ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
Şişli Etfal Tıp Bülteni - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 45 (3)
Cilt: 45  Sayı: 3 - 2011
ORIJINAL ARAŞTIRMA
1.
Endometrium kanserinde metastatik lenf nodu bölgesine göre cerrahi patolojik faktörlerin değişimi
The comparison of surgical pathologic factors according to metastatic lymph node region in endometrial cancer
Taner Turan, Gökhan Açmaz, Sezin Ertürk, Burcu Gündoğdu, Nejat Özgül, Nurettin Boran, Gökhan Tulunay, Ö. Faruk Demir, M. Faruk Köse
Sayfalar 75 - 79
Amaç: Bu çalışmanın amacı endometrium kanserinde cerrahi ve patolojik risk faktörlerini incelemek ve iki endometrium kanserli grupta; sadece pelvik lenf nodu metastazı olan hastalarla, para-aortik +/- pelvik lenf nodu metastazı olan hastaların cerrahi ve patolojik risk faktörleri açısından karşılaştırılmasıdır.
Gereç ve Yöntemler: Hastalar FIGO 1988 kriterlerine göre evrelendirildi. Evrelendirme cerrahisi standart olarak total abdominal histerektomi + bilateral salpingo-ooforektomi + sistematik lenfadenektomi+omentum biyopsisi şeklindedir. Bu çalışmada sol renal ven seviyesine kadar sistematik lenfadenektomi yapılmış olan ve evre IIIC-IVB endometrium kanseri tanısı almış olanların orijinal patolojileri tarandı. Toplam 46 hasta çalışmaya alındı
Bulgular: Hastaların yaşı ortalama 56.9 yıldı. Çıkartılan toplam lenf nodu sayısı ortalama 61.7’idi. Para-aortik bölgeden ortalama 20.9 ve pelvik bölgeden ortalama 41.1 lenf nodu çıkartıldığı saptandı. Hastaların 40’ında pelvik ve 27’sinde para-aortik lenf nodu metastazı (PALNM) mevcuttu. Bunların 19’unda sadece pelvik, altısında sadece para-aortik ve 21’inde pelvik ve PALNM mevcuttu. Sadece pelvik lenf nodu metastazı olanlarla, PALNM’si olanlar arasında lenfovasküler alan invazyonu (LVSI) haricinde cerrahi-patolojik risk faktörleri benzerdi. Tümörün
para-aortik bölge lenf nodlarına yayıldığı grubun %84.2’sinde, sadece pelvik bölge lenf noduna yayılan grubunsa %50’sinde LVSI’n olduğu saptandı (p=0.035). Bunun yanı sıra para-aortik bölgede tümörü olan hasta grubunun %25.9’unda tuba uterinaya metastaz ve peritoneal sitolojide tümöral hücreler mevcutken diğer grupta bu oran %10.5’ti (p=0.195). Yaş, tümör boyutu ve çıkartılan lenf nodu sayısı benzerdi.
Sonuç: Endometrium kanserinde hastalığın para-aortik bölgeye yayıldığı olgularda sadece pelvik lenf nodu metastazı olan hastalara göre prognozu etkileyecek cerrahi-patolojik faktörler LVSI haricinde değişmemektir. LVSI, PALNM için en önemli cerrahi ve patolojik risk faktörüdür. LVSI varlığında, para-aortik lenf nodu diseksiyonu uygulanmalıdır.
Objective: Aim of this study was; investigation of surgical and pathological risk factors in endometrial cancer and comparison of two groups for surgical and pathological risk factors; endometrial cancer patients with isolated pelvic lymph node (LN) metastasis and endometrial cancer patients with para-aortic +/- pelvic LN metastasis.
Materials and Methods: The cases were staged according to the FIGO 1988 criteria. As standard procedure, total abdominal hysterectomy, bilateral salphingo-oophorectomy, systematic lymphadenectomy and omental biopsy were performed for surgical staging. In this study; we examined pathologic results of endometrial cancer patients at the stage of IIIC-IVB and we examined pathologic results of endometrial cancer cases with pelvic and para-aortic lymphadenectomy up to left renal vein. Forty-six patients were included.
