ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
Şişli Etfal Tıp Bülteni - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 43 (3)
Cilt: 43  Sayı: 3 - 2009
ORIJINAL ARAŞTIRMA
1.
Bilgisayarlı tomografi (BT) eşliğinde transtorasik iğne biyopsisi (TİB)’nin komplikasyonları
Complication of computerized tomography guided transthoracic needle biyopsi
Nurullah Doğan, Zeynep Nigar Usca, Demet Ünal, Ibrahim Uygun, Aliye Özlem Paşa, Mustafa Yurtkuran Sadıkoğlu
Sayfalar 107 - 111
Gereç ve Yöntem: Girişimsel radyoloji bölümümüzde 01.01.2007-31.21.2008 tarihleri arasında 452 vakaya (54 kadın, 398 erkek) transtorasik biyopsi işlemi uygulandı. Lezyonçevresinde amfizem varlığı, biyopsi sırasında geçilen akciğer parankiminin uzunluğu, biyopsinin kavite duvarından yapılıp yapılmadığı, iğne trasesinde atelektazi, plevral kuyruk ve fissür varlığı lezyona bağlı faktörler; tipi, iğne kalınlığı, giriş sayısı işleme bağlı faktörler olarak değerlendirildi. Tüm değişkenler ki2 testi ile analiz edildi.
Bulgular: 242 hastaya BT eşliğinde ince iğne aspirasyon biyopsisi, 210 hastaya ise BT eşliğinde kesici iğne biyopsisi uygulandı. 73 (%16) vakada pnömotoraks, 46 (%10) vakada pulmoner hemoraji gelişti. 16 (%3,5) olgumuza göğüs tüpü takılmasına karar verildi. Pnömotoraks gelişmesi için anlamlı olan risk faktörü geçilen parankimin uzunluğu ve giriş sayısıdır. Pulmoner hemoraji gelişmesi için anlamlı olan tek risk faktörü ise seçilen iğne tipidir.
Sonuç: Bulgularımız, BT eşliğinde Transtorasik İğne Biyopsisi (TİB)’nin komplikasyon oranı düşük, güvenilir bir tanı yöntemi olduğunu doğrulamaktadır.
Objective: The aim of this study is to present the our experience of transthoracic biopsy.
Materials and Method: Transthoracic biopsy were performed in 452 cases (54 female, 398 male) in our interventional radiology unit between
01.01.2007-31.12.2008. Emphysema around the lesion, length of the lung paranchyma traversed during biopsy, biopsy from cavity wall, travesing fissure, atelectasis and pleural tag were grouped into lesion related factors, type of biopsy, needle size, number of passages, procedure related factors. All variables were analysed by ki2 test.
Results: Among these patients 242 of them had CT guided FNAB and 210 patients had CT guided tru-cut biopsy. Complications were pneumothorax in 73 cases (16%) and in 46 cases (10%). A chest tube was inserted only in 16 (3.5%) of them. The variable that was significantly associated with an increased risk of pneumothorax was length of the lung parenchyma and number of passages traversed statistically. The only variable that was significantly associated with an increased risk of pulmoner hemorrhage was type of biopsy needle.
Conclusion: Our results confirm that CT guided transthoracic needle biopsy are effective diagnostic methods with minimal complication rate.

2.
Obsesif kompulsif bozukluk hastalarında sosyodemografik özellikler ve komorbidite
Sociodemographic characteristics and comorbidity in patients with obsessive-compulsive disorder
Oğuz Karamustafalıoğlu, Yasemin Cengiz Ceylan, Bahadır Bakım, Sinem Gönenli Toker, Sibel Bozkurt, Bozkurt, Burcu Göksan, Özgür Öğütcen, Abdullah Akpınar
Sayfalar 112 - 116
Amaç: Bu çalışmanın amacı obsesif kompulsif bozukluk (OKB) tanılı hastalarda sosyodemografik özelliklerin ve komorbid eksen I tanılarının araştırılmasıdır.
