ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
Şişli Etfal Tıp Bülteni - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 44 (1)
Cilt: 44  Sayı: 1 - 2010
ORIJINAL ARAŞTIRMA
1.
Tek insizyondan laparoskopik kolesistektomi
Single incision laparoscopic cholecystectomy
Mehmet Mihmanlı, Uygar Demir, Ece Dilege, Cemal Kaya, Özgür Bostancı, Önder Karabay, Tahir Atun, Mustafa Arısoy, Şener Okul, Gürhan Işıl
Sayfalar 1 - 4
Laparoskopik kolesistektomi safra kesesi taşlarının tedavisinde altın standart bir teknik olmuştur. Son yıllarda bu işlem tek bir insizyondan yapılmaktadır. 2009 yılı Aralık ayında, iki olguda tek insizyondan (single port) laparoskopik kolesistektomi yapıldı. Elastik kanül göbek deliğinin tam içinden girildi. Açılanma yapan aletler bu elastik kanülün içinden geçildi. Safra kesesinin fundusu polipropilen ile batın duvarının arkasına fixe edildi ve laparoskopik kolesistektomi başarıyla yapıldı. Bu teknik güvenli, etkin ve daha az ağrı hissettiren bir ameliyat olarak değerlendirildi. Ancak randomize karşılaştırmalı çalışmalarla kanıtlanması gerekir.
Laparoscopic cholecystectomy is gold standart technique for treatment of cholelithiasis. In last years the procedure has performed with single incision. In 2009 December, single incision (single port) laparoscopic cholecystectomy was performed in two cases. Elastic port was entered just through the umbilicus. Roticulating devices were entered through the elastic port. Gallbladder fundus was fixed to the posterior ot the abdominal wall and laparoscopic cholecystectomy was achieved. This technique was determined as a safe, efficient and less painful operation. However it has been required to proved with randomized studies.

2.
Koroner arter baypas greftli hastalarda ortalama trombosit hacminin greft açıklığı üzerindeki etkisi
The effect of mean platelet volume on greft patency in patients with coronary artery bypass surgery
Osman Akın Serdar, Sinan Arslan, Tolga Doğan, Can Özbek, Taner Kuştarcı
Sayfalar 5 - 10
Amaç: Çalışmamızda koroner arter baypas greftli hastalarda ortalama trombosit hacminin baypas greft açıklığı üzerindeki etkilerini değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2004 - Mayıs 2009 tarihleri arasında koroner anjiografisi yapılan 323 koroner arter baypas greftli hastanın kayıtları incelendi. Katılımcılar baypas greftleri açık olan 199 ( 151‘i erkek, 48‘i kadın) hasta ve en az bir greftin total oklüzyonu saptanan 124 (104‘ü erkek, 20‘si kadın) hasta olarak 2 gruba ayrıldı. Ortalama trombosit hacmi değerinin baypas greft açıklığı üzerine etkisi ile yaş, cinsiyet, sigara, diyabetes mellitus, obezite, hipertansiyon, hiperlipidemi gibi risk faktörleri, hastaların kullandığı ilaçlar, kan biyokimyası ve baypas sonrası geçen süreleriyle olan ilişkisi araştırıldı.
Bulgular: Her iki grup arasında yaş (p=0,091),cinsiyet (p=0,087), hipertansiyon (p=0,180) diyabetes mellitus (p=0,204), hiperlipidemi (p=0,644),sigara kullanımı (p=0,856) arasında belirgin bir fark saptanmazken obezite 1. grupta daha fazla izlendi (p=0,035). Baypas sonrası geçen süre 1. grupta 8,75±4,35 yıl, 2. grupta 10,56±6,02 yıl olarak belirlendi. (p=0,006). Ortalama trombosit hacmi baypas grefti tıkalı olan grupta anlamlı derecede yüksek bulundu (10.5±5.6 fl ve 8.8±1.4 fl, p<0,001). 1. grupta nitrat kullananların oranı (p=0,01) 2. grupta da Warfarin kullananların oranı (p=0,040) diğer gruba göre daha yüksek saptandı.
