.O.M.), slipping angles on lateral X-Ray were measured and evaluated pre and postoperatively. Heyman Herndon’s clinical and Boyer’s radiologic scoring systems were evaluated at last visit.
Results: The mean age was 11.4±1.5 (9-14) years. Mean following time was 62 (14-119) months. According to Southwick’s method mean slipping angle was 40° (26°-50°). Mean body mass index was 27 kg/m2. The mean preoperative flexion, internal and external rotation of the hips were 100° (50°-120°), 12° (0°-30°), 64° (20°-90°) and the mean postoperative flexion, internal and external rotation of the hips were 119° (100°-130°), 30° (10°-60°), 62° (50°-80°). Increase in R.O.M. of flexion and internal rotation was statistically significant (p<0.05). The results of Heyman Herndon’s clinical and Boyer’s radiologic classification were fully successful.
Conclusion: We believe that single screw fixation without reduction is excellent treatment method for mild and moderately slipped stable type capital femoral physis. We recommend close-follow up for the other side instead of prophylactic fixation.

8.
Total kalça protezi yapılan yaşlı hastalarda tek taraflı spinal anestezinin hemodinamik etkileri
Hemodynamic effects of unilateral spinal anesthesia in elderly patients undergoing total hip replacement
Mehmet Eren Açık, Canan Tülay Işıl, Hacer Şebnem Türk, Ulviye Hale Dobrucalı, Pınar Sayın, Leyla Kılınç, Tansu Gökay Tarhan, Sibel Oba
doi: 10.5350/SEMB2014480405  Sayfalar 46 - 52
Amaç: Yaşlı hastalarda major ortopedik cerrahiler için verilecek anestezi yöntemi hala yaygın bir problemdir. Bu çalışmanın amacı, total kalça protezi yapılacak yaşlı hastalar için tek taraflı spinal anestezinin hemodinamik etkilerini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: Total kalça protezi yapılacak 65 yaş üzeri 20 hastada, yerel etik kurul ve yazılı hasta onamları alındıktan sonra, %0.5 hiperbarik bupivakain ile tek taraflı spinal anestezi uygulandı. Hemodinamik ölçümler, Vigileo-FloTrac™ sistem ile arter hattı üzerinden; giriş değerleri, operasyon süresince ve operasyon sonrasındaki 2 saat boyunca kaydedildi. Stroke volüm, kardiyak output, kan basıncı, kalp hızı değerleri, perioperatif ve postoperatif dönemde ölçülerek giriş değerlerine göre karşılaştırılarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların %60 (12 kişi) kadın, %40 (8 kişi) erkekti. Ortalama yaş 77.6±1.75, ortalama hemoglobin değeri 11.5±0.25, ortalama ejeksiyon fraksiyonları %60±1.76 idi. Kardiak output değerleri 60. dakikada başlangıç değerine göre anlamlı (p<0.05) düşüş gösterdi. Stroke volume değerleri 30, 50, 60. dakikada, postoperatif 1.-2.saatte başlangıç değerine göre anlamlı (p<0.05) düşüş gösterdi. Ortalama arter basıncı, 10. dakikada değerleri başlangıç değerine göre anlamlı (p<0.05) düşüş gösterdi. Nabız değerleri, 120. dakikada başlangıç değerine göre anlamlı (p<0.05) artış göstermiştir.
Sonuç: Sonuçlar, kardiyak output ve stroke volümde anlamlı bir düşüklük olduğunu göstermektedir. Tek taraflı spinal anestezi, yaşlı hastalarda, klinik olarak anlamlı hemodinamik değişikliklere yol açmaktadır. Total kalça protezi yapılan yaşlı hastalarda tek taraflı spinal anestezinin hemodinamik etkilerinin değerlendirilmesinde kardiyovasküler izlem son derece yararlıdır.
Objective: Anesthetic management of elderly patients undergoing major orthopaedic operations is still a common problem. The aim of this study is to evaluate hemodynamic effects of unilateral spinal anesthesia in elderly patients undergoing total hip replacement.
Material And Methods: After local ethics committee approval and written informed consent, unilateral spinal anesthesia with hyperbaric bupivacaine 0.5% was applied to 20 patients, over the age of 65, undergoing total hip replacement. Hemodynamic measurements were recorded by arterial line with Vigileo-FloTrac™ system; baseline values, during the operation and after operation for 2 hours. Stroke volume, cardiac output, blood pressure and heart rate values were measured during perioperative and postoperative periods and compared by the baseline values.