Yöntem: Çalışmaya Şişli Etfal Hastanesi psikiyatri polikliniğine başvuran ve anksiyete bozukluğu polikliniğine yönlendirilen, DSM-IV tanı kriterlerine göre OKB tanısı alan 59 hasta alınmıştır. Komorbid tanılar SCID-I (DSM-IV Eksen I Bozuklukları için Yapılandırılmış Klinik Görüşme) ile değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların 48 tanesi kadın (%81,4), 11 tanesi erkek (%18,6) idi ve literatüre göre daha yüksek kadın/erkek oranı saptandı. Ortalama yaş 32,3, eğitim süresi ise 8,7 yıldı. 52 tanesinde (%89) herhangi bir eştanı saptanmıştır ve en sık komorbid bozukluğun majör depresyon (%57,6) olduğu görülmüştür.
Tartışma: Çalışmamızda; majör depresyon (%57,6), özgül fobi (%37) ve agorafobi (%22) literatürden daha yüksek oranlarda; sosyal anksiyete bozukluğu (%22) ve panik bozukluğu (%15,3) ise literatürle benzer oranlarda bulunmuştur.
Objective: The aim of this study is to determine the sociodemographic characteristics and axis I comorbidity in patients with obsessive-compulsive disorder (OCD).
Methods: We evaluated 59 psychiatric outpatients from Sisli Etfal Training and Research Hospital, who diagnosed OCD according to DSM-IV criteria. Comorbid Axis-I diagnoses assessed with SCID-I (Structured Clinical Interview for DSM-IV).
Results: 48 of the patients were female (81,4%) and 11 of them were male (18.6%) and we found higher female/male ratio than literature. Mean age of patients was 37.4±14.3 and mean duration of education was 8.7 years. 52 of patients (%89) had any comorbid disorder and major depression was found to be most frequent comobid diagnosis (39,5%).
Conclusion: Major depression (%57.6), specific phobia (%37) and agarophobia (%22) rates were higher than literature; social anxiety disorder (%22) and panic disorder (%15.3) rates were similar with literature in our study.

3.
Okul sağlığı ve medikososyal faaliyetler
School health and medicosocial activities
Kenan Cekem, Okcan Basat, Sema Uçak, Can Ikizler
Sayfalar 117 - 122
Amaç: Bu çalışmada; okullarda faaliyet gösteren sağlık birimlerinin önemi ve eğitim-öğretime katkıları incelenmiştir. Okullardaki sağlık hizmetlerinin, ergenlik çağındaki öğrencileri hastalık ve kötü alışkanlıklardan koruma, tedavi etme, ruhsal ve bedensel olarak rehabilite etme konularında olumlu etkileri vardır. Gelişme çağındaki öğrencilerin okul dönemindeki sağlık düzeylerinin, ileri yaş dönemlerinde sağlık düzeylerini belirleyici rol oynayacağı öngörülmektedir.
Yöntemler: Çalışmanın uygulama bölümünde, okullardaki sağlık hizmetleriyle, eğitim programının etkinliği arasındaki ilişki istatistiksel olarak incelenmiştir. Çalışmaya İ.Ü., İ.T.Ü., Uğur Koleji ve Kültür Koleji verileri alınmıştır.
Bulgular: Bu veriler ışığında özellikle yüksek öğrenim öğrencilerinin yıllık vizite sayıları oldukça düşük bulunmuştur (0,157-0,486/yıl).
Sonuçlar: Mevcut okul sağlığı birimlerinin ve uyguladıkları programların eksiklikleri ve sorunları bulunduğu açık bir gerçektir. Bu eksikliklerin giderilmesi amacı ile sağlık bakanlığı, milli eğitim bakanlığı ve üniversitelerin halk sağlığı kürsüleri başta olmak üzere ilgili bölümlerinin bir araya gelerek ortak çalışmalar yapması, sorunları yerinde tespit ederek güncel ve etkin çözümler üretmeleri gerekmektedir.
Objective: In this study importance of health units which display activities in schools and their contribution to education and training system was evaluated. Healthcare services in schools provide protection from diseases and bad habits, treatment, physical and mental rehabilitation in adolescents. Health state of students in period of development plays important role in their future health.
Methods: In this part of the study correlation of healthcare services and efficacy of education programs were observed. Data of I.Ü., I.T.Ü, Uğur High school and Kültür High school were evaluated.
Results: Especially visit/year numbers were found to be very low in university students (0,157-0,486/year).