Results: The mean age of patients was 59.6 years. The mean number of lymph node removed was 61.7. The harvested lymph node was 20.9 for para-aortic region and 41.1 for pelvic region. 40 had pelvic and 27 had paraaortic LN metastasis. 19 cases had only pelvic, six had only para-aortic and 21 had pelvic and para-aortic LN metastasis. The surgical risk factors were similar between the groups, except the presence of lymphovascular space invasion (LVSI). LVSI was detected in 84.2% of cases with para-aortic LN metastasis, but in only 50% of cases in which metastasis were isolated pelvic LN metastasis (p= 0.035). 25.9% of the patients with para-aortic LN metastasis had tubal metastasis and positive peritoneal cytology. This ratio was 10.5% in other group. Age, size of tumor and number of removed lymph nodes were similar between groups.
Conclusion: The surgical and pathologic factors affecting prognosis didn’t differ, except for LVSI, in patients with para-aortic LN metastasis compared patients with isolated pelvic LN metastasis. LVSI is the most important surgical and pathologic risk factor for PALNM. In the presence of LVSI, para-aortic lymph node dissection should be performed.

2.
Rekürren tonsillitte tonsil yüzeyi ve merkezine ait mikrobiyolojik floranın karşılaştırılması ve immünolojik değişikliklerin incelenmesi
Investigation of the immunological changes and comparison of the microbiological flora of the tonsil surface and core in recurrent tonsillitis
Erdoğan Gültekin, Ömer N. Develioğlu, Murat Yener, Mehmet Karakaya, Zafer Çiftçi
Sayfalar 80 - 84
Amaç: Rekürren tonsilliti olan hastalardan alınan tonsillerin yüzey ve merkez kültürlerinden elde edilen floraların karşılaştırılması ve tonsillerin içerisindeki immünolojik değişikliklerin incelenmesi.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Kliniğinde kronik tonsillit tanısıyla tonsillektomi yapılmış olan 42 hasta dahil edilmiştir. Entübasyon ve orofarengeal aspirasyon yapıldıktan sonra, transoral yoldan tonsil yüzeylerinden kültür alınmıştır. Tonsillektomi yapıldıktan sonra her bir tonsil bistüri yardımıyla ikiye bölünmüş ve mikrobiyolojik analiz için merkez kültürleri alınmıştır. Tonsillerin diğer yarısı da, histopatolojik değerlendirme için patoloji laboratuarına gönderilmiştir.
Bulgular: Örneklerden izole edilen bakteriler arasında ilk sırayı beta hemolitik streptokokun aldığı izlendi. Tonsillerin yüzey ve merkez kültürleri kıyaslandığında beta hemolitik streptokok ve alfa hemolitik streptokok izole edilme insidansları arasında istatistiki olarak anlamlı bir fark olmadığı görüldü (p>0.05). Merkez kültürlerde patojen mikroorganizma tespit edilme oranı yüzey kültürlere göre anlamlı olarak daha yüksekti (p<0.05). Germinal merkezlerde ortalama B hücre sayısı 79.35±11.68 ve T hücre sayısı 4.82±4.92 olarak saptandı. B ve T hücre sayıları
arasındaki farkın istatistiki olarak anlamlı olduğu izlendi (p<0,0001 ).
Sonuç: Rekürren tonsillitte yüzey kültürleri etken patojenleri tespit etmede yetersiz kalabilir.
Objective: To compare the microbiologic flora from the surface and core cultures in patients with recurrent tonsillitis and to study the immunologic changes within the tonsils.
Material and Methods: Forty – two patients, who were treated by tonsillectomy for recurrent tonsillitis in Taksim Research and Training Hospital Otorhinolaryngology Department, were enrolled in this study. After intubation and following oropharyngeal aspiration, tonsillar surface cultures were taken transorally. Following tonsillectomy, each tonsil was divided into two using a scalpel and tonsil core cultures were taken for microbiological analysis. The other half of the tonsils were sent to pathology laboratory for histopahological evaluation.
