ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
Şişli Etfal Tıp Bülteni - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 46 (4)
Cilt: 46  Sayı: 4 - 2012
ORIJINAL ARAŞTIRMA
1.
Akut iskemik inmede intravenöz trombolitik tedavi: Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nöroloji Kliniği deneyimi
Intravenous thrombolytic theraphy in acute stroke: the experience of the neurology department of sisli etfal education and research hospital
Zeynep Tanrıverdi, Dilek Necioğlu Örken, Selma Aksoy, Nihan Parasız Yükselen, Emine Öztürk Kargı, Sibel Mumcu, Hulki Forta
Sayfalar 165 - 169
Amaç: İnme ülkemizde ölüm nedenleri arasında 3. sırayı almaktadır ve fonksiyon kaybının başta gelen nedenlerindendir. Tüm inmelerin %80’den fazlası iskemik kökenlidir. Akut iskemik inme hızlı tedavi gerektiren acil bir durumdur. İlk 3 saatte uygulanan rt-PA akut iskemik inmede en etkili tedavi yöntemidir. Çalışmamızın amacı kliniğimizin trombolitik tedavi deneyimini paylaşmaktır.
Yöntem: Çalışmamızda 2006-2012 yılları arasında hastanemiz Nöroloji Kliniği Yoğun Bakım Ünitesinde intravenöz trombolitik tedavi uygulanan 15 hastanın Türk Nöroloji Derneği İnme Çalışma Grubu veri tabanında prospektif olarak biriktirilen verileri değerlendirildi. Tüm hastalara inme başlangıcından itibaren ilk 3 saatte intravenöz 0.9 mg/kg rt-PA uygulandı.
Bulgular: Çalışmaya yaş ortalaması 66.2±13.8 olan 8’i kadın (%53.3) toplam 15 akut iskemik inme tanılı hasta alındı. Hastaların semptom- kapı zamanı ortalama 50.1 dakika (10-90 dakika arasında) ve semptom-iğne zamanı 132.6 dakika (75-205 dakika arasında) idi. On beş hastanın 8’inde (%53.3) tedaviden sonraki ilk 24 saat içerisinde NIHSS değerlerinde %25 üzerinde klinik iyileşme gözlendi. Beş hastada da ilk haftanın sonunda %100 klinik iyileşme gözlendi.
Sonuç: Bulgularımız, akut iskemik inme tedavisinde ilk 3 saatte kullanılan rt-PA’nın güvenli bir tedavi olduğunu ve ilk 3 ayda fonksiyon kaybını azalttığını göstermektedir. Akut iskemik inme tedavisinin güvenli uygulanması için, o kurumda inme konusunda eğitimli ve iyi organize olmuş ekiplerin bulunması gerekmektedir. Hastanemiz bu olanaklara sahiptir. Ancak ekipler arasında koordinasyon sağlanması
ve kurumsal bir organizasyon şeması gerekmektedir.
Background: Stroke is the third leading cause of death and is a major cause of disability in our country. Up to 80% of all strokes are of ischemic origin. It is a clinical emergency requiring urgent medical intervention. Recombinant tissue plasminogen activator (rt-PA) is the best treatment of acute ischemic stroke (AIS) when given within three hours of symptom onset. The main aim of this study was to review our thrombolithic treatment experience.
Methods: In our study, data of the 15 patients who were treated with intravenous thrombolytic therapy in the Intensive Care Unit of the Neurology Department of Şişli Etfal Research and Education Hospital between the years 2006 and 2012 were evaluated prospectively within the context of database of Stroke Study Group of Turkish Neurological Society. 0.9 mg/kg IV rt-PA had been administered to all
of the patients in first 3 hours.
Results: Fifteen patients with acute ischemic stroke received rt-PA. Mean age ± SD of our patients was 66.2±13.8 years (range 35–80). Eight of the patients (53.3%) were female. Patients presented in 10-90 (mean: 50.1) minutes and they were treated in 75- 205 ( mean 132.6) minutes after stroke onset. We observed clinical improvement of > 25% in NIHSS points in 8 of the 15 (53.3%) patients within 24 hours of therapy. 5 patients were improved %100 at the and of the first week.
Conclusion: Our analysis suggests that administration of 0.9 mg/kg IV rt-PA is safe and is associated with better functional outcome in the first 3-month- period. Hospitals must have the ability to provide treatment with intravenous (IV) rt-PA 24 hours a day, 7 days a week and have to provide brain imaging facilities necessary to perform before this therapy. Our hospital covers these requirements. Nevertheless, it is necessary to provide coordination between the members of the medical staff and a corporate organization scheme is required.

2.
35 yaş üzeri kadınlarda üriner inkontinans sıklığı ve etkileyen faktörlerin değerlendirilmesi
The frequency and the affecting factors of urinary incontinence in women over 35 years old
Güzin Zeren Öztürk, Dilek Toprak, Esengül Basa
Sayfalar 170 - 176
Amaç: Üriner inkontinans (Üİ) kişileri psikolojik, fiziksel ve sosyal olarak etkileyen yaygın bir sağlık sorunudur. Çalışmamızda Aile Hekimliği Polikliniği’ne başvuran kadınlarda Üİ sıklığı, en sık hangi tip olduğunu, sebeplerini ve bu durumun kişiler üzerine etkilerini tespit etmeyi amaçladık.