Sonuçlar: Çalışmamızda artmış ortalama trombosit hacmi (OTH) değerinin baypas damarı kapalı olan hasta grubunda, açık olan hasta grubuna göre anlamlı olarak daha yüksek olduğunu gösterdik. Bu durum OTH değeri yüksek olan koroner baypas greftli hastalarda daha yoğun anti-trombosit tedavinin gerekebileceğini göstermektedir.
Purpose: In our study, we aimed to investigate the effects of mean platelet volume on graft patency in patients with coronary artery bypass surgery.
Material and Methods: We investigated the registeries of 323 patients with coronary artery bypass surgery who were hospitalizated for coronary angiography between January 2004 and May 2009. Participants were divided into 2 groups. Patent-Graft Group was consisted of 199 patients (151 male, 48 female), and Occluded-Graft Group consisted of 124 patients (104 male, 20 female). In the occluded-graft group, at least one graft occlusion was detected. We investigated the relationship between the effects of the mean platelet volume, age, sex, smoking, diabetes mellitus, obesity, hypertension, hyperlipidemia, medicine usage, blood chemistery and the time after bypass surgery on the graft patency.
Results: Between two groups, no significant difference was noted for age (p=0,091), sex (p=0,087), hypertension (p=0,180), diabetes mellitus (p=0,204), hyperlipidemia (p=0,644) and smoking (p=0,856) But for obesity there was a significant istatistical difference on behalf of the first group (p=0,035). Time after bypass surgery was 8,75 ± 4,35 and 10,56 ± 6,02 years for the first and the second groups, respectively (p=0,006).Mean platelet volume was significantly higher in the graft occluded group (10.5 ± 5.6 fl and 8.8 ± 1.4 fl, p<0,001). Nitrate
usage was higher in the first group (p=0,01) and warfarin usage was higher in the second group (p=0,040)
Conclusion: In this study, we have shown that mean platelet volume was significantly higher in occluded-graft group than the patent-graft group. This finding shows us that patients with occluded grafts may need more aggressive anti-platelet therapy.

3.
Memenin mezenkimal tümörleri
Mesenchymal tumors of the breast
Hanife Özkayalar, Fevziye Kabukçuoğlu, Canan Tanık, K. Gülçin Eken, Özlem Ton Eryılmaz, Gürkan Yetkin
Sayfalar 11 - 16
Amaç: Memede mezenkimal tümörler benign malign ayrımı olmaksızın nadir rastlanır. Meme lezyonları ele gelen kitle şeklinde bulgu verebilecekleri gibi görüntüleme yöntemleri ile insidental olarak da saptanabilirler. Bu çalışmada kliniğimizde tanı verilen meme lokalizasyonlu mezenkimal tümörler değerlendirilmiştir.
Gereç ve Yöntemler: 1991-2009 yılları arasında kliniğimizde tanı alan meme lokalizasyonlu mezenkimal tümör olguları çalışma kapsamına alınmıştır. Bu olguların klinik bulguları patoloji raporları ve lamları retrospektif olarak yeniden incelenmiştir.
Bulgular: Toplam 23 olgunun 20’si kadın 3’ü erkektir. Lezyonlar lokalizasyonuna göre sınıflandırıldığında 12 tanesi sol meme, 10 tanesi sağ meme yerleşimlidir. Bir lezyonun lokalizasyonu belirtilmeden gönderilmiştir. Olguların histopatolojik tanılarına göre dağılımı 12 adet lipom, 2 adet hemanjiom, 2 adet myofibroblastom ve birer adet anjioleiomyom, hemanjioperisitom, fibromatozis, kondrosarkom, anjiosarkom, metastatik rabdomyosarkom liposarkom şeklindedir. Erkek olguların tanıları ise 2 adet lipom ve myofibroblastomdur. İncelenen olguların 19’u benign (%85) ve 4’ü (%15) malign olarak değerlendirilmiştir.
Sonuç: Mezenkimal tümörler nadir olmakla birlikte memede rastlanabilir. Benign lezyonlar daha sık görülmesine rağmen çok seyrek olarak primer veya metastatik tüm malign mezenkimal tümörlerin meme dokusundan gelişme olasılığı mevcuttur. Özellikle küçük biopsi materyalleri değerlendirilirken mezenkimal tümör olasılığı da akılda bulundurulmalı, gerek görülen olgularda immunohistokimyasal yöntemler uygulanmalıdır.
