ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
Şişli Etfal Tıp Bülteni - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 44 (3)
Cilt: 44  Sayı: 3 - 2010
ORIJINAL ARAŞTIRMA
1.
Anesteziyoloji ve reanimasyon kliniği asistanlarının yoğun bakım çalışma dönemlerinin, tükenmişlik, iş doyumu, işe bağlı gerginlik ve durumluluk-süreklilik kaygı düzeylerine etkisi
The effects of working in intensive care unit for the assistant doctors of the department of anesthesiology and reanimation, for the burnout, work-related stress, work satisfaction and state-trait anxiety levels
Deniz Erdem, Harun Atçı, Belgin Akan, Demet Albayrak, Derya Gökçınar, Nermin Göğüş
Sayfalar 93 - 99
İş stresi, bireyin yeteneklerine, fiziksel ya da psikolojik nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan ve bireyde gerilim yaratan durum olarak tanımlanmaktadır. Stres ile baş etme yöntemleri uygun şekilde kullanılamadığında veya yetersiz kaldığında süreç birey zamanla “tükenmişlik sendromu” ile karşı karşıya kalır. Bu çalışmada, Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon biriminde çalışan asistanların “yoğun bakım” çalışma dönemi sırasındaki tükenmişlik, iş doyumu, işe bağlı gerginlik, durumluluk ve süreklilik kaygı düzeylerinin değişip değişmediğini saptamak ve başlangıç ile sonuç arasındaki ilişkiyi belirlemek amaçlanmıştır. Bunun için asistanlara, yoğun bakım biriminde çalışmaya başladıkları ilk gün, çalışma dönemi içinde ve çalışma dönemi bitiminde olmak üzere üç kez, Maslach Tükenmişlik Ölçeği, Minnesota İş Doyumu Ölçeği (İDÖ), İşe Bağlı Gerginlik Ölçeği (İBGÖ) ve Durumluluk ve Süreklilik Kaygı Ölçeği (STAI) verildi. Çalışma dönemi sonundaki İBGÖ puan ortalaması, başındaki IBGÖ puan ortalamasından yüksekti ve aradaki fark anlamlılığa eğilimli, baştaki İDÖ puan ortalaması, sonundaki puan ortalamasından yüksekti ve fark anlamlılığa eğilimliydi. Kadınların Maslach Tükenmişlik Ölçeği’ne ait kişisel başarı alt ölçeği puan ortalaması erkeklerden daha yüksek, yoğun bakım deneyimi 5 ay veya daha uzun olanların kişisel başarı puan ortalaması, 5 aydan daha kısa olanların ortalamasından istatistiksel olarak yüksekti. Yoğun bakımlarda çalışan sağlık personelinde görülen tükenmişlik ve iş stresi azaltılabilirse daha verimli olunacaktır.
Work stress can be defined as the situation that makes person stressful which occur from physical and emotional responses and capability of workers. The end point of this process can set as “Burnout syndrome” if the methods to cut down the stress were insufficient. The aim of this study was to determine the burnout, work-related stress, work satisfaction and state-trait anxiety levels at the beginning and at the end of the period in assistant doctors who work in Intensive Care Unit (ICU) of the department of anesthesiology and reanimation in the Numune training and research hospital. Maslach Burnout Inventory (MBI), Minnesota Satisfaction Inventory (MSI), Work-Related Strain Inventory (WRSI) and State-Trait Anxiety Inventory (STAI) scales were used in the evaluation. These tests were done at the first day, in the middle and at the end of their work period of the assistants in the ICU. At the end of the study the mean level of end-time WRSI was higher than at the beginning time and the mean level of end-time MSI was lower than at the beginning time. These differences were clear but not statistically significant. The personal accomplishment scores of MBI at women were higher than men and same scores of the assistants whose experiences in ICU were
more than 5 months was higher than the others and these differences were statistically significant. In conclusion it can be said that the way of getting more productivity from health personal is to lack of workrelated stress.