Results: 60% of patients (12 people) were female, 40% (8 people) were male. Mean age was 77.6±1.75 years, mean hemoglobin value was 11.5±0.25 g/dl, mean ejection fraction was 60±1.76%. Cardiac output values decreased at 60th minute compared to baseline (p<0.05). Stroke volume at 30-50-60th minutes and 1-2nd hours postoperatively showed a decrease compared to the initial value (p<0.05). Mean arterial pressure decreased at 10th minute (p<0.05). Heart rate increased at 120th minute (p<0.05).
Concluions: Results showed a significant decrease in stroke volume and cardiac output. Unilateral spinal anesthesia leads to clinically significant hemodynamic changes in elderly patients. Cardiovascular monitoring is extremely useful in predicting hemodynamic effects of unilateral spinal anesthesia in elderly patients ungergoing total hip replacement.

9.
Hipertansiyon hastalarında değişik hızlı seri anestezi indüksiyon yöntemle- rinin karşılaştırılması
Comparison of different rapid sequence anesthesia induction methods in hypertension patients
Serdar Demirgan, Emine Tozan Özyuvacı, Tolga Totoz, Başak Kutluyurdu, Ferhat Çolak, Ebru Burcu Demirgan, Emin Köse
doi: 10.5350/SEMB.20140605085401  Sayfalar 53 - 61
Amaç: Çalışmamızda hipertansif hastalarda hızlı seri anestezi indüksiyonu sırasında üç farklı grup ilaç uygulamasının, laringoskopi ve entübasyona hemodinamik cevap üzerine etkilerinin karşılaştırılması amaçlandı.
Yöntem: Çalışmanın randomize prospektif bir çalışma olarak yapılması planlandı. Çalışmaya, hipertansiyonu olan American society of anesthesiologists (ASA) II-III grubu, 18-79 yaş arası 90 hasta dahil edildi. Hastalar randomize olarak 30’ar kişilik 3 gruba ayrıldı. Üç dakikalık preoksijenasyonu takiben Grup R’deki hastalara 1µg/ kg remifenatnil+ 5 mg/kg sodyum tiyopental, Grup L’deki hastalara 1 mg/kg lidokain+5mg/kg sodyum tiyopental, Grup F’deki hastalara 2µg/ kg fentanil+5 mg/kg sodyum tiyopental ile indüksüyon yapıldı. Kas gevsetici olarak 1 mg/kg roküronyum bromür IV enjekte edildi ve 60 sn sonunda entübasyon gerçekleştirildi. Tüm hastalar için entübasyon skorlaması yapıldı. İndüksiyon öncesinde, entübasyon sırasında, entübasyonu takiben 1, 3, 5 ve 10. dakikalarda hastaların hemodinamik parametreleri kaydedildi.
Bulgular: Demografik veriler ve entübasyon skorlaması açısından gruplar arası anlamlı fark bulunmadı. Sistolik arter basıncları entübasyon sonrası, 1, 3 ve 5. dakikalarda Grup L’de, Grup F ve Grup R’ye göre anlamlı olarak yüksek bulundu. Diyastolik arter ve ortalama arter basıncları Grup L’de entübasyon sonrası, 1 ve 3. dakikalarda en yüksek olarak tespit edildi. Grup R’de sistolik, diastolik ve ortalama arter basınçları entübasyon sonrası 10. dakikaya kadar bazal değerlerin altında tespit edildi. Entübasyon sonrası 1 ve 3. dakika kalp atım hızı değerleri açısından Grup L en yüksek, Grup R’de en düşük olarak tespit edildi.
Sonuç: Remifentanil, laringoskopi ve entübasyona karşı gelişen hemodinamik yanıtın azaltılmasında lidokain ve fentanilden daha etkili ve hipertansiyon hastalarında hızlı seri anestezi indüksiyonu sırasında hemodinamik stabilizasyon sağlanması için daha iyi bir tercih olarak gözükmektedir.
Objective: In this study, we aimed to compare the impacts of application of three different drugs during rapid sequence anesthesia induction in hypertensive patients on responses to laryngoscopy and intubation.
Method: The study was planned as a randomized prospective study. 90 patients aged between 18-79 years old from the American society of anesthesiologists (ASA) II-III group with hypertension were included in this study. Patients were randomly divided into 3 groups of 30 people. After 3 minutes of pre-oxygenation, the patients in Group R received 1µg/ kg remifenatnil+5 mg/kg sodium thiopental, the patients in Group L received 1 mg/kg lidocaine+5mg/kg sodium thiopental, and the patients in Group F received 2µg/kg fentanil+5 mg/kg sodium thiopental through induction. As myorelaxant, 1 mg/kg rocuronium bromide was injected and intubation was performed after 60 seconds. All patients underwent intubation scoring. Hemodynamic parameters of the patients were recorded before induction, during intubation and on the 1st, 3rd, 5th and 10th minutes after intubation.
