ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
Şişli Etfal Tıp Bülteni - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 48 (1)
Cilt: 48  Sayı: 1 - 2014
ORIJINAL ARAŞTIRMA
1.
Antenatal steroid uygulamasının erken dönem prematüre sorunları üzerine etkisi
The effect of antenatal steroid on the early outcome of premature infants
Ali Bülbül, Filiz Özkaya Gül, Sinan Uslu, Ebru Türkoğlu Ünal, Mesut Dursun, Umut Zübarioğlu, Aslan Babayiğit, Asiye Nuhoğlu
doi: 10.5350/SEMB2014480101  Sayfalar 1 - 7
Amaç: Antenatal steroid (AS) uygulamasının erken dönem prematüre sorunları üzerindeki etkisini incelemek.
Yöntem: Hastanemizde doğan ve Yenidoğan Kliniğinde 2008-2012 yıllarında yatan, ≤34 gebelik hafta olan tüm bebeklerin dosyaları retrospektif olarak tarandı. Hastanemizde doğmayan ve majör konjenital anomalisi olan bebekler çalışmaya alınmadı. Bebekler AS uygulaması tam kür alan, eksik kür alan ve hiç uygulanmayan olarak üç gruba ayrıldı. Üç grup arasında erken dönem mortalite ve morbidite sonuçları karşılaştırıldı.
Bulgular: Çalışma dönemi içerisinde 547 bebeğin doğumu gerçekleşirken; 17 bebekte konjenital anomali olması ve 26 bebeğin ise sevk edilmesi nedeniyle çalışma toplam 504 bebek ile tamamlandı. Çalışmayı oluşturan toplam 504 bebeğin 41’i (%8.1) yaşamın ilk 28 gününde kaybedildi. Çalışmamızda AS uygulama sıklığının tam kür olarak %20,8 (n=105) ve eksik kür olarak %13,3 (n=67) olduğu, toplamda %34.1 oranında AS uygulandığı saptandı. Tam kür AS uygulanan bebeklerde mortalite, kanıtlanmış sepsis ve ROP görülme sıklığının düşük olduğu (sırasıyla p değerleri: 0.001, 0.02, <0.001) belirlendi. AS uygulanmayan bebeklerde yatış süresinin anlamlı olarak yüksek olduğu saptandı (p: 0.03).
Sonuç: Prematür eylemde doğum öncesi tam kür AS uygulaması yapılan bebeklerde mortalite, kanıtlanmış sepsis ve ROP görülme sıklığının düşük olduğu, AS uygulanmayan bebeklerde yatış süresinin yüksek olduğu saptandı. Ülkemizde AS uygulanma oranının oldukça düşük olduğu, AS uygulamasının yaygınlaştırılması için uygun sağlık politikalarının geliştirilmesine ihtiyaç olduğu belirlendi.
Objective: The aim of this study was to evaluate the effect of antenatal steroid (AS) administration on the early outcome of premature infants.
Method: The data of premature infants with gestational ages ≤34 weeks who were admitted to the Neonatal Intensive Care Unit between 2008 and 2012 were analysed retrospectively. Infants with major congenital anomalies and borned out of our hospital our hospital were excluded from the study. According to the application of AS infants were divided into 3 groups: completed cure, incompleted cure and without application. The results of early period mortality and morbidity were compared between the three groups.
Results: During this time period 547 infants were borned. The study was completed with 504 infants because of 17 infants have congenital abnormalities and 26 infants referred to different hospitals. In the first 28 days of life 41 (8.1%) infants died. In our study, AS application were found as 20.8% (n=105) of completed cure, 13.3% (n=67) of the incompleted cure with the total of 34.1%. In the infants who were administered completed cure AS, the mortality ratio, the incidence of proven sepsis and ROP were found low statistically (p values: 0.001, 0.02, <0.001, respectively). The length of stay at hospital was significantly higher in infants without application (p: 0.03).
Conclusion: Preterm infants who applicated AS with completed cure had lower incidence of mortality, proven sepsis and ROP. On the other hand in infants without AS application had longer duration of hospitalization. In our country AS application rate is very low and development of appropriate health policies needed for the widespread use of AS.

2.