Results: The most frequent bacterium isolated from the samples was beta hemolytic streptococcus. When surface and core cultures of the tonsils were compared, no statistically significant difference was observed in the incidence of beta hemolytic streptococcus and alpha hemolytic streptococcus isolation (p>0.05). Detection of pathogenic microorganism in the core cultures was significantly higher than the surface cultures (p<0.05). In the germinal center mean B cell count was 79.35±11.68 and mean T cell count was 4.82±4.92. The difference of B and T cell counts was statistically significant (p<0,0001).
Conclusion: Surface cultures may be unable to detect the real pathogens in cases with recurrent tonsillitis.

3.
Yenidoğan bebeklerde son on yılda indirekt hiperbilirubinemi değişimi
Indirect hyperbilirubinemia in newborn infants change over the last decade
Nihal Çayönü, Ali Bülbül, Sinan Uslu, Fatih Bolat, Ömer Güran, Asiye Nuhoğlu
Sayfalar 85 - 93
Amaç: Gebelik haftası ≥35 hafta olan yenidoğan bebeklerde sarılık nedenlerini ve sarılık gelişimindeki risk faktörlerini araştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde, on yıllık sürede (Ocak 2000– Aralık 2009 tarihleri arası), gebelik haftası ≥35 hafta olan ve sarılık nedeniyle yatırılarak tedavi edilen tüm bebekler çalışmaya alındı. Retrospektif olarak 1335 bebekte, sarılığın etiyolojisi, kliniği ve laboratuvar özellikleri değerlendirildi.
Bulgular: Çalışma kriterlerine uyan 1335 bebek değerlendirildi. Hastaların 769’u (%57,6) erkekti. Hastaların doğum haftası 38,6±1,0 hafta olarak saptandı. Bebeklerin 677’si (%51,7) ailenin ilk çocuğu idi. Vakaların 804’ü (%60,2) yalnızca anne sütü alıyordu. Başvuru zamanı 5,2±3,7 gün, total bilirubin düzeyi 19,2±4,8 mg/dl idi. Hastaların 719’unda (%53,9) neden bulunamaz iken, 293’ünde (% 21,9) ABO uyuşmazlığı ve 107’sinde (%8) patolojik tartı kaybı vardı. Hiperbilirubinemi erkek cinsiyette ve patolojik tartı kaybı olan hastalarda daha sık görülmekle beraber,
aynı zamanda bu özellikler daha yüksek bilirübin değeri için de anlamlı bir risk etmeni idi (p<0,001). Vakumla doğan bebeklerin hastaneye yatıştaki bilirübin değerlerinin ortalaması diğer doğumlara göre yüksek bulundu.
Sonuç: Hiperbilirubinemi görülme sıklığının ilk bebekte, erkek cinsiyette, vakum ile doğumda ve sadece anne sütü ile beslenen bebeklerde arttığı saptandı. Daha yüksek bilirubin değerlerine ulaşmada ise patolojik oranda tartı kaybı ve erkek cinsiyetin önemli risk faktörleri oldukları belirlendi.
Objective: The aim of this study is to investigate the reasons and risk factors of development of indirect hyperbilirubinemia in babies whose gestation age ≥35 weeks.
Material and Method: This study was a retrospective medical chart review. Neonates who were born ≥35 gestation weeks and treated with the diagnose of indirect hyperbilirubinemia in neonatal intensive care unit of Sisli Etfal Education and Research Hospital in ten years period (between January 2000 and December 2009) were subjected to this study. Etiologic risk factors, clinical and laboratory findings were investigated for 1335 neonates retrospectively.