Mesenchymal tumors of the breast, including benign and malignant lesions are rare. The presenting feature is often a palpable solid mass, however they may be diagnosed incidentally by radiological methods. Mesenchymal tumors of the breast diagnosed in our clinic have been evaluated in this study.
Material and Methods: Mesenchymal tumors localized in the breast, diagnosed between the years 1991-2009 are included in this study. Clinical findings, pathology reports and slides of the cases are evaluated retrospectively.
Results: A total of 23 patients (20 female, 3 male) were included in the study. According to their sites of involvement, 12 lesions were in the left and ten were in the right breast. The location of one of the cases is unknown. Histopathological diagnosis of the lesions were as 12 cases of lipoma, 2 cases of hemangioma, 2 cases of myofibroblastoma and one case of hemangiopericytoma, angioleiomyoma, chondrosarcoma, fibromatosis, angiosarcoma, metastatic rhabdomyosarcoma and liposarcoma each. Two of the male cases were lipoma and one case was myofibroblastoma. 19 cases (85%) were benign and 4 cases (15%) were malignant.
Conclusion: Although very rare, mesenchymal tumors can be encountered in the breast. Benign lesions are diagnosed more often, however malignant and metastatic mesenchymal tumors may also arise. Possibility of a mesenchymal tumor should be taken into consideration. especially when evaluating small biopsy specimens and immunohistochemical methods should be applied whenever necessary.

4.
Dermoskopi polikliniği hastalarının retrospektif olarak değerlendirmesi
A retrospective evaluation of dermoscopy outpatients
Bilge Ateş, Ilknur Kıvanç Altınay, Adem Köşlü
Sayfalar 17 - 21
Amaç: Melanositik pigmente deri lezyonlarının birbirinden ayrımı, planlanacak tedavi yaklaşımı açısından önemlidir. Dermoskopi özellikle melanositik deri lezyonlarının non-melanositik deri lezyonlarından ayırt edilmesinde ve malign gelişimin erken evrelerini haber vermede yararlı bir yöntemdir. Son yıllarda non-melanositik deri lezyonlarının ve tümörlerinin tanısında da dermoskopik tanı yardımcı bir yöntem olarak kullanılmaya başlanmış, dermoskopi uygulamalarının işlerliği ve yaygınlığı artmıştır. Non-invaziv olan bu yöntem sayesinde nevüslerin malignleşme sürecindeki ilk değişimleri fark edilerek erken tanı sağlanabilirken riskli lezyon sınıfındaki nevüslerin de gereksiz cerrahi eksizyonu yapılmadan izlemi mümkün olmaktadır. Bu çalışmada kliniğimiz dermoskopi polikliniğine dokuz yıl boyunca başvuran hastaların lezyonlarının sosyodemografik, klinik ve histopatolojik tanı yönünden irdelenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Kliniğimiz dermoskopi polikliniğine başvuran 810 hastanın yaş ve cinsiyetleri ile bu hastalardaki toplam 1967 adet lezyonun dermoskopik tanıları kaydedildi. Lezyonlar tanılarına göre melanom, nevus ve non-melanositik lezyonlar olmak üzere üç ana grupta; yerleşim yerleri ise baş-boyun, gövde, alt-üst ekstremite ile tırnak olmak üzere beş grupta değerlendirildi. Lezyonların dermoskopik tanıları yanı sıra, cerrahi eksizyon ve patolojik tetkik yapılanlarda dermoskopik ve patolojik tanılar eşleştirildi.
Bulgular: 531’si kadın (yaş aralığı 1-89 ort yaş 41.7), 279’ü erkek(yaş aralığı 1-93 ort yaş 43.3) olmak üzere toplam 810 hastanın 1967 lezyonu dermoskopik olarak incelendi. Lezyonlar en sık gövde (881 %44.8) yerleşimliydi. Dermoskopik tanılar arasında en sık dermal nevus (503 %25.5), konjenital melanositik nevus (268 %13.6), jonksiyonel nevus (263 %10.3) mevcuttu. Eksizyon yapılan ve histopatolojik sonuca ulaşılan 55 lezyon vardı. Dermoskopik olarak 55 lezyonun 33 (%60)’ü histopatolojik tanıyla aynı tanıyı aldı. Lezyonların 82 (%4.1)’i malign, 189 (%9.6)’u premalign, 1686 (%85.7)’sı bening karakterdeydi. Malign Melanom(MM) 24 (%1.2) oranda saptandı. 181 (%9.2) displastik nevüs saptandı, bunların sadece 19 tanesi MM kuşkusuyla eksize edildi, diğerlerinin kontrolü aralıklı dermoskopik değerlendirme ile sağlandı.