2.
Akut lösemili çocuklarda sık görülen deri bulguları
Common skin findings in children with acute leukemia
Eylem Ceren, Gonca Gökdemir, Zeynep Yıldız Yıldırmak, Adem Köşlü
Sayfalar 100 - 105
Amaç: Lösemiler, %25-40 gibi bir oranla çocukluk çağının en sık görülen malinitesidir. Deri bulguları hastalığın seyri sırasında yönlendirici nitelik taşıyabilmektedir. Literatürlerde bunu konu alan az sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu çalışma ile amacımız akut lösemili çocuk hastalarda gözlenen deri bulgularını saptamaktı.
Gereç ve Yöntemler: Hastanemiz Pediatrik Hematoloji ve Onkoloji Kliniği’inde takip ve tedavi edilen olgular çalışmaya alındı. Olguların hastalığı, süresi, remisyonda olup olmadığı ve tedavisi not edildi. Dermatolojik muayenesi yapılarak standart forma kaydedildi.
Bulgular: Yaşları 18 ay-17 (ort: 8.69) arasında değişen 59 akut lösemi hastası (32 erkek, 27 kız) çalışmaya alındı. Hastaların 6‘sı akut myeloblastik lösemi, 53‘ü akut lenfoblastik lösemi idi. Hastalar 1-6 kez (ort: 2.30 kez) görüldü. Hastalık süreleri 1 ay-8 yıl (ort: 2.31 yıl) arasında değişmekteydi. Hastaların %89.8‘i (53/59: 31 erkek, 22 kız) remisyondaydı. Olguların takiplerinde %93.2’sinin (1 akut myeloblastik lösemi ve 3 akut lenfoblastik lösemi olgusu hariç) en az bir muayenesinde deri lezyonu gözlendi. Akut lösemilerin deri infiltrasyonuna dair bulguya rastlanmadı. Kserosis, diffüz alopesi, miliarya, purpura ve pitriasis simpleks en sık gözlenen beş dermatozdu.
Sonuç: Olgularımızda %93.2 oranında deri lezyonu gözledik. Nonspesifik deri lezyonlarını ön planda saptadık. Bu sonuç benzer yayınlarla uyumlu olmakla beraber; geniş serilerle yapılan çalışmalarla daha sağlıklı sonuçlar elde edileceğini düşünmekteyiz.
Aim: Leukemias are the most common malignancies in childhood with a proportion of %25-40. Manifestations of the skin findings can be a router. There are only a few researches in the literature about this subject. Our aim was to determine the skin findings in children with acute leukemia.
Materials and Methods: The cases who were treated and followed up in Pediatric Hematology and Oncology Clinics were included in the study. The diagnose and duration of the disease, whether in remission or not and patients’ treatment were noted. Dermatologic examination was recorded as a standard form.
Results: 59 acute leukemia patients (32 boys, 27 girls; aged 18 months to 17 years - mean: 8.69 years) were included in the study. 6 of the patients were acute myeloblastic leukemia and 53 of them were acute lymphoblastic leukemia. Patients were seen 1-6 times (mean: 2.30) and disease periods were 1 month to 8 years (mean: 2.31 years). 89.8% of the patients were in remission (53/59: 31 boys, 22 girls). In the cases of 93.2%, skin lesions were observed at least one examination (except 1 acute myeloblastic leukemia and 3 acute lymphoblastic leukemia patients). Skin infiltration of acute leukemia was not found. Kserosis, diffuse alopecia, miliaria, purpura and pitriasis simplex were the most frequent dermatoses.
Conclusions: 93.2% of the patients were observed to have skin lesions. Nonspesific skin lesions were detected in the foreground. Although these results are compatible

3.