Results: There was no significant difference between the groups in terms of demographic data and intubation scoring. Systolic arterial pressures 1st, 3rd and 5th minutes after intubation found significantly higher in Group L compared to Group F and Group R. Diastolic and mean arterial pressures after intubation of 1st and 3rd minutes were found to be highest in Group L. In Group R systolic, diastolic and mean arterial pressures up to 10 minutes after intubation were detected under basal values. The heart pulse rates in the 1st and 3rd minutes after intubation were the highest in Group L and the lowest in Group R.
Conclusion: Remifentanil seems to be a better choice than lidocaine and fentanyl to reduce hemodynamic response in patients and to ensure hemodynamic stabilization during prompt anesthesia induction in hypertension patients.

10.
Geriatrik nöroanestezi: 158 hastanın retrospektif olarak incelenmesi
Geriatric neuroanesthesia: the retrospective study of 158 patients
Sibel Oba, Meltem Turkay, İnci Paksoy, Özgür Özbağrıaçık, Mehmet Eren Açık, Hacer Şebnem Türk
doi: 10.5350/SEMB.20140407124405  Sayfalar 62 - 67
Amaç: Yaşlı hastalar erişkin cerrahi nüfusun en yüksek mortalite ve morbidite oranına sahip hasta grubudur. Önceden var olan yandaş hastalıklar nedeni ile ölüm oranının yüksek olması sürpriz değildir. Bu çalışmada hastanemizde 65 ve üzeri yaş grubunda nörocerrahi uygulanan hastaların retrospektif olarak değerlendirilmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: 2009-2010 yılında intrakraniyal patolojiler nedeni ile opere edilen 65 yaş ve üzeri nörocerrahi hastalarının, yaş, cinsiyet, Glaskow Koma Skalası, operasyon süresi, tanıları, arter kateterizasyonu, santral ven kateterizasyonu, nazogastrik tüp varlığı, vakaların acil ya da elektif olduğu, intraoperatif kan replasmanı, intraoperatif antihipertansif uygulaması varlığı, postoperatif yoğun bakım takibi olup olmadığı, mevcut olan yandaş hastalıkları ile ilgili kayıtlara ulaşıldı. Sedo-analjezi uygulaması, güç entübasyon, pnömotoraks ve mortalite oranları kaydedildi.
Bulgular: 2009-2010 yılında, beyin cerrahisi kliniği tarafından 2567 hastaya cerrahi girişim uygulanmıştı. Bu hastalardan 158 (%6.1)’i 65 yaş ve üzerinde idi. Vakaların %66.5’i elektif olarak planlanmıştı. En sık opere edilen vaka %36.1 oranında intrakraniyal tümördü. Vakaların %29’unda intraoperatif antihipertansif kullanımını gerektirecek hipertansif atak saptandı. %20.9 oranında intraoperatif kan replasmanına ihtiyaç duyuldu. Vakaların %74.1’i postoperatif yoğun bakım ünitesinde takip edildi. Mortalite oranı %12.7 idi. Hastaların %35.4’ünde santral venöz kateter takıldı, yalnızca %1.3’ünde pnömotoraks gelişti. %1.3 oranında zor entübasyon görüldü. Glaskow Koma Skalası ortalaması
13.05±3.73 ve ortalama operasyon süresi 152.88±74.5 dakika idi.
Sonuç: Dikkatli bir preoperatif hazırlık, uygun bir anestezi yöntemi, hızlı ve atravmatik bir operasyon yaşlı hastalarda perioperatif komplikasyonları azaltmaya yardımcı olacaktır. Risk faktörleri uygun şekilde yönetilen nörocerrahi vakalarında yaş, tek başına bir engel oluşturmaz.
Objective: Geriatric patients have the highest mortality and morbidity rates in the adult surgery population. Due to the comorbidities, it is not surprising that the mortality rates are high. In this study, a group of neurosurgery patients who are 65 years old and older were analyzed retrospectively.
Material and Methods: The age, sex, diagnose, age-related disease existence, type of operation, need emergence or elective situation, Glasgow Coma Scale value, operation time, application of arterial cannule, central venous catheter and gastric tube, intraoperative blood transfusion, intraoperative antihypertensive use and postoperative intensive care unit stay of the 65 years old and older nerosurgery patients, who had an operation for intracranial pathologies in the years between 2009 and 2010, were reached. The rates of sedoanalgesia performance, difficult airway, pneumothorax and mortality rates were recorded.