Kardiyovaskuler cerrahi sonrası uzamış yoğun bakım ihtiyacı olan kalp yetmezliği hastalarında nutrisyonel desteğin etkileri
The effects of nutritional support in congestive heart failure patients who had needed for prolonged intensive care after cardiovascular surgery
Buket Özyaprak, Ayşe Baysal, Ömer Savluk, Hüseyin Toman, İsmail Özkaynak, Tolga Totoz
doi: 10.5350/SEMB2014480102  Sayfalar 8 - 16
Giriş ve Amaç: Bu çalışmada kardiyovaskuler cerrahi sonrası uzamış yoğun bakım ihtiyacı olan kalp yetmezlikli hastalarda, enteral ve kombine (enteral+parenteral) beslenmenin biyokimyasal parametreler, morbitide ve mortalite üzerine etkilerinin ortaya konulması amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Hastalar enteral (Grup E, n=30) ve kombine (enteral+parenteral) beslenme (Grup EP, n=30) olmak üzere rastgele iki eşit gruba ayrıldı. Biyokimyasal parametreler; glukoz, kolesterol, trigliserid, albumin, alanin aminotransferaz (ALT), aspartat aminotransferaz (AST), laktat dehidrojenaz (LDH), alkalen fosfataz (ALP), direkt bilirübin, gamma glutamil transferaz (GGT) ve elektrolit düzeyleri 1. 7. ve 14. günlerde incelendi. Yan etkiler ve mortalite kaydedildi.
Bulgular: İki grup karşılaştırıldığında demografik özellikler ve incelenen biyokimyasal parametrelerde istatiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05). Grup içi karşılaştırmalarda, Grup E’de glukoz seviyelerinde istatiksel olarak anlamlı fark saptanmaz iken (p>0.05), Grup EP’de yükselme görüldü (p=0.01). Kolesterol ve trigliserid seviyeleri, her iki grupta yükselirken, albümin değerlerinde azalma saptandı (p<0.001). Karaciğer enzim değerlerinde ise; Grup E’de ALP ve AST’de düşme, Grup EP’de ise ALP’de düşme gözlendi (p<0.05), LDH ve total bilirübin düzeyleri benzerdi. Grup E’de sodyum ve klor değerleri yükselirken, kalsiyum değerlerinde düşme ve Grup EP’de ise; sodyum ve potasyum değerlerinde yükselme saptandı (p<0.05). Komplikasyonlar ve mortalite açısından anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).
Sonuç: Erken enteral beslenme postoperatif dönemde ilk başlanan beslenme tedavisi olmalıdır. Hedeflenen gerekli enerji miktarına ulaşılamıyor ise, enteral ve parenteral beslenme birlikte başlanabilir.
Introduction and Goal: The effects of enteral alone versus combined enteral and parenteral nutritional support on biochemical parameters, morbidity and mortality were investigated in need for prolonged intensive care after cardiovascular surgery in patients with chronic heart failure.
Material and Methods: Patients were randomly divided into two groups (n=30) depending on enteral nutrition (Group 1, n=30), Group 2; combined enteral and parenteral nutrition (Group 2, n=30). On day 1, 7 and 14; glucose, cholesterol, triglyceride, albumin, alanin aminotransferase (ALT), aspartate aminotransferase (AST), lactate dehydrogenase (LDH); alkalane phospatase (ALP), total bilirubin, gamma glutamil transferase (GGT) and electrolytes were evaluated. Side effects and mortality were recorded.
Results: Demographics and all biochemical parameters revelaed no difference between groups (p>0.05). Within group comparisons revealed no change in glucose levels in Group 1 whereas, there was increase in Group 2 (p=0.01). Cholesterol and triglyceride levels in Group 1 and 2 showed a rise whereas, albumin levels decreased (p<0.001). A decrease in ALP and AST in Group 1 and a decrease
in ALP in Group 2 was observed (p<0.05), there was no difference in LDH and total bilirubin levels. In Group 1, a rise in sodium and chloride levels, a decrease in calcium levels, in Group 2, a rise in sodium and potassium levels were seen. Side effects and mortality showed no difference (p>0.05).
Conclusion: Early enteral nutritional support should be considered first in postoperative period. If the required energy amount can not be achieved, enteral and parenteral nutrition can be used together.

3.
Obstrüktif apne ve rekürrent tonsillit nedeni ile opere edilen hastalarda aktinomiçes enfeksiyonunun rolü
The role of actinomyces infection on the patients operated due to obstructive apnea and recurrent tonsillitis
Nagihan Bilal, Bora Bilal, Tugba Paksoy Doğruluk, Arzu Karaveli
doi: 10.5350/SEMB2014480103  Sayfalar 17 - 21
Amaç: Çalışmamızda tonsiller aktinomiçes enfeksiyonu ile birlikte obstrüktif apnesi olanlar rekürren tonsillit olanlarla karşılaştırıldı, tonsil boyutunda ki artış, lenfoid hiperplazi ile birlikteliği, tonsil asimetrisi araştırıldı.