Diyabetik ayak yarası olan hastalara multidisipliner yaklaşımda ortopedinin yeri
The role of orthopedic’s in multidisciplinary approach to diabetic foot wounds
Yavuz Arıkan, Ünal Kuzgun, Cem Sever, Rafi Armağan
Sayfalar 106 - 112
Amaç: Diyabetik ayak yarası uzun süreli ve ciddi tedavilere gereksinim göstermesi ve tedavinin birçok bölümü ilgilendirmesi nedeniyle multidisipliner bir yaklaşımı gerekli kılmaktadır. Bu nedenle Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde (ŞEAH) beş bölümün (endokrinoloji, enfeksiyon hastalıkları, dermatoloji, ortopedi ve plastik cerrahi) katılımı ile oluşturulan yara konseyi hakkında bilgi verilmesi ve değerlendirilen diyabetik ayak yarası (DAY) olan hastalara ortopedik açıdan yaklaşımın vurgulanması amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: ŞEAH yara konseyinde değerlendirilen 154 hastadan 1.Ortopedi ve Travmatoloji Kliniği’de yatarak tedavi görmesine karar verilen 42’si (29 erkek, 13 kadın; yaş ort: 66) çalışmaya dahil edildi. Hastaların cinsiyeti, yaşı, yara lokalizasyonu gibi demografik bulguları, yara kültür ve anjiografi sonuçları, damarsal patoloji varlığı, kan şekeri düzeyleri, Wagner sınıflamasına göre yara evreleri, yapılan cerrahi işlemler, komplikasyonlar, hastanede yatış süreleri not edildi ve irdelendi.
Bulgular: 2007-2009 tarihleri arasında ŞEAH’de 51 kez yara konseyi yapılarak 154 hasta değerlendirildi. Hastalardan 120’si (76 erkek, 44 kadın yaş ort: 58.6) diyabetikti (tip 1/2=3/117). Yara süreleri 2 hafta-18 yıl arasında değişmekteydi. Bunlardan 1.Ortopedi ve Travmatoloji Kliniği’ne yatırılarak tedavi edilen 42 olgunun tamamı tip 2 diyabetes mellitustu (DM) ve ortalama yara süreleri 3.4 ay idi. Lezyonlar distal yerleşimli ve enfekte idi. Damar patolojisi olarak distalde daha fazla tıkanıklık saptandı. Kültürlerde ise en fazla stafilokokus aureus üredi. Wagner sınıflamasına göre; olguların yarısından fazlası evre 4 ve üzeri (%55.7) idi. Olgulara %59.5’ine diz altı, %23.8’ine diz üstü amputasyon yapıldı. Beş hastaya debridman ve drenaj, 3’üne hiperbarik oksijen (HBO) tedavisi, 3’üne vakum yardımlı yara kapama sistemi (VAC; vacumm assisted closure) eklendi. Ameliyat sonrası takiplerde enfeksiyon gelişen 9 olguya reamputasyon yapıldı. Hastaların hastanede yatış süreleri ise 4-22 gün (ort: 13.2 gün) olarak belirlendi.
Sonuç: DAY olan hastalar için multidisipliner yaklaşım ile hastaların klinikler arası görüş alışverişi trafiği oldukça azalmaktadır. Çalışmamız ile ortopedinin bu ekipte önemli bir yeri olduğu ve DAY olan hastaların tedavisi için tek bir bölüm dışında, diğer kliniklerle beraber yapılan değerlendirmelerin yara tedavisindeki başarıyı artıracağı sonucuna ulaştık.
Objective: Owing to management of diabetic foot wounds (DFW) need severe and long-term treatment protocol that concerns many departments; diabetic foot ulcers necessitate multidisciplinary approach. Therefore a council was constituted that called “Wound Council”, included five deparments (endocrinology, infectious diseases, dermatology, orthopedics and plastic surgery) in Sisli Etfal Research an Training Hospital. The purpose of this study was to inform about the wound council and to emphasise the role of orthopedic approach to DFW.