Yöntem: Bu çalışma 1-31 Mayıs 2012 tarihleri arasında Şaban Özbek ASM polikliniğine herhangi bir nedenle başvuran 35 yaş üstü kadınlara hekim tarafından yüz yüze anket yöntemi uygulanarak yapıldı. Veriler SPSS 16,0 versiyonuna kaydedildi, ki-kare ve t test kullanılarak istatistiksel değerlendirme yapıldı, p≤0,05 anlamlı olarak kabul edildi.
Bulgular: Çalışmaya katılan 201 hastanın 86’sında (%42,8) Üİ saptandı. Üİ ile yaş; obezite, menapoz arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulundu (p=0.017; p=0,001; p=0,000). Üriner inkontinanslı hastalarda en çok saptanan inkontinans tipi urge incontinansdı (%43, n=37). Gebelik ve parite sayısı; doğum şekli; üriner/ jinekolojik ameliyat olma ile Üİ arasındaki ilişki saptanmadı. ICIQ-SF anketindeki yaşamı etkileme skalasına göre sadece 41 hastanın (%47,7) >5 puan ile Üİ’dan çok etkilendiği ve yaklaşık 1/3’ünün doktora başvurduğu belirlendi.
Sonuç: Üriner inkontinans kadın hasta grubunda sık görülen ancak hastalar tarafından fazla önemsenmeyen, hekimler tarafından da yeterince sorgulanmayan önemli bir sağlık sorunudur. Her yaşta, özelliklede de postmenapozal dönemde olan tüm kadınlarda inkontinans şikayetleri detaylı olarak sorgulanması hastalığın erken tanısını sağlayacaktır
Objective: Urinary incontinence (UI); is a common health problem; affects people psychologically, physically and socially.In this study we try to determine the prevelance, causes and types of urinary incontinence in the female patients that visited our family medicine primary clinic and also to see the effects of this conditions on patients daily life.
Method: Female patients, aged more then 35 years old who visited our clinic in between 01-31 May 2012 were included in this study.Direct face to face Questionnaire by doctor was applied to each patient. The collected data were analyzed accordinally.
Results: Of total 201 patinets 86 (%42,8) had urinary incontinence. There was significant relation between uriner incontinence age, obesity and menopause (p=0.017; p=0,001; p=0,000). The urge incontinence was the most common type of UI (%43, n=37). There was no relation between UI and parity, delivery type, past urinary / gynecological operation. Regarding effects of UI on life quality.41 patinets had a ICIQ-SF questionnaire scale of more then 5 points and about 1/3 of them asked a doctor help for this.
Conclusıon: Although UI is common problem in females, it has been ignored by the patients and doctors as well. It should be looked for carefully by doctors in all female patients as a whole and in postmenopausal women specially.

3.
Karotis plak özelliklerinin magnetik rezonas görüntüleme (MRG) ile değerlendirilmesi
Evaluation of carotid plaque morphology with magnetic resonance imaging (MRI)
Zeynep Tanrıverdi, Suzan Tunç, Ali Zeynel Tak, Dilek Necioğlu Örken, Ender Uysal, Muzaffer Başak
Sayfalar 177 - 180
Amaç: Karotis bifurkasyonundaki aterosleroz iskemik strok için major risk faktörüdür. İnme riski hem luminal stenoz derecesi hem de karotis plak yapısının değerlendirilmesi ile belirlenebilir.Bu çalışmada, karotis darlığının bulunduğu lokalizasyondaki plaklarda, intraplak hemoraji, fibröz başlığın durumu ve darlık derecesi ile plak özelliklerinin ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmamıza ilk kez inme geçiren ve geniş arter aterosklerozuna bağlı inme tanısı alan 23 hasta dahil edildi. Hastalar karotid arterdeki darlık derecesi ve plak morfolojisine göre sınıflandırıldı. Plaklar intraplak hemorajinin olup olmamasına ve yine fibröz başlığın sağlam ve rüptüre olmasına göre gruplandırıldı. Plak morfolojisi ve darlık derecesi karşılaştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya yaş ortalaması 60.7± 6.9 olan 8’i kadın toplam 23 hasta alındı. Onbir semptomatik damarın 5’inde fibröz bant rüptürü ve 5’inde intraplak hemoraji görüldü. Asemptomatik damarların hiçbirinde bu patolojiler saptanmadı. Hastaların darlık dereceleri ile intraplak hemoraji ve fibröz başlık rüptürü arasında anlamlı ilişki bulunmadı (sırası ile p=0,63 ve 0,25).
Sonuç: İnme riskini belirlemede ve tedavi seçiminde luminal stenoz derecesi kadar karotis plak yapısının değerlendirilmesi de giderek önem kazanmaktadır. Magnetik rezonans görüntüleme (MRG), mükemmel doku kontrast özelliği ve uzaysal çözünürlüğü nedeni ile plak morfolojisini belirlemede non-invazif ve güvenilir bir tetkiktir. Çalışmamızda stenoz derecesi ile plak morfolojisi arasında ilişki saptanmamıştır. Ancak plak yapısını MRG ile değerlendirilmesi ek bilgi sağlamıştır. Daha büyük hasta grupları ile yapılacak çalışmalara gereksinim vardır.