Gereç ve Yöntem: Adenotonsillektomi operasyonu yapılan 179 hasta değerlendirildi. Hastaların semptomları, cerrahi endikasyonları, tonsil boyutları operasyon sonrası patolojileri ve aktinomiçes üremeleri retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Tonsiller aktinomiçes enfeksiyonu daha çok erişkin yaş hastalarda görüldü. Obstrüktif apnesi olan hastalar rekürren tonsilliti olan vakalara göre aktinomiçes üremesi anlamlı bulundu (p<0.05). Unilateral tonsil de aktinomiçes üremesi anlamlı bulundu (p<0.05). Aktinomiçes üreyen tonsiller ile hipertrofiye uğrayan tonsil tarafı kaşılaştırıldığında bu veri anlamlı bulunmadı.
Sonuç: Obstrüktif apne nedeni ile opere edilen vakalarda tonsiller aktinomiçes akılda tutulmalıdır. Bu çalışma da tonsil boyutu 2 taraflı değerlendirilmiş olup, tonsil hipertrofisi ile aktinomiçesin korelasyonu kanıtlanmıştır. Asimetrik tonsillerde aktinomiçes üremesi gösterilmiştir fakat hipertrofiye olan tonsil tarafı ile aktinomiçes üreyen tonsil tarafı farklılık gösterdiği için bu hipotez doğru bulunmamıştır.
Objective: In our study those having tonsillar actinomyces infection together with obstructive apnea were compared with those having recurrent tonsillitis; the increase in the dimensions of tonsils, its coexistence with lymphoid hyperplasia, tonsillar asymmetry were examined.
Methods: 179 patients, for whom adenotonsiliectomy operation was performed, were investigated. Their symptoms, surgical indications, tonsil dimensions, pathologies after the operation and actinomyces growth were evaluated retrospectively.
Results: Tonsillar actinomyces infection was seen mostly in adult age patients. Actinomyces growth in patients with obstructive apnea was found to be significant in comparison to the cases with recurrent tonsillitis (p<0.05). Actinomyces growth in unilateral tonsil is also found to be important (p<0.05). When tonsils showing actinomyces growth were compared with the tonsil section undergoing hypertrophy, this data is not found meaningful.
Conclusion: Tonsillar actinomyces should be kept in mind in cases operated because of obstructive apnea. In this study, tonsil dimensions were evaluated bilaterally, and correlation of tonsil hypertrophy and actinomyces was proved. Actinomyces growth was shown in asymmetric tonsils, however this hypothesis is not approved since tonsil section undergoing hypertrophy and section with actinomyces growth showed difference.

4.
Küçültme mammaplasti ameliyatı uygulanan hastalarda oluşan ameliyat sonrası değişikliklerin MRG ve USG ile değerlendirilmesi
The assesment of the postoperative changes in patients have undergone reduction mammaplasty with USG and MRI
Ayşe Sanem Fıratlıgil, Arzu Akçal, Semra Karşıdağ, Selami Serhat Şirvan
doi: 10.5350/SEMB2014480104  Sayfalar 22 - 26
Amaç: Çalışmamız küçültme mammaplasti (KM) ameliyatı geçirmiş hastaların ameliyat sonrası takibinde ultrasonografi ve manyetik rezonans görüntülemenin rolünü değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya dahil olan tüm hastalara ameliyat sonrası 6. ayda ayrıntılı meme muayenesi yapıldı. Bilateral meme US ve bilateral meme MRG tetkikleri istendi.
Bulgular: USG’de tüm hastalarda ameliyata bağlı olarak ciltte kalınlık artışı ve ameliyat sonrası loküle sıvı koleksiyonları izlendi. MRG’de en sık rastlanan bulgular parenkimal distorsiyon ve asimetri, fokal fibrozis, postoperatif sıvı koleksiyonu ve yağ nekrozu idi.
Sonuç: KM ameliyatı geçirmiş hastaların ameliyat sonrası meme bugularını takip eden kapsamlı çalış ma literatürde bulunmamaktadır. Yüksek rezolüsyonlu USG ile çok küçük lezyonlarda bile malign ve benign ayrımı yapılabilmektedir. Meme lezyonlarının tanısında MRG rutin kullanılan bir tanı yöntemi değildir. Bizim çalışmamızda MRG’nin USG incelemeye üstünlüğü saptanmamış ve benzer bulgular elde edilmiştir. USG maliyet açısından değerlendirildiğinde de MRG’den daha avantajlı görülmektedir.
Objective: Our study aimed to investigate the roles of ultrasonography and magnetic resonance imaging in postoperative screening of patients who have undergone reduction mammaplasty.
Material and Methods: The patients included the study were examined clinically and radiologically on the postoperative 6th months.
Results: In USG imagings, skin thicknesses were increased and locule fluid were accumulated in all patients. Also in MR imagings, parenchyma distortion, asymmetry, focal fibrosis, postoperative locule fluid accumulation and fat necrosis were the most screened findings.