Methods: A total of 42/154 patients (29 male and 13 female; mean age: 66) who had DFW, were evaluated on “Sisli Etfal Research and Training Hospital - Wound Council” and were decided to be treated by 1. Orthopaedics and Traumatology Clinic were included in this study. Patients’ demographic findings such as gender, age, location and duration of wound, wound culture, results of angiography, presence of vascular pathology, blood sugar levels, wound stages according to Wagner classificaion, surgical prosedures, complications and period of hospitalization were noted.
Results: Fifty one meeting were done in “Sisli Etfal Research and Training Hospital - Wound Council” between 2007-2009 and 154 patients were assessed. 120 of patients (76 male, 44 female and mean age: 58.6) had diabetes (type 1/2=3/117). Wound durations were changing between 2 weeks and 18 years. 42 of these patients who were hospitalized to 1. Orthopedics and Traumatology Clinic had tipe 2 diabetes mellitus (DM) and their mean wound durations were 3.4 month. Staphylococcus aerius were the more spawning microorganism. According to
Wagner classification; more half of patients were stage 4 and 5 (55.7%). 59.5% of patients had lower knee and 23.8% of patients had upper knee amputations. In addition debridement and drainage were applied to five of them, hyperbaric oxygen therapy (HBO) were added 3 of them and vacumm assisted closure (VAC) were added in 3 of them each. Reamputation precedure were applied to 9 of patients who had infection on postoperative follow-up period. Period of hospitalization period were 4-22 days (mean: 13.2).
Conclusion: Consultation traffic of necessary departments for the patients who have DFW decreases with mutidisciplinary approach. We’ve understant that orthopedic practice has an important place in this team. According to our study; for effective treatment of this DFW patients, multi clinical assessement can increase the success instead of single approach.

OLGU SUNUMU
4.
Saçlı deride ve boyunda yerleşimli multipl bazal hücreli karsinom
Multiple basal cell carcinoma lokalized on neck and scalp
Ali Okan Gürsel, Cüneyt Kucur, Ahmet Karavuş
Sayfalar 113 - 115
Bazal hücreli karsinom (BHK) primer cilt tümörlerinin en yaygın olanıdır ve etyolojisindeki en önemli faktör ultraviyole ışığa maruziyetidir. Tipik olarak güneş gören yerlerde ortaya çıkar. Eş zamanlı multipl lezyonlar nadir olarak gözlenir ve görüldüklerinde genellikle bir sendroma eşlik ederler. Kliniğimize boyun ve saçlı derisinde, ülserasyon ve kabuklanmalar gösteren, maküler ve nodüler lezyonlar ile başvuran 58 yaşında bayan hastanın tespit edilen bütün lezyonları eksize edildi ve patolojik incelemelerin neticesi BHK olarak bildirildi. Hastanın yapılan tetkiklerinde eşlik eden herhangi bir sendromik bulguya rastlanmadı. Literatürde bir sendroma eşlik etmeyen multipl BHK olguları nadirdir. Ultraviyole ışığın ilerleyen yaşla birlikte artan etkisi birden fazla tümör oluşumuna yol açabileceği için bu hastaların takibi önemlidir.
The most important etiologic factor of basal cell carcinoma, which is the most frequent primer skin cancer, is ultraviolet light exposure. Typically it occurs in areas of chronic sun exposure. Synchronous multiple tumors are exceptional and if present, they are commonly associated with a syndrome. In a 58 years-old woman, ulcerated and crusted, macular and nodular lesions on neck and scalp were excised and pathologic examination of all lesions revealed as basal cell carcinoma. No accompanying syndromic finding was found. Non-syndromic multiple basal cell carcinomas are rare in the literature. Since increasing effect of ultraviolet light with aging may cause multiple tumors, the follow up of these patients are significant.

5.