Objective: Atherosclerosis at the carotid bifurcation is likely the major cause of ischemic stroke. Besides degree of stenosis, plaque characteristics are suggested to play a potentially important role as risk factors for stroke. The main aim of this study was to evaluate, morphological features such as intraplaque hemorrhage (IPH ), fibrous cap of the plaque with MRI.
Methods: A total of 23 patients with large artery atherosclerotic ischemic stroke were enrolled in this study. All underwent MRI assessment of the carotid arteries for intraplaque hemorrhage and fibrous cap rüpture. We compared plaque morphology with degree of stenosis.
Results: Mean± SD age of the patients was 60.7± 6.9 and 8 of 23 were female. Of the 11 symptomatic carotid arteries included, 5 had IPH and 5 had fibrous cap rupture. Non of the asymptomatic arteries had these pathologies. The relationship between degree of stenosis, IPH and fibrous cap rupture were not statistically significant (p= 0.63 and 0.25).
Conclusion: Besides the degree of stenosis, plaque characteristics are suggested to play a potentially important role as risk factors for stroke. MRI is well suited for evaluating carotid plaques; it is widely available, noninvasive, provides excellent soft tissue contrast, multiplanar imaging capability. In our study, we didn’t find a statistically significant relationship between degree of stenosis and plaque morphology but evaluation of patients with MRI provided additional information. More studies with larger patient groups are needed.

4.
“Delay” yapılmış ve yapılmamış bilateral fasyokutan fleplerin, geniş meningomyelosel defektlerinde kullanımı: Ön çalışma sonuçları
Delayed and nondelayed bilateral bipedicled fasciocutaneous flaps in large meningomyelocele defects: a preliminary results
Arzu Akcal, Semra Karsidag, Tahsin Görgülü, Kemal Uğurlu
Sayfalar 181 - 188
Nöral tüp ve ilişkili yapıların konjenital füzyon defektleri spinal disrafizm olarak sınıflandırılmaktadır. Meningonyelosel spinal disrafizm defektlerinin en sık görülenidir ve 800-1000 canlı doğumda 1 görülmektedir. Tedavi edilmemiş meningomyeloselli hastalarda ilk 6 ayda mortalite oranı %65 ile 70 arasındadır. Ocak 2006 ile Ocak 2011 arasında primer kapatılamayacak kadar geniş meningomyelosel defekti olan 10 (6 kız ve 4 erkek) yenidoğan çalışmamıza dahil edildi. “Delay” yapılmamış fasyokutan flep uygulanan 5 yenidoğanın meningomyelosel defekti %50’den azdı ve bu fasyokutan flepler delay yapılmadan orta hatta ilerletilerek primer kapatıldı. “Delay” yapı- lan grup da 5 yeni doğandan oluşmaktaydı ve bu grupta meningomyelosel defekt boyutu orta aksiller hattan itibaren ölçüldüğünde %50’den fazla olması nedeni ile fleplerde dolaşım problemlerini önlemek amacı ile delay fenomeninin avantajlarından yararlanıldı. Flep “delay” yapılmasından bir hafta sonra nöral defekt onarıldı ve flepler orta hatta ilerletildi. Flep delayinin beklenilmesi aşamasında hastaların takibinde lokal veya santral sinir sistemi enfeksiyonları izlenmedi. Sonuç olarak, “delay” yapılmış bipediküllü flepler geniş meningomyelosel defektlerin onarımında basit ve güvenilir ve daha az hemorajiye neden olmaları nedeni ile alternatif bir yöntem olduğunu düşünmekteyiz ve kliniğimizde seçilmiş hastalarda kullanmaktayız.
Congenital fusion defects of the neural tube and the related structures are classified as spinal dysraphism. Meningomyelocele is a defect which is the most common form of spinal dysraphism and occurs at an approximate rate of 1 in 800-1000 live births. In untreated meningomyelocele patients, mortality rate is 65-70% within the first 6 months. Between 2006 January and 2009 January, 10 (6 female and 4 male) newborns with a meningomyelocele defect large enough that could not repaired primarily were included the our study. In the nondelayed group which were consisted of five newborns whose diameter of the meningomyelocele defect were less than 50%, flaps were advanced to the midline and the defect was closed. In delayed group, we preferred to take advantages of the delaying phenomenon in five newborns whose diameter of the meningomyelocele defect were more than 50% of the mid-axillary distance to prevent disrupting circulation of the flaps. After 1 week, defects were closed following repair of the neural defects and advancement of the delayed flaps. The monitoring of the patients during the delay period revealed no local and central nervous system infection symptoms. In conclusion, we propose that delayed bipedicle flaps as an alternative method for the repair of large meningomyelocele defects due to their simple and reliable nature which also causes less hemorrhage, and we use them on selected patients in our clinic.

5.
Apendiküler kitle teşhisi konan hastalarda interval apendektomi gerekli midir?
Does interval appendectomy necessary for the patients diagnosed as appendicular masses?