Sonuç: Dermoskopi uygulamaları iyi organize edilmesi halinde eğitimli personel ve yeterli teknik donanımla melanositik ve non-melanositik lezyonların tesbitinde ve tedavisinde non-invaziv olarak geçerli ve güvenilir bir yöntemdir.
Objective: Differential diagnosis of melanocytic skin lesions and early detection of malignant changes in nevi are important in determining the treatment modality. Dermoscopy is an useful technique in both establishing early changes. of malignant and in distinguishing melanocytic pigmented skin lesions from non-melanocytic pigmented skin lesions Therefore, two benefits of this method are early diagnosis in malignant nevi and to eliminate needless surgical interventions in the follow up of common nevi. Our objective was to evaluate the data of the patients who had admitted our dermoscopy outpatient clinic for nine years and to document the results.regarding sociodemoghrafic, clinical and histopathological characteristics.
Method: Sociodemographic features of a total 810 dermoscopy outpatients and the dermoscopic results of 1967 lesions were recorded in digitalized media. Lesions were categorized in three groups (melanoma, nevus and non-melanocytic lesions) according to diagnosis and in five groups (head-neck, trunk, upper-lower extremities and nail) according to localization. Dermoscopic diagnosis and histopathologic results were evaluated.
Results: Total 810 patients, 531 women (age range 1-85 and mean age 41.7), 279 men (age range 1-93 and mean age 43.3) and dermoscopic diagnosis of 1967 lesions were evaluated. Trunk was the most common site of localization (881 patients, 44.8%). The most common dermoscopic diagnoses were dermal nevus (503 patients, %25.5), congenital melanocytic nevus (268 patients %13.6) and junctional nevus (263 patients %13.3). Histopathological results of 55 patients’ excision materials were reached. The dermoscopic diagnoses of 33 (%60) lesions out of a total 55 lesions were concordant with their histopathologic diagnoses
Conclusion: Digital dermoscopy offers advantages as a reliable and acceptable method for daily routine in the diagnosis and therapy of melanocytic and non-melanocytic lesions in the existence of educated staff and adequate technical equipment.

5.
Kraniyal bilgisayarlı tomografide saptanan fizyolojik pineal gland, koroid pleksus ve habenular komissür kalsifikasyonlarının görülme oranları ve birliktelikleri
The incidence and co-existence of physiological pineal gland, choroid plexus and habenular commissure calcifications detected in cranial computed tomography
C. Gökhan Orcan, Ömer F. Nas, I. Gökhan Çavuşoğlu, Oktay Alan, Hakan Kılıç, A. Ulca Uyguç, S. Burkay Öztürk, Emin Ulutaş, Hakan Cebeci
Sayfalar 22 - 26
Belirli bir hastalık yada patoloji ile ilişkilisi olmayan ve normal olarak kabul edilen fizyolojik intrakraniyal kalsifikasyonlar, en sık pineal gland, koroid pleksus, habenular komissür, bazal gangliyon, dura ve araknoidde görülmektedir. Radyolojik yöntemler içerisinde intrakraniyal kalsifikasyonları saptamada en duyarlı yöntem bilgisayarlı tomografidir (BT). Çalışmamızda Nisan 2009 - Ağustos 2009 tarihleri arasında elde olunan 401 kontrastsız kraniyal BT intrakraniyal fizyolojik kalsifikasyon sahalarına yönelik retrospektif olarak değerlendirilmiştir. 401 olguda fizyolojik kalsifikasyonların sıklığı sırasıyla; %69,3 koroid pleksus, %66,1 pineal gland, %35,2 habenular komissür ve %25,2 diğer (bazal gangliyonlar, dura ve araknoid) olarak bulunmuştur. Olguların %51,9’unda pineal gland ile koroid pleksus, %28,7’sinde pineal gland ile habenular komissür, %28, 4’ünde koroid pleksus ile habenular komissür kalsifikasyonlarının birlikteliği saptanmıştır. Yaş artıkça pineal gland, koroid pleksus ve habenular komissür kalsifikasyonlarının görülme sıklıklarında anlamlı artış saptanmıştır (p<0,001). Ayrıca pineal gland ile koroid pleksus, pineal gland ile habenular komissür ve koroid pleksus ile habenular komissür kalsifikasyonlarının birliktelikleri anlamlı bulunmuştur (p<0,001).