Lipomatöz hemanjioperisitom (Soliter fibröz tümörün yağ dokusu içeren varyantı)
Lipomatous hemangiopericytoma (Fat- containing variant of solitary fibrous tumor)
Fevziye Kabukçuoğlu, Ayşim Özağarı, Yavuz Kabukçuoğlu, Gürkan Yetkin
Sayfalar 116 - 119
Lipomatöz hemanjioperisitom nadir görülen ve yavaş gelişen benign bir mezenkimal tümördür. Alt ekstremitenin derin yumuşak dokuları ve retroperiton en sık tutulan bölgelerdir. Hemanjioperisitomun bu özel varyantı 1995’te Nielsen tarafından tarif edilmiştir. 36 yaşında erkek hasta, sağ inguinal bölgede 12 yıldır mevcut kitle nedeniyle kliniğe başvurmuştur. Derin yumuşak doku içerisinde 14 cm çapında mobil ağrısız kitle tespit edilmiştir. Biyopsi sonucu hemanjioperisitom ile uyumlu bulunmuştur. Kitle tamamen çıkarılmıştır. Makroskopik incelemede 14x10x7 cm ölçülerinde iyi sınırlı, elastik kıvamlı, solid kitle görülmüştür. Kesiti sarı-krem renkli alacalı görünümdedir. Mikroskopik olarak matür yağ dokusu alanları ile karışık sellüler alanlar izlenmiştir. Sellüler alanlar oval veya iğsi şekilli hücrelerle çevrili dallanan ince duvarlı kapiller yapılardan oluşmaktadır. Lipoblast görülmemiştir. Histopatolojik bulgular ile lipomatöz hemanjioperisitom olarak değerlendirilmiştir. Hastanın beş yıllık takibinde nüks görülmemiştir. Bu nadir tümörün histopatolojik ve klinik özellikleri orijini ile birlikte tartışılmıştır.
Lipomatous hemangiopericytoma is an uncommon, slow-growing benign mesenchymal neoplasm, composed of mature adipocytes and hemangiopericytoma-like areas. The deep soft tissues of the lower extremity and the retroperitoneum are mostly affected. This unique variant of hemangiopericytoma was described by Nielsen in 1995. A 36 year old male presented with a 12 year history of a slowly enlarging mass in the right inguinal region. 14 cm, mobile, painless mass within deep soft tissues was detected. Biopsy findings were consistent with hemangiopericytoma. The mass was totally excised. On gross examination the tumor was a 14x10x7 cm, well-circumscribed, firm, solid mass. It was yellowish – tan on cross section. Microscopically it was composed of cellular areas admixed with single cells, clusters or lobules of mature adipocytes. The histopathological findings were interpreted as lipomatous hemangiopericytoma. Five year follow up of the patient showed no recurrence. Histopathological and clinical features of this distinctive tumor is presented with a brief discussion of its origin.

6.
Kanayan bronşial arter dalının transarterial mikrokatater embolizasyon ile tedavisi
Trans arterial microcatheter embolization treatment for bleeding bronchial artery branch
Kosti Can Çalışkan, Sıtkı Mert Ulusay, Ender Uysal, Şebnem Türk, Zeki Karpat
Sayfalar 120 - 123
Multitravma nedeniyle yoğun bakım ünitesinde takip edilen olguda sağ bronşiyal arter dalından kaynaklanan kanamaya bağlı tekrarlayıcı hemoptizi sorunu bronşial arterin endovasküler embolizasyonu (BAE) işlemi ile tedavi edildi. İşlem sonrasında hemoptizi saptanmadı. Hastanın uzun süre yoğun bakım ünitesinde kalışı sırasında, sağ akciğer alt lobta gelişen pnömoni ve entübasyon işlemi sırasında entübasyon kanülünün akciğer parankiminde yapmış olduğu travma hemoptizi için zemin hazırlamış olup, cerrahi olarak tedaviyi tolere edemiyeceği düşünülen olguda embolizan madde - koil kombinasyonu kullanılarak endovasküler tedavi başarı ile uygulandı.