Cemal Kaya, Uygar Demir, Mustafa Arısoy, Şener Okul, Özgür Bostancı, Hakan Mustafa Köksal, Rıza Gürhan Işıl, Emre Bozdağ, Mehmet Mihmanlı
Sayfalar 189 - 192
Amaç: Apendiks kitlelerinde interval apendektomi halen tartışmalı bir konu olmakla birlikte son zamanlardaki çalışmalar sonucunda konservatif tedavi sonrası apendektominin gerekmiyeceği benimsenmiştir. Bu çalışmadaki amacımız apendiks kitlesi saptanıp apendektomi uygulanmayan hastalarda başarılı bir konservatif tedavi sonrası interval apendektomi ihtiyacını belirlemek.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2000-Aralık 2010 tarihleri arasında apendiks kitlesi teşhisi konan 18 hastanın dosyası incelendi. Yaş, cinsiyet, semptomların süresi, ameliyat bulguları, yapılan girişim, erken dönem komplikasyon ve poliklinik takip verileri analiz edildi.
Bulgular: Acil polikliniğimize 8’i kadın 10’u erkek olan toplam 18 hasta akut apandisit kliniğiyle başvurdular. Fizik muayene ve radyolojik bulgular eşliğinde apendiküler kitle tanısı konan bu hastalar kliniğe yatırılarak konservatif tedaviye başlandı. Antibiyoterapi olarak hastalara ikili kombine antibiyotik uygulandı. Taburcu edildikten sonra hastalar poliklinik takipleriyle kontrol edildiler. Hastalardan 1 tanesi kliniğinin gerilememesi üzerine operasyona alındı, 1 tanesinde ise 3 ay sonra nüks gelişmesi üzerine başka bir merkezde apendektomi yapıldı. Onaltı hastada (% 88.8) ise ortalama 6 yıllık (6ay–10 yıl) takip süresince nüks gelişmedi.
Sonuç: Apendiküler kitle olan hastalarda başarılı bir konservatif tedavi sonrası tekrarlayan semptomları olmayan hastalarda interval apendektomi gerekli değildir.
Purpose: Interval appendectomy of appendicular masses is still a controversial subject, but recent studies have adopted the view that apendectomy is unnecessary after conservative treatment. The aim of our study is to determine the necessity of interval appendectomy after a successful conservative treatment of the patients who have appendicular masses and have not applied appendectomy.
Materials And Methods: Between January 2000-December 2010, data of the 18 patients who have diagnosed with appendicular mass were analyzed. Age, sex, duration of symptoms, operation findings, the intervention, early complications and follow-up data were examined.
Results: A total of 18 patients, 8 female and 10 male were referred to our emergency service with clinical findings of acute appendicitis. The patients who have diagnosed appendicular masses with physical examination and radiological findings have interned to the hospital and conservative treatment started. We applied to patients combined dual antibiotic treatment. After discharge they have followed by policlinic follow-up. One of the patients has been operated because of unregressed clinical findings. One of them have been operated in another center because of recurrence 3 months later. During the mean 6 years (6 months to 10 years) follow-up no recurrence occured in 16 patients (88.8%).
Conclusion: Interval apendectomy is not necessary for the patients who has succesfully treated conservatively for appendicular masses and has not had recurrent symptoms.

6.
Perkütan nefrolitotomi deneyimlerimiz: 533 vakalık tek merkezdeki deneyimlerimiz
Our percutaneous nephrolithotomy experiences: a single center experience with 533 patients
Mehmet Taşkıran, Orhan Tanrıverdi, Umut Sarıoğulları, Göksel Bayar, Hüseyin Acinikli, Kaya Horasanlı, Muammer Kendirci, Cengiz Miroğlu
Sayfalar 193 - 198
Amaç: Perkütan nefrolitotomi (PNL) yapılan toplam 533 hastada tedavinin etkinliğini ve morbiditesini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: Kasım 2004-Ocak 2012 tarihleri arasında böbrek taşı nedeniyle PNL yapılan 533 hastanın kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Hastaların tamamı intravenöz ürografi ve/veya abdominopelvik tomografiyle değerlendirildi. Hastalar yaş, cinsiyet, taraf, vücut kitle indeksi (VKİ), aynı taraf açık cerrahi, PNL, ESWL hikayesi gibi hastayla ilişkili faktörler ile birlikte taş boyutu, taşın lokalizasyonu, hidronefroz derecesi, akses lokalizasyonu ve sayısı, operasyon ve floroskopi süreleri, intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar, kan transfüzyonu gereksinimi, başarı oranı, hastanede kalış süreleri ve ikincil tedavi gereksinimleri açısından değerlendirildi.
Bulgular: 533 PNL uygulamasının 226’sı bayan (%47.5), 280’i erkek (%52.5), %47.5’i sağ taraf, %52.5’i sol taraf, VKİ 26.38 kg/m2, ortalama taş hacmi 4196,64 mm3 olarak tespit edildi. Operasyon öncesi 134 hastaya ESWL (%25.1), 77 hastaya açık nefrolitotomi (%14.4), 29 hastaya PNL (%5.4) uygulanmış. Operasyon öncesi 221 hastada hiç hidronefroz olmadığı (%41.5), 312 hastada (%58.5) hidronefroz olduğu tespit edildi. 407 hastaya tek port (%76.4), 86 hastaya 2 port (%16.1), 38 hastaya 3 port (%7.1), 1 hastaya 4 port giriş yapıldı. 435 hastaya balon dilatatör (%81.6), 95 hastaya sıralı dilatatör (%17.8) kullanıldı. 494 hastada perioperatif komplikasyon görülmedi (%92.9). 39 hastada perioperatif komplikasyon görüldü (%7.1). 81 hastada kan transfüzyonuna ihtiyaç duyuldu (%15.2). Ortalama operasyon ve floroskopi süreleri 125.91 dk ve 6.1 dk tespit edildi.