Conclusion: In the literature review, there is no study which asseses the changings occur in breast tissue. With high resolution ultrasonography, the difference of benign or malignant characteristic of lesion can be made even in a very small lesions. In our study we did not find any superiority of MRI to USG. When the the cost were considered into account, USG might be more advantageous.

5.
Çocuk acil ünitesine başvuran 0-18 yaş arası zehirlenme olgularının incelenmesi
The study of the intoxiation cases of the patients (0-18 years) admitting to pediatric emergency unit
Dilek Aygin, Hande Açıl
doi: 10.5350/SEMB2014480105  Sayfalar 27 - 33
Amaç: Bu çalışma çocuk acil ünitesine başvuran 0-18 yaş arası akut zehirlenme olgularının incelenmesi amacıyla tanımlayıcı olarak gerçekleştirildi.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya başlamadan önce kurum izni alındı. Çocuk acil ünitesine zehirlenme nedeniyle başvuran 110 çocuk hasta, annelerine çalışmanın amacı hakkında bilgi verilerek onam formu imzalatıldıktan sonra çalışma kapsamına alındı. Literatür bilgilerine dayanılarak hazırlanan anket formu ile toplanan verilerin değerlendirilmesinde tanımlayıcı ve parametrik testler kullanıldı.
Bulgular: Olguların yaş ortalaması 7.7±5.7 (5 ay-18 yaş), %44.5’i 2-6 yaş grubu, %56.4’ü kız, %61.8’i okula gitmeyen çocuklardı. 110 zehirlenme olgusunun %57.3’ü (n=63) ilaç zehirlenmeleri (26/63’sı parasetamol), bunların da %65.1’i kız çocuklardı. Olguların %43.6’sı yoğun bakıma, %34.5’i servise yatırıldı. Hastanede kalış süresi ortalama 27.6±15.73 saatti. Zehirlenme nedenleri; %22.7’si (n=25) intihar amaçlı, %20’si bilinçsiz alım, %19.1’i açıkta bırakılan madde, %13.6’sı ev kazası olarak belirlendi. Hastaların çoğuna (%61.8) mide lavajı yapılıp, aktif kömür verildikten sonra servise alınmış, semptomlara yönelik destekleyici tedaviler yapılmıştır.
Sonuç: Zehirlenmelerin çoğunlukla küçük çocuklarda görülmesi ve bilinçsizlikten kaynaklanması, özellikle annelerin bu konuda eğitilmesinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Hem kaza sonucu hem intihar amaçlı ilaç zehirlenmelerinde kız çocuklarının yoğunlukta olması dikkat çekicidir. Çocukluk çağı zehirlenmelerinin önlenmesinde, mortalite ve morbiditesinin azaltılması amacıyla kapsamlı araştırmalar yapılmasının ve toplumun dikkatinin çekilmesinin gerektiği inancındayız.
Objective: This study has been held descriptively with the aim of analyzing the acute intoxication cases of the ones (0-18 years) applying to Pediatric Emergency Unit.
Material and Method: Permission is obtained from the institution before starting the study. 110 children admitting to pediatric emergency unit with the problem of intoxication have been included in the study after their family signed the consent form by being informed about the aim of the study. Descriptive and parametric tests are used for the evaluation of the data gathered by a questionnaire form prepared based on the literature data.
Result: The average age for the cases is 7.7±5.7 (5 months-18 year); 44.5 % of these are in 2-6 age group, 56.4% are female, 61.% are the ones out of school. 57.3% (n=63) of the 110 intoxication cases are drug toxicity (paracetamol 26/63 %) and 65.1% of these are female children. 43.6% of the cases are taken into intensive care unit while 34.5% are hospitalized in service. The average length of hospitalization is 27.6±15.73 hours. 22.7% of the reasons of intoxication (n=5) are suicide, 20% are unconscious drug intake, 19.1% are the drugs left uncovered and 13.6% are home accidents. Gastric lavage is performed to the most of the patients (61.8%) and after giving activated charcoal they are taken into service and received supportive treatment aimed at the symptoms.
Conclusion: The fact that the intoxication is mostly seen in children and mostly results from unconsciousness shows that the education of the family about this issue has great importance. Also female children remain at the forefront of the suicidal drug intoxication. We believe that in order to prevent the childhood intoxication, there must be extensive research with the aim of reducing the mortality
and morbidity and efforts should be made to raise public awareness.

6.