In the case which is followed in intensive care unit because of multitrauma, reiterative hemoptysis issue due to hemorrhage arising from right bronchial artery was treated with the operation of endovascular embaluzation of bronchial arter. Hemoptysis was not detected after the operation. In the course of patient’s long duration in intensive care unit, developing pneumonia in lower lobe of right lung and trauma which happenned in lung parenchyma because of intubation cannula during the process of intubation pave the way for hemoptysis, in the
case, which was thought that the patient cannot tolerate surgical treatment, endovascular treatment was got off the ground by using embolizan material – coil combination.

7.
Neonatal yoksunluk sendromu
Neonatal abstinence syndrome
Emrah Can, Ali Bülbül, Sinan Uslu, Ömer Güran, Asiye Nuhoğlu
Sayfalar 124 - 127
Neonatal yoksunluk sendromu, uterus içinde bağımlılık yapan maddeye maruz kalmış infantlarda çekilme semptomlarıyla ve fiziksel bağımlılıkla karakterize klinik bir durumdur. En iyi tanı metodu bebeğin ilk mekonyumunda bağımlılık yapan maddenin saptanmasıdır. Eroin kullanan annelerin bebeklerinde neonatal yoksunluk sendromunun görülme sıklığı %16-90’dır. Klinik bulgular sıklıkla ilk 48-72 saat içerisinde ortaya çıkmaktadır. Tremor ve hiperirritabilite en belirgin bulgulardır. Yenidoğanda en sık merkezi sinir sistemi ve gastrointestinal sistem etkilenmektedir. Mortalite; sıklıkla eşlik eden erken doğum sorunları, enfeksiyon ve perinatal asfiksi ile ilişkilidir. Konvülziyon, ishal, uyku ve beslenme düzenini bozan hiperirritabilite varlığında yoksunluk sendromu tedavi edilmelidir. Tedavide opiatlar, benzodiazepinler, fenobarbital ile birlikte yenidoğanın sakin ve sessiz bir ortama alınması ve uyaranların minimuma indirilmesi önemlidir. Bu yazıda gebelik dönemi süresince eroin kullanan bağımlı bir annenin, bebeğinde saptanan neonatal yoksunluk sendromu olgusu sunulmuştur.
Neonatal abstinence syndrome is characterized by a clinical situation with withdrawal symptoms and physical dependence in the uterus exposed to addictive substances in infants. The well-known method in diagnosis of neonatal abstinence syndrome is to identify addictive substances in the first meconium. The prevalence of neonatal abstinence syndrome is between 16-90% in infants of mothers who used heroin. Clinical findings often occur within the first 48-72 hours. Most obvious symptoms are tremor and hiperirritability. Neonatal central nervous system is most common affected. Gastrointestinal system creates a second often affected. Mortality associated with premature birth problems, infections and perinatal asphyxia. This syndrome should be treated when it were convulsions, diarrhea, sleep and diet in the presence of the distorting extreme deprivation syndrome. Treatment of the syndrome were important by opium, benzodiazepines, phenobarbital with calm and
quiet environment and to minimize the stimulus into newborn. In this article presented with neonatal abstinence syndrome detected by a dependent mother’s baby heroin use during pregnancy period.

8.