Results: The gender, mean gestational age and mean birth weight of the infants were 57.6% male, 38.6±1.0 weeks and 3081±533 g, respectively. The ratio of the first children of their families was found 51.7% and amount of 60.2% were breastfeeding. Admisson time was 5.2±3.7 days and total bilirubin level was 19.2±4.8 mg/dl. As the etiological risk factors were assesed, in 293 of patients (21.9%) ABO incompatibility was detected, and in 107 of patients (8%) excessive weight loss whereas no etiologic cause was defined in 719 of patients (53.9%). Hyperbilirubinemia was found to be more frequent for male gender and patients with weight loss, and these properties were significant risk factor for higher bilirubin levels (p<0,001). Infants who were delivered by vacum extraction had higher bilirubin levels at the hospital admission.
Conclusion: In this study, we found that the incidence of hyperbilirubinemia was increased more frequently in male gender, the first infant, with the vacuum delivery and breastfeding. The rate of excessive weight loss and male gender were significant risk factors for achieving higher values of bilirubin were identified.

OLGU SUNUMU
4.
Plastrone apandisit kliniği ile başvuran müsinöz kistadenom olgusu
Mucinous cystadenoma of the appendix presented as plastron appendicitis: a case report
Bülent Çitgez, Gürkan Yetkin, Mehmet Uludağ, Ayşim Özağrı, Ismail Akgün, Sinan Karakoç
Sayfalar 94 - 97
Anormal mukus birikimine bağlı apendiks lümeninin dilate olmasıyla karakterize kistik kitleler apendiks mukoseli olarak adlandırılır. Mukosel terimi makroskobik bir tanımlama olup patolojik tanı değildir. Apendiks mukoseline neden olan lezyonlar hiperplastik lezyonlardan malignitelere kadar değişen bir spektrumda yer alırlar. Bu çalışmada plastrone apandisit kliniği ile başvurup elektif apendektomi uygulanan ve histopatolojik incelemede müsinoz kistadenom tespit edilen bir olgu sunulmuştur.
Mucocele is defined as a cystic mass resulting from a dilated appendiceal lumen caused by abnormal accumulation of mucus. The term mucocele is a gross description, not a pathologic diagnosis. The underlying cause for the mucinous accumulation ranges from a hyperplastic to a malignant process. We present a case of mucinous cystadenoma of the appendix which diagnosed postoperatively after an elective appendectomy performed because of plastron appendicitis.

5.
Lamotrigin kullanımına bağlı önemli bir yan etki: Stevens-johnson sendromu ve toksik epidermal nekrolizis birlikteliği
An important side effect of lamotrigin use: combined of Stevens johnson syndrome and toxic epidermal necrolysis
Ihsan Kafadar, Betül Diler, Nazan Dalgıç Karabulut, Özlem Haşim
Sayfalar 98 - 101
Antikonvulsanlara bağlı Stevens- Johnson sendromu fenobarbital, fenitoin, karbamazepin ve lamotrigin gibi antiepileptik ilaçların neden olduğu, genellikle tedavinin başlangıcından sonraki ilk iki ay içinde ortaya çıkan, ağır cilt reaksiyonları ile karakterize nadir ve yaşamı tehdit edici bir klinik tablodur. Mortalite riski nedeniyle Stevens Johnson sendromuna neden olabilecek ilaçlar en kısa süre içinde kesilmeli ve farklı gruptan ilaçlarla tedaviye devam edilmedilir. Bu çalışmada generalize epilepsi tanısı nedeniyle Lamotrigin tedavisi başlanan ve tedavinin ikinci haftasında vücutta ortaya çıkan yaygın deri döküntüleri nedeniyle ilaç tedavisi kesilen bir olgu sunulmuştur.
Stevens-Johnson syndrome is a rare, potentially life-threatening syndrome that occurs two months after exposure to anticonvulsants drugs such as phenobarbital, phenytoin, carbamazepine and lamotrigine. The use of the offending drug must be terminates immediately to prevent potentially fatal outcomes. In this study, we report a patient diagnosed generalized seizures, and who had received Lamotrigine but developed generalized skin rash at the second week of treatment and the drug was stopped.

6.