Lomber diskopati tanılı olgulara uyguladığımız epidural kortikosteroid enjeksiyonunun klinik sonuçları
Efficacy of lumbar epidural corticosteroid injections on clinical status of the patients with radiculopathy
Jülide Öncü, Reşat İlişer, Göksel Çelebi, Banu Kuran, Gülgün Durlanık
doi: 10.5350/SEMB2014480106  Sayfalar 34 - 38
Amaç: Lomber epidural steroid enjeksiyonları (LESE) lomber disk hernisinde (LDH) kullanılan minimal invaziv tedavi yöntemleridir. Bu çalışmada, konservatif tedavi yöntemleri ya da cerrahi tedaviyle iyileşmeyen bel ağrısı şikayeti olan hastalara uyguladığımız LESE tedavisinin, semptomlar ve yaşam kalitesine etkisini incelemeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Çalışma, kliniğimize konservatif tedaviye dirençli lomber diskopati tanısı olan 37 hastaya uygulanan LESE (transforaminal (TF), kaudal (K), interlaminar (İL)) kayıtlarının retrospektif olarak incelenmesi ile gerçekleştirildi. Ağrı şiddeti Vizüel Analog Skala (VAS) ile, sinir germe delilleri düz bacak kaldırma (DBK), dizabilite düzeyleri Oswestry Dizabilite İndeksi (ODI), yaşam kalitesi ise
SF-36 ile ilk 24. saat, 1.hafta, 1. ay ve 3. ayda değerlendirildi.
Bulgular: VAS-radiküler ağrı düzeylerinde, ilk 24. saatte (p<0.01), 1. haftada (p<0.01), 1. ay (p<0.01) ve 3.ayda (p<0.05) istatistiksel olarak anlamlı iyileşme mevcuttur. VAS-lomber ağrı düzeylerinde, ilk 24.saatte (p<0.01), 1. haftada (p<0.01), 1. ay (p<0.05) ve 3.ayda (p<0.05) istatistiksel olarak anlamlı iyileşme mevcuttur. ODI düzeylerinde ve SF-36 ile değerlendirilen yaşam kalitesinde ise tedavi öncesine
göre ilk 24.saatte (p<0.01), 1. haftada (p<0.01), 1. ay (p<0.01) ve 3.ayda (p<0.05) istatistiksel olarak anlamlı iyileşme mevcuttur.
Sonuç: Minimal invaziv bir yöntem olan LESE tedavisinin LDH tanısı olan hastalara uygulanmasıyla başarılı sonuçlara ulaşabileceğimiz kanaatindeyiz.
Objective: To investigate the effect of lumbar epidural steroid injection in patients with radiculopathy Materials-Methods: 37 patients with radiculopathy were recruited retrospectively in the study. Radicular, low back pain and paresthesia intensity were evaluated using visual analog scale (VAS); the evidence of nerve stretch was evaluated by straight leg rising (SRL), disability levels were evaluated using the Oswestry Disability Index (ODI) and the quality of life was evaluated by SF-36.
Results: A significant improvement was observed in VAS-radicular and lomber pain levels at the 24th hours post-injection (p<0.01), at the 1st week (p<0.01), at 1st month(p <0.01) and 3rd month (p<0.05). Recovery rate of straight leg raising test was found to be 88% (p<0.05). A statistically significant improvement was found in the ODI levels and the quality of life as assessed by the SF-36 at the1st week (p<0.01) and after 3 months of the treatment (p<0.05).
Conclusion: During the first 3 months of treatment, lumbar epidural corticosteroid injections were effective in patients with radiculopathy.

7.
Akromegalide uzun etkili somatostatin analoglarının glukoz homeostazı üzerine etkileri
The role of long acting somatostatin analogues treatment on glucose homeostasis in acromegaly
Feyza Yener Öztürk, Esra Çil Şen, Selvinaz Erol, Ayşenur Özderya, Özcan Karaman, Yüksel Altuntaş
doi: 10.5350/SEMB2014480107  Sayfalar 39 - 46
Giriş ve Amaç: Akromegalide kronik büyüme hormonu (GH) fazlalığına bağlı gelişen insülin direnci ve tedavi sürecinde kullanılan uzun etkili somatostatin analoglarının (SSA), GH yanında insülin ve glukagonu da inhibe etmesi sonucu glukoz toleransında bozukluklar gelişmektedir. Çalışmamızda, hastalık aktivitesi ve uzun etkili SSA olan OktreotidLAR ve Lanreotid-Autogel tedavisinin akromegali hastalarında insülin direnci ve β-hücre fonksiyonu açısından glukoz homeostazı üzerine etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Kesitsel planlanan çalışmamızda toplam 30 hasta (17 erkek, 13 kadın; ortalama yaş: 44,63±11,85 yıl) incelenmiştir. Hastalarda açlık insülini, kan glukozu, HbA1c ve insülin benzeri büyüme faktörü-1 (IGF-1) düzeyi çalışılmıştır. 75 gr glukoz ile oral glukoz tolerans testi (OGTT) sırasında 0., 30., 60. ve 120. dakikalarda GH, insülin ve glukoz düzeyleri ölçülmüştür. Hastalık aktivitelerine göre hastalar 3 farklı gruba ayrılmıştır. Cerrahi kür grubu, transsfenoidal hipofiz adenomektomi operasyonu geçirmiş ve kür sağlanmış olan; remisyon grubu, operasyon ile başarı sağlanamamış ancak uzun etkili SSA ile remisyon sağlanmış olan; aktif grubu ise operasyon ile kür sağlanamamış, uzun etkili SSA tedavisi altında halen aktif hastalık ile izlenen 10’ar olgu ile oluşturulmuştur. Hastalarda glukoz homeostazının değerlendirilmesin için insülin direnci (HOMA-IR ve QUICKI) ve β-hücre fonksiyonunu (HOMA-β ve insülinojenik indeks) belirleyen testler kullanılmıştır.