Laringeal tümörü olan hastada acil entübasyon sonrası atelektazi gelişimi
Atelectasis in a case with larynx tumour after urgent intubation
Müge Coşkun Çelik, Ayşe Hancı, Şebnem Türk, Melehat Erol, Birsen Ekşioğlu
Sayfalar 128 - 130
Laringeal kitle sebebiyle ortaya çıkan acil hava yolu obstrüksiyonu hızlı bir şekilde kontrol edilmelidir. Ancak beklenmeyen kitlelerin görüldüğü bu tarz entübasyonlar travmatik olabilmektedir. Bu makalede; acil servise solunum güçlüğü ile gelen daha sonra bilinç durumunda kötüleşme ve ciddi asidozunun olması sebebiyle entübe edilen laringeal tümörlü bir olgu sunulmaktadır. Entübasyon sırasında hastanın kitlesi görüldü ve trakeostomi için operasyona alındı. Postoperatif dönemde, oskültasyonda sol akciğer alanında solunum sesleri alınamadı ve çekilen akciğer grafisinde atelektazi saptandı. Bilgisayarlı tomografi çekilen, rijid bronkoskopi yapılan hastaya fiberoptik bronkoskopi planlandı. Hasta trakeal aspirasyon sonrası kitleyi kendiliğinden çıkardı. Kitlenin patoloji sonucu laringeal skuamöz cell CA olarak geldi. Bu olgu sunusunda, laringoskopi sırasında beklenmeyen laringeal tümör ile karşılaşılan hastalarda kitlenin travmatize edilebileceğinin göz önünde bulundurulması gerektiğini vurgulamak istedik. Hastaların dikkatli oskültasyonu ve akciğer grafisi ile kontrolü oldukça önemlidir.
The imminent airway obstruction caused by a tumor of the larynx must be control quickly. However, this kind of intubations with unexpected tumors may be traumatic. In this case report; a case with laryngeal tumor admitted to emergency department due to progressive breathing diffuculty and later was intubated because of downing consciousness level and severe respiratuar acidosis, was illustrated. During intubation the tumor was seen and he was taken to operation for tracheostomy. In postoperative period, after oscultation of thorax at left lung field breath sounds couldn’t taken and atelectasis was seen in thorax graphy. A computed tomography scan of the thorax, rigid bronchoscopy performed and fiberoptic bronchoscopy was planned.The patient, spontaneously removed the fragment after tracheal aspiration. The pathology result of the fragment reported as larynx squamöz cell CA. In this case report we want to emphasize when confronted with unexpected tumors of larynx
in course of laryngoscopy, the travmatization of the fragment must be considered. The oscultation of lung and controlling with thorax graphy is so important.

9.
Alloimmun trombositopeni ilişkili fetal intrakraniyal kanama
Fetal intracranial hemorrhage associated with alloimmune thrombocytopenia
Emrah Can, Muhittin Çelik, Ali Bülbül, Sinan Uslu, Selda Arslan
Sayfalar 131 - 133
Fetal dönemde serebral kanama oldukça farklı nedenlere bağlı olarak gelişen patolojik bir durumdur. Yenidoğanda ventriküller içi kanama sıklığı yaklaşık %25-45 oranında bildirilmektedir. Neonatal alloimmun trombositopeni fetal trombositlerin baba veya anne kaynaklı olarak bir antijenden yoksun kalması durumunda gerçekleşmektedir. Yenidoğanlar tipik olarak sağlıklı iken, erken postnatal dönemde trombositopenin derecesi ile orantılı olarak fetal intrakranial kanama dahil olmak üzere orta ve şiddetli bulgular gösterebilir. Bu yazıda antenatal dönemde tespit edilen fetal intrakraniyal kanama olgusunda postnatal tanı konulan alloimmun trombositopeni sunulmuştur.
Cerebral hemorrhage during fetal period may be related to various etiologies. The frequency of intraventricular hemorrhage in neonates is reported to be 25-45%. Neonatal alloimmune thrombocytopenia (NAIT) develops when fetal thrombocytes lack an antigen which is derived either from mother or the father. Typically affected newborns are healthy after birth and during early postnatal period, they may show moderate or severe symptoms including fetal intracranial hemorrhage related to the degree of thrombocytopenia. A newborn with an antenatal diagnosis of fetal intracranial hemorrhage who postnatally was found to have NAIT was presented in this case report.

10.