Sonuç: PNL yöntemi böbrek taşlarının tedavisinde kabul edilebilir komplikasyon oranlarıyla etkili ve güvenli bir şekilde uygulanabilir.
Aim: To evaluate efficacy and morbidity of the treatment in total 533 patients underwent percutaneous nephrolithotomy (PCNL).
Material and Methods: Between November 2004 and December 2011, the records of 533 patients with renal calculi who underwent PCNL were reviewed retrospectively. All patients were evaluated with intravenous urography and/or computerized tomography. Patient related factors such as age, body mass index (BMI), ipsilateral history of SWL, PCNL and open surgery together with stone size and localization and degree of hydronephrosis were noted. Number and localization of access, blood transfusion requirement, success rate, length of hospitalization, intraoperative and postoperative complications and secondary procedures were reviewed.
Results: The application of 533 PNL procedures, 226 women (%47.5), 280 men (%52.5), %47.5 right side, %52.5 left side, BMI 26.38 kg/m2, mean stone volume 4196.64 mm3 were determined. Before the PNL procedures, 134 patients were used ESWL(%25.1), open nephrolithotomy in 77 patients (%14.4), PNL 29 patients (%5.4) applied. 221 patients didn’t have hydronephrosis (%41.5), 312 patients had hydronephrosis (%58.5) was detected before the PNL procedures. 407 patients underwent singleport (%76.4), 2 ports with 86 patients (%16.1), 38 patients with 3 ports (%7.1), 1 patient was 4 port input. Balloon dilatator (%81.6), sequential dilatator (%17.8) were used. The mean of operation and fluoroscopy time 125.91 min and 6.1 min were detected. Perioperative complications occured in 39 patients (%7.1). Required blood transfusion in 81 patients (%15.2).
Conclusion: PNL method acceptable complication rate in the treatment of kidney Stones, can be administered safety and effectively.

7.
İleri evre keratokonus hastalarının görsel rehabilitasyonu için silikon hidrojel yumuşak kontakt lens kullanımı
Soft silicone hydrogel contact lens fitting for visual rehabilitation of patient with advance keratoconus
Ihsan Yılmaz, Leyla Yavuz
Sayfalar 199 - 202
Amaç: İleri evre keratokonus hastalarında Toris-K yumuşak keratokonus kontakt lensinin görsel sonuçlarını değerlendirmek.
Gereç ve Yöntem: Retrospektif çalışmamıza 35 hastanın (16 kadın, 19 erkek) 56 gözü alındı. 13 göz (%23,21) evre3 keratokonus, 43 göz (%76,79) evre4 keratokonus idi. Hastaların ortalama yaşı 26,88±10,63 (14 ile 55 aralığında) idi. Ortalama korneal kalınlık 482±28 mikrometre (398-524 aralığında) idi. Vakaların kornealarının; ortalama düz meridyeni 49,50±4,25 diyoptri (41,14-58,40 aralığında), ortalama dik meridyeni 57,35±3,45 diyoptri (53,13-69,40 aralığında) idi. Ortalama korneal kırıcılık değeri ise 53,42±3,85 D (49,52-60,90 aralığında) idi. Tüm hastaların düzeltilmemiş görme keskinliği, gözlükle en iyi düzeltilmiş görme keskinliği ve kontakt lens ile düzeltilmiş görme keskinliği
ölçüldü ve kıyaslandı.
Bulgular: Ortalama düzeltilmemiş görme keskinliği ondalık olarak 0,19±0,16 (0,01-0,6 aralığında) idi. Ortalama gözlükle en iyi düzeltilmiş görme keskinliği 0,33±0,16 (0,05-0,8 aralığında) idi. Ortalama kontakt lens ile düzeltilmiş görme keskinliği ise 0,71±0,19 (0,30-1,00 aralığında) idi. Hastalar kontakt lens kullanımı ile Snellen eşelinde ortalama 3,84±1,35 sıra (1-7 sıra aralığında) kazandı. Kontakt lens ile düzeltilmiş görme keskinliği, gözlükle en iyi düzeltilmiş görme keskinliğine göre belirgin olarak daha iyi idi (p=156x10-18, p<0,01).
Sonuç: İleri evre keratokonus hastalarında kullandığımız, Toris-K silikon hidrojel yumuşak keratokonus kontakt lenslerinin görsel sonuçlarının başarılı olduğunu tespit ettik. İleri keratokonuslularda, bu kontakt lenslerin, gözlüğe göre uzak görme keskinliğini daha yüksek oranda arttırdığını saptadık.
Objective: To evaluate of visual outcomes of Toris-K soft keratoconus contact lens in patients with advance keratoconus.