Bulgular: HOMA-IR ve QUICKI açısından gruplar arasında anlamlı farklılık saptanmamıştır (p=0,781; p=0,781). Hastalık aktivitesi ile insülin direnci arasında anlamlı korelasyon izlenmemiştir. Erken faz insülin salgısının göstergesi olan insülinojenik indeks açısından gruplar arasında farkın istatistiksel anlamlılık düzeyine erişmediği saptanmıştır (İnsülinojenik indeks: kür grubunda 0,97; remisyon grubunda 0,52; aktif grupta 0,33; p=0,076). Pankreas β-hücre fonksiyonunu değerlendiren HOMA-β değerinin kür grubunda en yüksek düzeyde olduğu belirlenmiştir. Somatostatin analogları ile medikal tedavi uygulanan diğer iki grupta ise hastalık aktivitesinden bağımsız olarak daha düşük olduğu görülmüştür. Ancak fark gruplar arasında istatistiksel anlamlılığa ulaşmamıştır (HOMA-β: kür grubunda %104; aktif grupta %72; remisyon grubunda %59; p=0,384). Kür grubunda OGTT sırasında insülin düzeyleri, pik insülin salınımı daha yüksek, pik düzeye erişme süresi ise daha düşük saptanmıştır (p=0,420; p=0,176). Hastaların glukoz homeostazının değerlendirildiği parametreler ile hastalık aktivitesi belirleyicilerinin korelasyonu incelendiğinde sadece insülinojenik indeks ile OGTT sırasında belirlenen en düşük GH düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı negatif korelasyon olduğu saptanmıştır (r=0,367; p<0,05).
Sonuç: Akromegali hastalarında uygulanan uzun etkili SSA’ları pankreas β-hücreleri üzerine insülin sekresyonunu inhibe edici etki göstererek karbonhidrat intoleransına yol açabilir.
Introduction: Insulin resistance due to chronic growth hormone (GH) excess in acromegaly and inhibition of insulin and glucagon secretion by long-acting somatostatin analogues (SSA) used in the treatment are the main reasons of the impaired glucose tolerance in acromegalic patients.
Objective: We aimed to determine the effect of long-acting SSA, Octreotide-LAR and Lanreotide-Autogel treatment on glucose homeostasis regarding the insulin resistance and pancreatic β-cell function.
Method: Totally 30 patients (17 male, 13 female; mean age: 44,63±11,85 years) were enrolled in this cross sectional study. Serum IGF-1 concentrations and glucose, insulin, GH levels at 0., 30., 60. and 120. minutes during 75 gr oral glucose tolerance test (OGTT) were measured. Patients were categorized into 3 groups according to their disease activity. Patients cured after operation, patients with active disease after operation but in remission after SSA therapy and patients with active disease after operation and SSA therapy were defined as cure, remission and active group, respectively For the interpretation of glucose homeostasis, formulas for insulin resistance (HOMA-IR, QUICKI) and β-cell function (HOMA-β, Insulinogenic index) were used.
Results: There was no statistically significant difference between groups for HOMA-IR and OUICKI (p=0,78; p=0,781) and also between disease activity and insulin resistance. For the insulinogenic index, which is the marker of early phase of insulin secretion, there was a borderline difference in significance between groups (Insulinogenic index; cure group: 0,97; remission group: 0,52; active group: 0,33; p=0,076). Although no statistically significant difference between groups, HOMA-β of cure group was higher than the other two groups independent of disease activity (HOMA-β: cure group %104; active group %72; remission group %59; p=0,384). In the cure group, the insulin levels during OGTT, the peak insulin secretion during OGTT were higher and the time to reach the peak level was lower than the other groups but not significantly (p=0,420; p=0,176). When parameters determining the glucose homeostasis and disease activity were examined, only statistically significant negative correlation between insulinogenic index and nadir GH was found (r=0,367; p<0,05).