Konjenital sitomegalovirus enfeksiyonu
Congenital cytomegalovirus Infection: a case report
Emrah Can, Selda Arslan, Serdar Çömert, Ali Bülbül, Sinan Uslu
Sayfalar 134 - 136
Santral sinir sistemini tutulumu olan konjenital CMV enfeksiyonu tedavisinde Gansiklovir tedavisi tartışmalıdır. Zamanında spontan doğumla doğan olgunun annesinde CMV IgG (+), CMV IgM (-) saptandığı öğrenildi. Olgunun fizik muayenesinde dismorfik yüz görünümü ve 3 cm hepatomegali tespit edildi. Kraniyal tomografisinde subaraknoid mesafede genişlik ventrikül dilatasyonu, periventriküler kalsifikasyon saptanması nedeniyle olguda konjenital CMV enfeksiyonu düşünüldü. Olgunun serolojik testlerinde CMV IgM (+) saptandı. Koryoretinit tespit edilmedi. Beyin sapı işitsel uyarılmış potansiyeller ve odyometrisi normal saptandı. Plazma CMV DNA PCR pozitif saptanan olguya Gansiklovir tedavisi 6 hafta olarak devam edildi. Konjenital CMV enfeksiyonunda multisistem tutulumu olabileceği öngörülmeli ve santral sinir sistemi tutulumunda medikal tedavi başlanmalıdır.
Gancyclovir and valgancyclovir treatment in congenital CMV infection with central nervous system involvement is controversial. A term neonate delivered via vaginal route was found to have dysmorphic facies and a palpable liver extending 3 cm below intercostal margin. The detection of enlargement of subarachnoid space, ventricular dilatation and periventricular calcification in cranial computerized tomography suggested congenital CMV infection. Serologic tests of the patient revealed that CMV IgM was positive. The mother’s serology was found to be CMV IgG(+) and CMV IgM(-). Chorioretinitis was not found in ophtalmological examination. Brain stem evoked potentials and audiometric evaluation were found to be normal. After detection of CMV DNA positivity in PCR, gancyclovir treatment was continued for 6 weeks. Multisystemic involvement in congenital CMV infection should be suspected and in case of central nervous system involvement, medical treatment should be initiated.

DERLEME
11.
Doğum ağrısının kontrolünde kullanılan nonfarmakolojik gevşeme ve tensel uyarılma yöntemleri
Use of nonpharmacologic relaxation and tactile stimulation methods in labor pain
Rojjin Mamuk, Naile Inci Davas
Sayfalar 137 - 144
Farklı kültürlerde deneme yanılma yoluyla ortaya çıkan nonfarmakolojik ağrı kontrol yöntemleri oldukça ekonomik, konforlu, güvenilir ve kullanımı kolay uygulamalardır. Analjezik etkisi kapı kontrol teorisi ve endorfin teorisi ile açıklanan bu yöntemlerin doğumda anksiyete ve korkuyu azalttığı, ağrı kontrolünü arttırdığı ve konforu desteklediği bilinmektedir. Doğumda nonfarmakolojik ağrı kontrol yöntemleri; gevşeme, tensel uyarılma, ruhsal uyarılma ve solunum teknikleri olmak üzere dört grupta incelenmektedir. Bu derlemede, ağrı kontrolü ve rahatlamayı sağlamak amacıyla kullanılan nonfarmakolojik gevşeme ve tensel uyarılma yöntemlerinin doğumda nasıl kullanıldıkları ele alınacaktır.
Nonpharmacologic pain control methods emerging from different cultures via trial and error method are highly economical, comfortable, reliable and easy to use applications. These methods, whose analgesic effects are explained with door control theory and endorphin theory, decrease anxiety and fear, increase pain control and support comfort at birth. In the literature, nonpharmacologic pain control methods are analyzed under four groups; namely, relaxation, tactile stimulation, psychic stimulation and respiratory techniques. This collection will handle how to use nonpharmacologic relaxation and tactile stimulation methods in birth, which are used for pain control and for providing relaxation.

LookUs & Online Makale