Results: 2567 patients were operated by the department of neurosurgery in the years of 2009 and 2010. 158 (6.1%) of these patients were in 65 years and elder age group. 66.5% of these patients were scheduled electively. The most common indication of operation was intracranial tumor with 36.1% rate. The hypertension, which was antihypertensive use needed, occured in 29% of these patients. Intraoperative blood transfusion was needed in 20.9% rate. 74.1% of these cases had postoperative intensive care unit stay. Mortality rate was 12.7%. Central venous catheterization was performed to 35.4% of the patients and pneumothorax occured in only 1.3% of them. The difficult airway was seen in the rate of 1.3%. Mean Glascow Coma Scale was 13.05±3.73 and mean operation time was 152.88±74.5 minutes.
Conclusion: The carefully performed preoperative evaluation, appropriate anesthetic management, rapid and atraumatic operation would help to reduce the perioperative complications in geriatric patients. The age is not a handicap alone by itself in geriatric neurosurgery patients, whose risk factors are managed appropriately.

11.
Çalışan ve çalışmayan annelerin bebek beslenmesine yönelik davranışlarının incelenmes
Investigation of the attitudes of working and non-working mothers regarding infant feeding
Aynur Aytekin, Pelin Sarıkaya, Sibel Küçükoğlu
doi: 10.5350/SEMB.20140407124726  Sayfalar 68 - 75
Amaç: Çalışma, 6-12 aylık bebek sahibi olan çalışan ve çalışmayan annelerin bebek beslenmesine yönelik davranışlarının incelenmesi amacıyla gerçekleştirildi.
Yöntem: Çalışma, Türkiye’nin doğu bölgesindeki bir il merkezinde, daha çok çalışan kadınların ikamet ettiği üç Aile Sağlığı Merkezi (ASM) bölgesinde 15 Eylül 2013- 25 Ocak 2014 tarihleri arasında tanımlayıcı olarak yapıldı. Evreni, çalışmanın yapıldığı tarihler arasında belirtilen bölgelerde ikamet eden 6-12 aylık bebeği olan anneler oluşturdu. Örneklem grubu seçimine gidilmeden evrenin tamamı ile çalışıldı. Çalışmaya katılmayı kabul etmeyen anneler araştırmaya dahil edilmedi. Çalışma, 78 çalışan anne ve 123 çalışmayan anne ile gerçekleştirildi. Veriler araştırmacı tarafından literatürdoğrultusunda hazırlanan soru formu aracılığıyla yüzyüze görüşme yöntemi ile toplandı. Çalışmanın yapılabilmesi için etik kurul izni, resmi izinler ve annelerden aydınlatılmış onam alındı. Veriler, bilgisayar ortamında SPSS 18.0 paket programında; yüzdelik dağılım ve ki-kare ile değerlendirildi.
Bulgular: Çalışan ve çalışmayan anneler arasında bebeğe verilen ilk besin, ilk üç günde geçici ek besin verme durumu, planlanan emzirmeye devam etme süresi, emzirmenin yoğunlaştığı zamanlar, emzirme öncesi meme temizliği yapma, meme rotasyonu yapma ve anne sütünü sağıp saklama durumuna göre istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p<0.05). Çalışmada, annelerin çalışma durumunun ek
gıdaya başlama nedenlerini etkilediği saptandı (p<0.05). Çalışan annelerin çoğunluğunun 3-6 ayda işe dönüş yaptığı, doğum sonrası izinleri ve süt izinlerini yetersiz bulduğu belirlendi.
Sonuç: Çalışma sonucunda çalışan ve çalışmayan annelerin 6-12 aylık bebek beslenmesi ile ilgili davranışlarını birbirinden farklı faktörlerden etkilendiği belirlendi. Bebek beslenmesiyle ilgili olarak çalışan ve çalışmayan annelerin ihtiyaçlarına uygun girişimler ve eğitimler yapılması önerilir.
Objective: The study was conducted to investigate the attitudes of working and non-working mothers, who have babies aged 6-12 months, regarding infant feeding.
Method: The study was carried out as a descriptive study in between September 15, 2013 and January 25, 2014 in three regions of Family Health Center (FHC) that accommodate mostly working women in a city center located in east Turkey. The study population consisted of the mothers having babies aged 6-12 months residing in these regions at the time of the research. The whole study population was studied without selecting any sample group. The mothers who have not accepted to participate in the research were not included in the study. The study was conducted with 78 working mothers and 123 non-working mothers. Data were collected by the researcher through a questionnaire prepared based on the literature through face-to-face interview method. Approval of the ethics committee, official permissions and informed consent were obtained from the mothers to conduct the study. The data were analyzed in the SPSS 18.0 software by percentage distribution and chi-square test.