Methods: 56 eyes of 35 patients (16 female, 19 male) were included in this retrospective study. 13 eyes (%23,21) had a stage3 keratoconus and 43 eyes (%76,79) had a stage4 keratoconus. Mean age was 26,88±10,63 (range: 14-55). Mean corneal thickness was 482±28 micrometers (range: 398-524). Mean flat corneal meridian power was 49,50±4,25 diopter (range: 41,14-58,40). Mean steep corneal meridian power was 57,35±3,45 diopter (range: 53,13-69,40). Mean corneal power was 53,42±3,85 diopter (range: 49,52-60,90). Uncorrected visual acuity, best spectacle corrected visual acuity and contact lens corrected visual acuity were measured for all cases and compared.
Results: Mean uncorrected visual acuity was 0,19±0,16 (range: 0,01-0,6). Mean best spectacle corrected visual acuity was 0,33±0,16 (range: 0,05-0,8). Mean contact lens corrected visual acuity was 0,71±0,19 (range: 0,30-1,00). Mean gain line on Snellen chart was 3,84±1,35 (range: 1-7 line) with contact lens. Contact lens corrected visual acuity was meanly better then spectacle corrected visual
acuity (p=156x10-18, p<0,01).
Conclusion: We find out that visual outcome of Toris-K contact lens fitting, soft silicone hydrogel contacts, is successful in patient with advance keratoconus. These contacts improve distance visual acuity better than spectacles in advance keratoconus.

8.
Yozgat bölgesindeki çocuklarda boy kısalığı ve obezite ilişkisinin araştırılması
Evaluation of the association between obesity and short stature among children living in Yozgat city
Öznur Küçük, Suat Biçer, Meltem Uğraş
Sayfalar 203 - 207
Amaç: Yozgat bölgesinde yaşayan 2- 16 yaş arasındaki çocukların boy kısalığı ve obezite sıklığının değerlendirilmesi, boy kısalığı ile obezite arasında ilişki olup olmadığının belirlenmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Yozgat il merkezinde üniversite hastanesine başvuran 763 çocuğun boy uzunlukları ve vücut ağırlıkları sağlık personeli tarafından ölçüldü. Vücut kitle indeksi (VKİ), vücut ağırlığı (kg) / boy (m2 ) formülü ile hesaplandı. Boy kısalığı ile obezite arasındaki ilişki istatistiksel olarak araştırıldı.
Bulgular: Çalışmada çocukların 386’sı (%50.5) erkek ve 377’si (%49.5) kız idi. Vücut ağırlığı ortalaması 23.05±11.75 kg (9.0- 89.2 kg ) ve boy uzunluğu ortalaması 114.4±21.0 cm (74-185 cm) olarak bulundu. Çalışmada 24 kız, 29 erkek olmak üzere toplam 53 (%6.9) çocuğun boyunun yaşına göre 3 persentilin altında olduğu görüldü. VKİ ortalaması 16.3±2.6 (3.5-35.2) idi. Çocukların %6.9’unda boy kısalığı, %11’inde fazla kilo ve %7.1’inde obezite vardı. Boy kısalığı olanların ise %9.4’ü fazla kilolu ve %7.5’i obezdi. Fazla kilolu ve obez olma bakımından kısa boylu olan ve olmayan çocuklar arasında istatiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı (p>0.05).
Sonuç: Ülkemiz şartlarında kötü beslenme sonucu boy kısalığı ve obezite günümüzde halen halk sağ- lığı sorunu olarak devam etmektedir. Çocukların beslenme kalitesinin değerlendirileceği çalışmaların artırılmasıyla hekimlerin bu konuya dikkatinin çekilmesi ve ailelerin beslenme üzerine olan bilgilerinin artırılması, boy kısalığı ve obezitenin önlenmesine yönelik bir katkı sağlayabilir.
Aim: To evaluate the frequency and the correlation of short stature and obesity and among children aged between 2-16 ages in Yozgat city.
Material and Methods: Children admitted to University Hospital were evaluated. The height and weight of the children were analysed by health personel. Body mass index (BMI) was calculated with the formula; body weight (kg)/ Body height (m2 ). The correlation between short stature and obesity was statistically analysed by SPSS12.0.
Results: There were 763 children 386 (50.5%) boys and 377 (49.5%) girls. The mean body weight and height was 23.05±11.75 kg (9.0-89.2 kg ) and 114.4±21.0 cm (74- 185 cm), respectively. A total of 53 (6.9%) children, 24 girls, 29 boys, were under 3rd percentile for height. Mean BMI was 16.3±2.6 (3.5- 35.2). Short stature, overweight and obesity was seen in 6.9%, 11% and 7.1% children respectively. Among the children with short stature 9.4% were overweight and 7.5% were obese. There was no statistical signifant difference between children with or without short stature when compared for overweight and obesity (p>0.05).
Discussion: Both being related to feeding problems, short stature and obesity still are serious health care problems in our country. The quality of feeding should be improved and the doctors’ attention should be drawn to this issue, so that a national contribution may be acquired.

9.
Primer endoskopik dakriyosistorinostomi sonuçlarımız
Our primary endoscopic dacryocystorhinostomy results
Burak Ülkümen, Çetin Gümüştaş, Hayati Şavk
Sayfalar 208 - 213
Amaç: Bu çalışmada Haziran 2007 ile Kasım 2011 tarihleri arasında kronik dakriyostenoz nedeniyle endoskopik dakriyosistorinostomi uygulanan 95 hastanın sonuçlarını retrospektif olarak değerlendirdik.