Physiological intracranial calcifications without a relationship with a particular disease or pathology and accepted as normal, are seen most common in pineal gland, choroid plexus, habenular commissure basal ganglia, dura and arachnoid. Computed tomography (CT) is the most sensitive radiological method in detection of intracranial calcifications. In our study 401 unenhanced cranial CT that obtained between April 2009 and August 2009, are evaluated as retrospectively for physiological intracranial calcification fields. Of the 401 cases, 69,3% had choroid plexus calcification, 66,1% had pineal gland calcification, 35,2% had habenular commissure calcification, 25,2 % had other (basal ganglia, dura and arachnoid) calcifications. Of the cases 51,9% had pineal gland and choroid plexus, 28,7% had pineal gland and habenular commissure, 28,4% had choroid plexus and habenular commissure calcilfication co-existence. Significant increase in the prevalence of the pineal gland, choroid plexus and habenular commissure calcifications was found with increased age (p<0.001). Also co-existence of pineal gland and choroid plexus, pineal gland and habenular commissure, choroid plexus and habenular commissure was significant (p<0.001).

6.
Baş ve boyun paragangliomalarında kombine endovasküler ve cerrahi tedavi
Combined endovascular and surgery treatment for neck and head paragangliomas
Ender Uysal, Sıtkı Mert Ulusay, Şenol Civelek, Muzaffer Başak
Sayfalar 27 - 31
Amaç: Paragangliomalar nöral krestten orijin alan ve baş boyun bölgesindeki damar duvarını veya spesifik sinirleri tutan yoğun vasküler tümörlerdir. Bu çalışmada paragangliom tedavisinde preoperatif embolizasyon ve cerrahi yöntemin kombine kullanıldığı olgularda ki deneyimlerin sunulması amaçlanmaktadır.
Gereç ve Yöntem: 2006-2009 yılları arasında kliniğimize refere edilen paragangliom tanılı 8’i erkek 4’ü kadın toplam 12 olguda preoperatif angiografi ve hipervasküler kitleye yönelik PVA (Polivinil Alkol) partikül embolizasyonu gerçekleştirildi.Tüm olgularda bilateral karotis anjiografisi, tümör nidusunun değişik derecelerde embolizasyonu ve sonrasında Willis poligonunun patent olduğunu göstermek amacıyla serebral DSA işlemi Simens Artist cihazı yardımı ile uygulandı. Embolizasyon işlemi sonrasında 48 saat içerisinde cerrahi rezeksiyon gerçekleştirildi.
Bulgular: Tedavi edilen 12 vaka içerisinde karotis gövde paragangliomu 10 olguyla en sık karşımıza çıkan tümördü (%83.3). Bir olguda glomus timpanikum (%8,3) izlenirken diğer bir olguda ise glomus jugulare (%8,3) mevcuttu. Multisentrisite sadece bir olguda (%8.3) mevcut olup bilateral karotis gövde tümörü izlendi. İki olguda ailesel özellik mevcut olup baba - oğul ilişkisi saptandı. Endovasküler işlem gerçekleştirilen olgularda embolizasyon ve anjiyografi işlemleri esnasında ve sonrasında herhangi bir komplikasyon izlenmedi. İki olguda cerrahi rezeksiyon sonrası kranial sinir hasarı gelişti. Bir olguda da posterior fossaya uzanım gösteren kitlenin post-op BT kontrolünde serebellar hemoraji saptandı.
Sonuç: Kombine endovasküler ve cerrahi tedavi paraganglioma tedavisinde efektif, güvenli ve kabul edilebilir bir tedavi yaklaşımıdır.