Results: In the study, statistically significant difference was found between working and non-working mothers on the first food given to babies, on giving temporary supplementary foods in the first three days, planned duration of breastfeeding, peak times of breastfeeding, breast cleaning before breastfeeding, performing breast rotation, and milking and storing breast milk factors (p<0.05). It was found in the study that the employment status of the mothers affects their reasons for starting to give supplementary foods (p<0.05). It was determined that the majority of working mothers return to work in 3 to 6 months, and think that postnatal and breastfeeding leaves are insufficient.
Conclusion: As a result of the study, it was found that the behaviors of working and non-working mothers on feeding infants aged 6-12 months were affected by separate factors. Initiatives and training appropriate for the needs of working and non-working mothers regarding infant feeding are recommended.

OLGU SUNUMU
12.
Soliter kutanöz mastositom
Solitary cutaneous mastocytoma
Özben Yalçın, Süleyman Özdemir, Nihal Aslı Küçükünal, Sezgi Sarıkaya, Fevziye Kabukcuoğlu, İlknur Altunay
doi: 10.5350/SEMB.20140303042649  Sayfalar 76 - 79
Mastositozis başta deri olmak üzere, çeşitli dokularda mast hücrelerinin sayıca artışı ve mast hücre mediatörlerinin salınımı ile karakterli hem erişkinlerde hem de çocuklarda nadir görülen bir grup hastalıktır. Bu çalışmada soliter mastositom tanısı alan iki olgu sunulmaktadır. Her iki olgunun klinik ve histopatolojik bulgularına ek olarak, sistemik tutulum olmaksızın bir olguda büllöz soliter mastositom mevcuttur.
Mastocytosis is a group of diseases characterised by emission of mast cell mediators and increase of mast cells primarily in skin and other tissues. It is a rare disease encountered both in adults and children. Two cases of solitary mastocytoma are presented in this study. In addition to the typical clinical and histopathological findings, one of the cases shows bullous solitary mastocytosis without systemic involvement.

13.
Neonatal tuz kaybı tablosunun nadir bir nedeni: Primer psödohipoaldosteronizm
A rare cause of neonatal salt wasting: primary pseudohypoaldosteronism
Adil Umut Zübarioğlu, Ali Bülbül, Mesut Dursun, Ebru Türkoğlu Ünal, Hasan Sinan Uslu
doi: 10.5350/SEMB.20141103060305  Sayfalar 80 - 84
Tuz kaybı tablosu, vücudun sodyum tutma özelliğini kaybederek böbreklerden ya da diğer ekzokrin bezlerden sodyum kaybetmesi sonucu görülen hiponatremi, hipernatriüri ve dehidratasyon tablosudur. Psödohipoaldesteronizm, aldesterona periferik direnç sonucu gelişen bir tuz kaybı durumudur. Periferik direnç; primer olarak mineralokortikoid reseptörü veya epitelyal sodyum kanalındaki mutasyon sonucu reseptör defekti nedeniyle olabileceği gibi, sekonder olarak enfeksiyon, üropati ve ilaçlara bağlı reseptör direnci olarak da gelişebilir. Genellikle yenidoğan döneminde hiponatremi, hiperkalemi ve metabolik asidoz ile bulgu verip yapılan tetkiklerde belirgin olarak yükselmiş plazma
renin aktivitesi ve aldosteron seviyelerinin saptanması ile tanı konur. Yenidoğan döneminde tuz kaybı tablosuna bağlı ağır dehidratasyon ile başvuran 11 günlük kız bebek, oldukça nadir rastlanan primer psödohipoaldesteronizm tanısı alması nedeniyle sunuldu.
Salt wasting is a situation of hyponatremia, hypernatriurea and dehydration because of body’s inability to hold sodium and as a result of lose sodium from kidneys and other exocrine glands. Pseudohypoaldestorenism is a salt wasting condition because of peripheral resistance to
aldosterone. Peripheral resistance can be seen primarily because of receptor defect from a mutation at mineralocorticoid receptor or epithelial sodium channel, and receptor resistance secondary to infection, uropathy and drugs. Generally in newborn period give findings as hyponatremia, hyperkalemia and metabolic acidosis and diagnose as significantly elevated plasma renin activity and aldosterone levels at investigations. Here in this case report; 11 days old girl applied with severe dehydration because of salt wasting presented because of primary pseudohypoaldosteronism which is a rare disorder.

LookUs & Online Makale