Yöntemler: Çalışmaya alınan 95 hastanın 82’si (%86) yetişkin, 13’ü (%14) çocuk hastaydı. Yetişkin hastaların 71’i (%87) kadın, 11’i (%13) erkek olup yaşları 17 ile 78 arasında (ortalama 40) değişmekteydi. Çocuk hastaların ise 5’i kız (%26), 9’u (%64) erkek olup yaşları 3 ile 14 arasındaydı (ortalama 8,7). 18 (%19) hastaya bilateral müdahale yapıldı. Bilateral opere edilen hastaların sadece 1 tanesi (7 yaşında, kız) çocuktu. Hastalar cerrahi sonrası 6 ay ile 57 ay arasında takip edildi. Postoperatif 6. ayda operasyonların başarı oranı epifora varlığı ve iatrojenik ostium açıklığı gözlenerek değerlendirildi.
Bulgular: Cerrahi sonrası 6 aylık takipte hastaların 77’sinde tek taraflı, 18’inde iki taraflı olmak üzere, toplam 113 endoskopik dakriyosistorinostomi girişiminin 103’ünde (%91,1) semptomlarda tam iyileşme sağlanırken 10’unda (%8,9) şikayetlerin devam ettiği tespit edildi.
Sonuç: Endoskopik dakriyosistorinostomi, eksternal yaklaşımlar ile karşılaştırıldığında yüksek başarı oranı, görünür iz bırakmaması ve çabuk iyileşme süresi ile dikkat çekmektedir.
Objective: In this study, we evaluate retrospectively the results of 95 patients who underwent endoscopic dacryocystorhinostomy due to chronic dacryostenosis between June 2007 and November 2011.
Methods: Of 95 patients, 82 (86%) were adult, 13 (14%) were children. 71 (87%) of adult patients were female and 11 (13%) were male having ages between 17 and 78 (mean age: 40). 5 (26%) of pediatric group were female and 9 (64%) were male having ages between 3 and 14 (mean age: 8,7). Of 18 (19%) patients were operated bilaterally and only one of them was a child (7 years old female). At sixth postoperative month, the success rate was determined according to existence of epiphora and iatrogenic ostium.
Results: At the sixth postoperative month, the clinical results were reviewed. Of 113 endoscopic endonasal dacryocystorhinostomy operations 77 were unilateral and 18 were bilateral. Total cure accomplished in 103 (91,1%) operations and recurrence were seen in 10 (%8,9) operations.
Conclusion: Endoscopic dacryocystorhinostomy compared with external approaches have a remarkable high success rate with no visible scar formation and rapid healing time.

OLGU SUNUMU
10.
Sezaryen skar gebeliği: Olgu sunumu
Cesarean scar pregnancy: a case report
Veli Mihmanlı, Arman Kegam Yeramyan, Aydın Kılınç, Miraç Özalp, Mehmet Fatih Fındık
Sayfalar 214 - 216
Sezaryen skar gebeliği, ektopik gebeliğin nadir görülen bir tipidir ve gebeliğin sezaryen skarında myometrium içerisinde gelişmesiyle oluşur. Potansiyel olarak yaşamı tehdit eden bir durumdur. Erken tanı konularak süratle tedavi edilmezse uterin rüptür, kanama ve maternal ölüm görülebilir. Sezaryen skar gebeliği için, dilatasyon ve küretaj, lokal veya sistemik methotrexate, laparotomi veya laparoskopi ile trofoblastik dokunun eksizyonu ve uterin arter embolizasyonu gibi bir çok tedavi şekli mevcuttur. Bu yazıda, Dilatasyon, Küretaj ve foley kateteri balonu uygulanarak tedavi edilen sezaryan skar gebeliği olgusunu sunmayı amaçladık.
Cesarean scar pregnancy is a rare type of ectopic pregnancy and refers to implantation of a pregnancy within the myometrium at the site of a prior cesarean scar. Cesarean ectopic pregnancy is a potentially life-threatening condition that, if not detected early and managed aggressively, can result in uterine rupture, hemorrhage and maternal death. Many therapeutic options are available such as dilatation and curettage, local or systemically administered methotrexate, excision of trophoblastic tissues using either laparotomy or laparoscopy and uterine artery embolization. Through this paper, we aimed to present a case of cesarean scar pregnancy that was managed by dilatation, curettage and foley catheter bolloon.

11.
İntrakranial lipomlar; iki olgu sunumu
Intracranial lipomas; two cases report
Ayşegül Özdemir Ovalıoğlu, Ilhan Yılmaz, Ahmet Öğrenci, Ersegun Batçık, Turgay Bilge
Sayfalar 217 - 220
İntrakranyal yerleşimli lipomlar, tüm intracranial tümörler içinde % 0,1 gibi çok nadir oranda rastlanırlar. Genellikle orta hatta yakın yerleşim gösteren bu lezyonlar; korpus kallosumda, kuadrigeminal sisternlerdeinfundibuler kiazmatik bölgede, serebellopontin köşede ve silviyan fissured, daha nadir olarak da medulla, pons, koroid pleksus ve kortikal bölgede görülebilirler. Gerek acil servislerde gerekse günlük polikliniklerde karşımıza gelen radyolojik görüntülerde rastlanabilen bu kitlelerin tanınması ve özelliklerinin iyi bilinerek doğru yaklaşılması önemlidir.