Objective: Paragangliomas are intense vascular tumors originated from neural crest and they involve the vascular wall or spesific nerves in the head and neck region. In this study, we aim to present the experiences of the cases in which the preoperative embolisation and the surgical approach is combined for the paraganliom treatment.
Materials and methods: PVA (polivynil alcohol) particle embolisation directed to the hypervascular mass and preoperative angiography were performed in totally 12 paraganglioma cases (8 male, 4 female) referred to our clinic in 2006-2009. Bilateral carotis angiography, embolisation of tumor nidus in several degrees and then cerebral angiography (to show that Willis poligon is patent) were performed in all cases. The surgical resection was performed within 48 hours after embolisation.
Results: Carotid body paraganglioma was the most common tumor among all cases (84.6%). Glomus timpanicum was observed in one case (%8,3), and glomus jugulare was observed in other case (%8,3) Multicentrity was observed in only one case (8.3%) and the bilateral carotid body tumor was followed. There was a familial relationship in two cases (father and son). No complication was observed during and after
embolisation and angiography in the cases subjected to endovascular process. The cranial nerve injury after surgical resection was developed in two cases. Cerebellar hemorrhage was observed in one case at the post-op CT assessment of the mass that involve posterior fossa.
Conclusion: The combination of the preoperative embolisation and the surgical approach is a safe, effective and acceptable treatment approach for the paragangliomas. The surgical resection combined with endovascular treatment is important to obtain complete tumor resection and decrease morbidity.

OLGU SUNUMU
7.
Nadir bir konjenital anomali, anoftalmi/mikroftalmi: Olgu sunumu
Anophtalmia/ microphthalmia, a rare congenital anomaly: A case report
Fatih Bolat, Ali Bülbül, Sinan Uslu, Serdar Cömert, Emrah Can, Asiye Nuhoğlu
Sayfalar 32 - 34
Anoftalmi/mikrooftalmi, gözün önemli fakat oldukça nadir görülen konjenital anomalilerinden biridir. Sıklığı tam olarak bilinmemekle birlikte 1-3/10000 olduğu bildirilmektedir. Etiyolojide kromozom anomalileri, konjenital infeksiyonlar ve teratojenler suçlanmaktadır. Yazımızda 3200 g doğum ağırlığı ile 40. gebelik haftasında doğan ve anoftali saptanan bir erkek bebek sunuldu. Anne ile baba arasında akrabalık yoktu. Antenatal izlemler düzensiz olup annenin hastalık ve ilaç alım öyküsü yoktu. Fizik muayenede bebeğin sağda mikroftalmi, solda anoftalmisi, düşük kulak, hipertelorizm ve mikrognatisi saptandı. Mezokardiyak bölgede 2/6 sistolik üfürümü vardı. Belirgin hipotoni ve azalmış kemik-tendon refleksleri dışında diğer sistem muayenelerinde bir özellik yoktu. Kraniyal tomografide sağ gözün hipoplazik olduğu, sol bulbus okülinin izlenmediği görüldü. Ekokardiyografisinde 2,5 mm patent duktus arteriosus saptandı ve digoksin başlandı. Postnatal 32.gününde sepsis ve kalp yetmezliği nedeni ile kaybedildi. Bu olgu ile, oldukça nadir görülen anoftalmi/mikrooftalmide eşlik edecek diğer organ anomalileri açısından ileri inceleme yapılmasının, doğumdan sonra gelişebilecek komplikasyonlar yönünden multidisipliner yaklaşımda bulunulmasının, ve ailelere sonraki gebelikler için genetik danışmanlık verilmesinin önemini vurgulamak istedik.
Anophtalmia /microphthalmia is a major but a very rare congenital anomaly of the eye. The frequency is not known exactly but has been reported to be 1-3/10000. In the etiology, chromosomal anomalies, congenital infections and teratogens have been blamed. Here in this case report, we describe a female infant delivered by cesarean section with the 40th week of gestation, born with a birth weight of 3200 gr. Parental consanguinity was not found. During pregnancy, she was not on regular, routine visits and did not have the history of any drug and/or teratogen use. Physical examination revealed multiple congenital anomalies, including microphtalmia of the right eye, anophtalmia of the left eye, hypertelorism, micrognathia and low-set ears. A 2/6 systolic mesocardiac murmur was found. Severe, general hypotonia with decreased tendon reflexes were also detected. Other systems were found to be normal. Right ocular hypoplasia and absence of left bulbus oculi were detected in cranial tomography. Echocardiographic examination showed patent ductus arteriosus of 2.5 mm. Postnatally on the 32nd day, she died because of heart failure and sepsis. We concluded that, any patient with anophtalmia needs to be investigated systematically for other associated anomalies and followed up closely for possible complications with a multidisciplinary approach and genetic counseling should be advised for the future pregnancies.