Conclusion: Treatment of long acting SSA in acromegaly leads to inhibition of insulin secretion from pancreatic β-cells, thereby may cause deterioration in glucose homeostasis.

OLGU SUNUMU
8.
Sistemik lupus eritematozusun nörolojik komplikasyonları: Olgu serisi temelinde gözden geçirme
Neurological complications of systemic lupus erythematosus: a review based on case series
Sibel Karşıdağ, Nilgün Çınar, Şevki Şahin
doi: 10.5350/SEMB2014480108  Sayfalar 47 - 50
Kronik otoimmün bir hastalık olan sistemik lupus eritematozus (SLE) nöropsikiyatrik tablolarla karşımıza çıkabilmektedir. Fizyopatolojisinde nöronal antijenler ile reaksiyona giren patojen antikorlar suçlanmaktadır. Bu makalede epilepsi, polinöropati, pleksit ve serebral vaskülit ile kliniğe yansıyan olgular temelinde SLE ve sinir sitemi tutulumuna dair güncel bilgiler gözden geçirilmiştir.
Systemic lupus erythematosus (SLE) which is a chronic autoimmune disease can be presented with neuropsychiatric scenarios. Antibodies that react with neuronal antigens have been blamed in pathophysiology. In this article, current knowledge about the nervous system involvement of the SLE based on cases with epilepsy, polyneuropathy, plexitis, and cerebral vasculitis was reviwed.

9.
Diffüz İdiyopatik İskelet Hiperostozu hastalığına bağlı disfaji
Dysphagia due to Diffuse Idiopathic Skeletal Hyperostosis disease
Aslı Çalışkan, Yeşim Gökçe Kutsal
doi: 10.5350/SEMB2014480109  Sayfalar 51 - 54
Diffüz İdiyopatik İskelet Hiperosteozu omurganın anterior longitudinal ligamenti ve çeşitli ekstraspinal ligamentlerin ossifikasyonu ile karakterize etyolojisi belinmeyen bir hastalıktır. Servikal tutulumda çeşitli klinik bulgular ortaya çıkar. Bu klinik bulgulardan biri olan disfajinin görülme sıklığı %17 ile %28 arasında değişmektedir. Olgumuz yaklaşık 7 yıldır disfaji, boyun ağrısı ve boyunda hareket kısıtlılığı tanımlayan 69 yaşında erkek hasta olup, yapılan klinik ve radyolojik değerlendirilmeler sonucunda Diffüz İdiyopatik İskelet Hiperosteozu tanısı aldı. Makalede Diffüz İdiyopatik Hiperosteoz’un tanı, klinik ve radyolojik özellikleri kaynaklar eşliğinde gözden geçirilerek sunuldu.
Diffuse Idiopathic Skeletal Hyperostosis is a disease characterized by ossification of anterior longitudinal and various extraspinal ligaments with unknown aetiology. Several clinical findings appear due to cervical involvement. One of them is dysphagia and the incidence varies between 17% and 28%. Our case is a 69 year old male complaining dysphagia, cervical pain and limitation for 7 years. After the clinical and radiological examinations he was diagnosed as Diffuse Idiopathic Skeletal Hyperostosis. In this article diagnosis, clinical and radiological features of Diffuse Idiopathic Skeletal Hyperostosis is evaluated and presented by means of literature.

10.
Serebral derin venöz sistem trombozuna sekonder bilateral talamik enfarkt
Bilateral thalamic infarction secondary to cerebral deep venous system thrombosis bithalamic infarction
Ferhat Çengel, Mesut Bulakçı, Bora Özbakır, Adem Kırış
doi: 10.5350/SEMB2014480110  Sayfalar 55 - 59
Bilateral talamik enfarkt nadir olup tüm iskemik inmeler içinde küçük bir kısmı oluşturur. En sık nedeni arteryel tıkanmadır. Ancak daha nadir olarak venöz tromboza sekonder de gelişebilir. Nadir görülmesi ve klinik semptomların spesifik olmaması nedeniyle tanı genellikle gecikir. Radyolojik görüntüleme yöntemleri tanıda değerli bilgiler sağlar. Sunumda baş ağrısı, bulantı ve kusma ile başvuran olguyu ele alıyoruz.
Bilateral thalamic infarction is a rare disorder that account a small fraction of ischemic strokes. The most common reason is the arterial occlusion. However in rare cases, it can be seen secondary to venous thrombosis. Because of the rarity and non-specific clinical symptoms diagnosis is delayed in most of the cases. Radiologic imaging methods are important in diagnosis. In this report, we describe a case in which a woman presented with headache, nausea and vomiting.

11.