Olgu: Acil servise travma nedeniyle başvuran, bilgisayarlı tomografi (BT) ve Magnetik rezonans (MR) incelemelerinde korpus kollosum lipomu saptanan 52 yaşında bir erkek hasta; baş ağrısı yakınması ile gelen beyin MR’ında klivus yerleşimli lipom saptanan 46 yaşında bir bayan olmak üzere iki olgu sunularak intracranial lipomlarda klinik, radyolojik özellikler, yerleşim yerleri, yönetimi ve ayırıcı tanılar gözden geçirildi.
Sonuç: Genellikle asemptomatik olan ve nadir görülen intracranial lipomlar BT ve MR görüntülemelerde tanınabilmektedir. Eşlik eden başka patolojilerin varlığı araştırılmalıdır. Selim seyirli olması, oldukça yavaş büyümesi, çevre nörovasküler yapılarla yakın komşuluğu nedeniyle bu kitlelerde ancak bası bulguları olması halinde dekompresyon amaçlanarak cerrahi çıkarılmaları düşünülmelidir.
Intracranial lipomas are very rare tumors an incidence of approximately % 0.1 of intracranial tumours. They usually occur near the middle line, as corporis callosi, quadrigeminal and ambient cisterns, infundibuler chiasma, cerebellopontine angle and sylvian fissure, rarely in the medulla oblongata, pons, proplexus and cortical area. We may encounter with radiological imaging of this lesions in
both emergency services and policlinics. Therefore, this lesions and caharacteristics must to be well known and must be approached correctly.
Case: We presented two cases in this report. Firstly; a 52 year old male patient admitted to emergency service because of trauma that his cranial tomography and magnetic resonance imaging revealed a corporis callosi lipoma and the latter; a 46 year old female patient admitted to our department because of headache that her cranial magnetic resonance imaging demonstrated a lipoma in the clivus. In this report, the clinic, radiological imaging, the area they occurred, process management and differential diagnosis of intracranial lipomas were overviwed.
Conclusion: The intracranial lipomas are usually asymptomatic and rare. They can detected from computer tomography and magnetic resonance imagings. The pathologies that accompany this tumours must be ascertained. Because of benign prognosis low speed of growth, the close to neurovascular structure they must not remove until compression findings are happened.

12.
Tip 1 spontan bilateral 5. flexor digitorum profundus tendon rüptürü: Olgu sunumu
Type 1 bilateral spontaneous rupture of the 5. Flexor digitorum profundus tendon: a case report
Ömer Fatih Nas
Sayfalar 221 - 224
Parmağın fleksör tendonunun yaralanması açık ve kapalı olabilir. Kapalı tendon yaralanmaları nadirdir. Spontan fleksör tendon rüptür sıklığı da nadirdir. Spontan fleksör tendonu rüptüründe en yaygın yaralanma mekanizması, elin fleksiyon hareketine karşı oluşan dirençtir. Tendon rüptürü lokalizasyonunu belirlemek zordur. Manyetik rezonans inceleme ve ultrason ile fleksör tendon hasarlanma derecesinin ve tipinin belirlenmesi, operasyon öncesi cerrahi planlamaya ve yaklaşıma önemli katkılar sağlamaktadır. Bu yazıda, bilateral spontan 5. fleksör digitorum profundus tendon rüptürünün manyetik rezonans inceleme ve ultrason bulguları sunulmaktadır.
The finger flexor tendon injury may be open and closed. Closed tendon injuries are rare. The frequency of spontaneous flexor tendon rupture is also rare. The most common injury mechanism in spontaneous flexor tendon rupture is the resistance against the flexion movement of the hand. The location of tendon rupture is difficult to determine. The identification of the type and degree of flexon tendon injury with magnetic resonance imaging and ultrasound makes a significant contribution to preoperative surgical planning and approach. In this article, magnetic resonance imaging and ultrasound finding of bilateral spontaneous rupture of the 5. flexor digitorum profundus tendon are presented.

DERLEME
13.
Gebelikte travma
Trauma in pregnancy
Veli Mihmanlı, Gülşen Karahisar
Sayfalar 225 - 231
Gebelikte travma, maternal ve fetal morbidite ve mortalitenin en büyük sebeplerinden birisidir. Potansiyel komplikasyonlar; maternal yaralanma veya ölüm, şok, kanama, intrauterin fetal ölüm, direk fetal yaralanma, dekolman plasenta ve uterin rüptürdür. Gebelikteki anatomik ve fizyolojik değişiklikler, gebenin travmaya verdiği yanıtı da değiştirebileceği için, bu değişikliklerin bilinmesi travma tedavisinin yönetiminde çok önemlidir.
Trauma in pregnancy remains one of the major contributors to maternal and fetal morbidity and mortality. Potential complications include maternal injury or death, shock, internal hemorrhage, intrauterine fetal demise, direct fetal injury, abruptio placentae, and uterine rupture. Because the anatomic and physiologic alterations of pregnancy can alter the gravid woman’s response to injury, an understanding of these changes is critical when approaching trauma management.

LookUs & Online Makale