8.
Mesanede rahim içi araç: Olgu sunumu
Intrauterine device in the bladder; A case report
Barış Türk, Hatice Yılmaz, Şefik Çitçi, Mehmet Şekeroğlu
Sayfalar 35 - 37
Rahim içi araç (RİA) güvenilir ve etkin bir kontrasepsiyon yöntemidir. RİA’ların yaygın kullanımı sonucunda çeşitli yan etki ve komplikasyonlar ile karşılaşılabilmektedir. Bizde mesane içine lokalize RİA’sı olan olguyu sunmayı amaçladık.
The intrauterine device (IUD) is a safe and effective method for contraception. Complications and side effects can be encountered as a result of widespread use of IUDs. We aimed to present the case which has localized IUD in to the bladder.

9.
Femoral giriş esnasında düğümlenmiş seldinger kılavuz teli: Girişimsel yaklaşım olgu sunumu
Knotted seldinger guide wire during femoral artery Access: Interventional approach
Ender Uysal, Mert Ulusay, Mehmet Uludağ, Emin Çakmakçı, Muzaffer Başak
Sayfalar 38 - 40
60 yaşında kadın olguda, femoral arteryal ponksiyonu sırasında Seldinger kılavuz teli düğümlendi. Bunun üzerine floroskopi altında arteryal dilatör kullanılarak kılavuz tel çıkarılmaya çalışıldı ancak başarılı olunamadı. Bu olguda tel cerrahi olarak çıkarıldı. Seldinger tekniği kullanılarak femoral arterin kateterizasyonu sık uygulanan bir yöntem olmakla birlikte birçok komplikasyona neden olabilmektedir. Bunlar arasında kink yapma ve nadiren de kılavuz telin tamamen düğümlenmesi de yer almaktadır. Biz bu olguda işleme bağlı komplikasyonlara yaklaşımda izlenecek basamakları tartışmayı amaçladık.
An 60 years-old female patient suffered from knotting of a Seldinger wire during femoral artery puncture. We try to remove guide wire by arterial dilator under floroscopic guidance, but it did not work. In this case, guide wire was removed surgically. Although femoral artery catheterization with the Seldinger technique is a commonly performed procedure, it may result in numerous complications, including kinking and rarely complete knotting of the guidewire. We discuss the steps to approach these kind of procedural complications.

10.
Diltiazem intoksikasyonu: Bir olgu sunumu
Diltiazem over dose: case report
Hacer Şebnem Türk, Tolga Totoz, Surhan Çınar, Idil Idi, Sibel Oba
Sayfalar 41 - 44
Kalsiyum kanal blokerleri hipertansiyon, anjina pektoris, koroner arter spazmı ve supraventriküler aritmilerin tedavisi için sıkça kullanılırlar. Yavaş salınımlı ve uzun yarılanma ömürleri nedeniyle, yüksek dozlarda kullanımına bağlı oluşan toksikasyonları diğer kardiyovasküler ilaçlardan daha ölümcüldür. Bu olgu sunumunda kalsiyum kanal blokerlerinden biri olan diltiazem intoksikasyonunda karşılaşılabilecek klinik bulgu, belirti ve çözümlerin gözden geçirilmesi amaçlanmıştır.
Calcium channel blockers are commonly used in the treatment of hypertension, angina pectoris, coronary arter spasm and supraventriculer arrhythmia. Because of sustained retain and long half life, the toxication which is due to high dose usage is more fatal than other cardiovascular druge. ‹n this study, it is aimed to check out the clinical signs, symptoms and their solutions which can be encountered in toxication of diltiazem which is one of the calcium channel blockers.

LookUs & Online Makale