Nadir bir ataksi nedeni Louis-bar sendromu
A rare ataxia cause Louis-bar syndrome: case report
Ihsan Kafadar, Betül Aydın Kılıç
Sayfalar 102 - 106
Ataksi telenjiektazi sendromu olarak da bilinen Louis Bar sendromu; serebellar ataksi, okülokütanöz telenjiektazi ve immün yetmezlikle karakterize otozomal resessif kalıtım gösteren bir hastalıktır. İnsidansı 40.000-100.000 canlı doğumda bir olarak bildirilen bu sendrom; disfaji, dizartri, myokloni, malign tümörler, insüline dirençli hiperglisemi ve daha nadir olarak psişik değişikliklerle de karşımıza çıkabilmektedir. Düşük görülme insidansına sahip olması ve farklı klinik bulgular ile ortaya çıkabilmesi nedeniyle tanı konmasında güçlük yaşanabilen Louis Bar
sendromlu iki kardeş olguyu; ataksi ayırıcı tanısında fizik muayenenin önemini vurgulamak amacıyla sunduk.
Louis-Bar syndrome, also known as Ataksi telangiectasia, characterized by cerebellar ataxia, oculocutaneous telangiectasia and immune deficiency. It is inherited autosomal recessively. The incidence of this syndrome was reported as 40,000 to 100,000 live births. It has been associated with dysphagia, dysarthria, myoclonic jerks, malignant tumors, insulin resistant hyperglycemia, and more rarely alterations in psychic disorders. Diagnosis of this syndrome is difficult due to low incidence and different clinical findings. We wanted to emphasize the importance of physical examination in differential diagnosis of ataxia by presenting two brothers diagnosed as louis bar syndrome.

7.
Dyke-Davidoff Masson sendromu: Olgu sunumu
Dyke-Davidoff Masson syndrome: a case report
Ihsan Kafadar, Mine Pullu, Nursu Kara Kandıralıoğlu
Sayfalar 107 - 109
Dyke-Davidoff Masson Sendromu (DDMS) serebral hemiatrofi, kontralateral hemiparezi ve epilepsi ile karakterize nadir bir klinik antitedir. Bu olgu bildirisinde 11 yaşında DDMS tanısı alan erkek hasta; serebral hemiatrofi ve epilepsi ayırıcı tanısında DDMS’nun düşünülmesi gerektiğine vurgu yapmak amacı ile sunulmuştur.
Dyke Davidoff Mason Syndrome (DDMS) is a rarely seen clinical picture characterized with cerebral hemiatrophy, contralateral hemiparesis and epilepsy. This DDMS patient, 11 years old male, is presented to emphasize the importance of recognizing DDMS in differential diagnosis of cerebral hemiatrophy and epilepsy.

DERLEME
8.
İlaç uygulama hataları ve hemşirenin sorumluluğu
Drug administration errors and the responsibility of a nurse
Dilek Aygin, Hande Cengiz
Sayfalar 110 - 114
Hasta birey iyileşmeyi beklerken, ilaç uygulaması sürecinde yapılacak olan hatalar, iyatrojenik hastalıkların ve sakatlıkların ortaya çıkmasına, birçok olumsuzlukların görülmesine, hatta ölüme varan kötü sonuçlara neden olmasına yol açmaktadır. İlaç uygulama hatalarının önlenmesi için; hemşirelerin ilaç hataları konusunda uygun bilgi, beceri ve tutum geliştirilmesine yönelik düzenli olarak eğitilmesi, bu konudaki yayınların takip edilmesi ve hatayı rapor etme konusunda cesaretlendirilmesi gerekmektedir. Bu makalede hemşirelerin ilaç hatalarını önlemedeki
rolü ve sorumluluklarını ele almayı amaçladık.
While a patient is waiting for recovery, the errors which are going to be performed during drug application may cause some harmful results such as the emergence of iatrogenic diseases and disabilities with many negative effects up to death. For the prevention of drug administration errors; nurses need to be trained about it regularly to develop skills and attitudes and they also need to be encouraged in the regard of following publications on this subject and error reporting. We have aimed to address the role and responsibilities of nurses in the prevention
of medications errors in this essay.

LookUs & Online Makale