Tibia platosunun spontan osteonekrozu: Olgu sunumu
Spontaneous osteonecrosis of the tibial plateau: a case report
Murat Çubukçu, Banu Ordahan, Adem Küçük, Buğra Kaya
doi: 10.5350/SEMB2014480111  Sayfalar 60 - 63
Osteonekroz nedeni tam olarak bilinmeyen eklemin yapısını bozan ve ilerleyici fonksiyon kaybına neden olan bir hastalıktır. Osteonekroz kalça ekleminde sık görülmesine karşın, diz ekleminde oldukça seyrek rastlanan patolojik bir durumdur. En sık görülen diz osteonekroz tipi idiyopatik (spontan) tiptir. Altmış yaş üstünde daha sık görülür. Bu olgu sunumunda otuz dokuz yaşında kadın hastada aniden gelişen diz ağrısı sonrasında saptanan spontan osteonekroz olgusu sunulmuştur.
Osteonecrosis is a disease of unknown origin which degenerates the structure of the joint and causes progressive loss of function. While osteonecrosis mostly affects hip joint, it is a pathologic condition which is rarely seen in knee joint.The most frequent type of knee osteonecrosis is idiopathic osteonecrosis (spontaneous). Spontaneous osteonecrosis is more common in patients older than 60 years. In
this case report, a 39-year-old female patient diagnosed as having spontaneous osteonecrosis of the knee after a sudden pain was presented.

12.
Ciddi metabolik asidoz sonrası sağkalım: (pH=6.66)
Survival after severe metabolic acidosis (pH=6.66)
Mehmet Salih Sevdi, Meltem Türkay Aydoğmuş, Kerem Erkalp, Funda Gümüş, Ayşin Alagöl
doi: 10.5350/SEMB2014480112  Sayfalar 64 - 66
Giriş: Metabolik asidoz, kanda bikarbonat konsantrasyonunda azalmaya neden olan, vücut tamponlarının birincil tüketimi ile karakterize bir asit-baz bozukluğudur. Bu olguda kemoterapötik kullanımına bağlı diyare nedeni ile yaşamla bağdaşmayan derin metabolik asidoz (pH=6.66) gelişen olguyu sunmayı amaçladık.
Olgu: Kolon kanseri ve kemik metastazı tanısıyla 3 ay önce kemoterapi başlanmış olan 20 yaşındaki erkek hasta ani bilinç kaybı, konvülsiyon ve diyare nedeniyle acil servise başvurduğunda tarafımızdan değerlendirildi. Entübe edilerek reanimasyon ünitesine alınan hastanın burada alınan arteriyel kan örneğinde pH: 6.66, PaCO2: 102 mmHg, PaO2: 307 mmHg, HCO3: 10,7 mmol L-1, SpO2: %97, BE: -23 mmol L-1, laktat: 28 mmol L-1 olarak saptandı. Mekanik ventilatöre bağlanan hastanın konvülsiyonları sırası ile benzodiazepin ve barbitürat kullanılarak durduruldu. Hastaya sıvı ve sodyum bikarbonat replasmanı yapıldı. Arteriyel kan gazı değerleri 10 saat sonra normal olarak saptanan hasta ekstübe edildi. Yoğun bakım ünitesinde 3 gün takip edildikten sonra dış merkezde onkoloji kliniğine transfer edildi.
Sonuç: Malignensi tanısı olan ve kemoterapi uygulanan hastalarda diyare gelişmesi durumunda derin metabolik asidoz gelişebileceği göz önünde tutulmalı, erken ve uygun tedavi planlanmalıdır.
Backround: Metabolic acidosis is an acid-base disturbance, which is characterized by primary consumption of body buffers and causing decreased blood HCO3- level. In this article we discus a case with severe metabolic acidosis (pH=6.66) due to diarrhea that was caused by chemotherapeutic agents.
Case: The patient was a male aged 20 and had colon cancer with bone metastase. He started getting chemotherapy three months ago. When he was seen in the emergency service he was unconscious and had convulsion. He had diarrhea in his history. He was intubated and put on the mechanical ventilator after admittance to the ICU. Arteriel blood gas values were pH: 6.66, PaCO2: 102 mmHg, PaO2: 307 mmHg, HCO3: 10.7 mmol L-1, SpO2: %97, BE: -23 mmol L-1 and laktat: 28 mmol L-1. Convulsion were stopped after giving benzodiazepine and barbiturate respectively. Fluid and NaHCO3 replacement were provided. After ten hours arteriel blood gas values were measured as normal and he was extubated. He was transferred to an oncology clinic after observation for 3 days.
Result: It should be considered that risk of severe metabolic acidosis and planing early and suitable therapy when developed diarrhea in patients who are used chemotherapy.

LookUs & Online Makale