Conclusions: It is obvious that existing school healthcare services and their executed programs have deficiencies and problems. To be able to overcome these problems ministry of health, ministry of national education and public health departments of universities should organize collective work which will address to problems and figure them out.

4.
Nonpalpable meme lezyonlarında stereotaktik eksizyonel biopsinin yeri
The role of stereotactic excisional biopsy in nonpalpable breast lesions
Gürkan Yetkin, Mehmet Uludağ, Bülent Çitgez, Abdülcabbar Kartal
Sayfalar 123 - 125
Amaç: Nonpalpable meme lezyonlu hastalarda, lezyonların tel ile işaretlenmesi sonrası yapılan eksizyonel biopsi sonuçlarının değerlendirilmesidir.
Gereç ve Yöntemler: Ocak 2003- Haziran 2008 tarihleri arasında Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi 2. Genel Cerrahi polikliniğinde rutin meme muayenesi sonrası istenen mamografi veya meme ultrasonografisinde malignite riski taşıyan, çapı 1 cm’den küçük, nonpalpable lezyonu olan 124 olgu çalışmaya alındı.
Bulgular: Çalışmaya alınan 124 hastanın yaş ortalaması 51,4 olup en yaslı hasta 73, en genç hasta 28 yaşında idi. Histopatolojik değerlendirmeğe göre 100 hastada (%80.64) benign, 24 hastada (%19.36) malign lezyon saptandı. Malign lezyonların, 15’i invaziv duktal karsinom, 6’sı lobuler karsinom, 3’ü ise insitu karsinom idi. Malignite saptanan olgularda prognostik faktörler değerlendirilerek 3 hastaya meme koruyucu cerrahi ve sentinel lenf nodu biopsisi, 2 hastaya meme koruyucu cerrahi ve aksiler küraj, 6 hastaya mastektomi, 13 hastaya modifiye radikal mastektomi uygulandı.
Sonuçlar: Tel ile işaretleme yapılarak gerçekleştilen eksizyonel biopsilerin, nonpalpable meme lezyonlarında maligniteyi saptayabilmesi ve seçilecek ikinci operasyona karar vermede yardımcı olması nedeniyle değerli bir yöntem olduğunu düşünmekteyiz.
Objective: To assess the excisional biopsy results that is performed with wire localization procedure, of patients with nonpalpable breast lesions.
Material and Methods: 124 patients with nonpalpable lesions of a diameter of less than 1 cm, and with a malignity risk, which were detected
at mammography or breast USG that were performed after routine breast examination between January 2003- June 2008 at 2. general surgery polyclinic of Şişli Etfal Training and research hospital, were included in the study.
Results: The mean age of 124 patients were 51.4, with the oldest one was 73, and the youngest was 28 years old. According to the histopathological examination, 100 patients (%80.64) had benign and 24 patients (%19.36) had malign lesions. The distribution of the malign lesions were as follows: 15 invasive ductal carcinoma, 6 lobular carcinoma, and 3 in situ carcinoma. With the prognostic factors taken into consideration in patients with malign lesions, 3 patients had breast- conserving surgery and sentinel lymph node biopsy, 2 patients had breast-conserving surgery and axillary curettage, 6 patients had mastectomy, and 13 patients had modified radical mastectomy.
Conclusion: We think that the excisional biopsy that is performed with wire localization procedure, is a valuable technique to detect the malignity, and to help the decision of second operation in nonpalpable breast lesions.

5.
Çocuk suprakondiler humerus kırıklarının medial yaklaşım ile cerrahi tedavisinde orta dönem sonuçlarımız
Mid-term results of the surgical treatment of pediatric supracondylar humerus fractures via medial approach
Onat Üzümcügil, Ahmet Doğan, Mehmet Yetiş, Nikola Azar, Merter Yalçınkaya, Yavuz Kabukçuoğlu
Sayfalar 126 - 130
Amaç: Çocuk suprakondiler humerus kırıklarının cerrahi tedavisinde medial yaklaşım ile açık yerleştirme ve internal tespit uygulanan hastaların orta dönem sonuçlarının geriye dönük değerlendirilmesi.
Hastalar ve Yöntem: Düşme sonrası suprakondiler humeral bölgede Gartland tip III ekstansiyon kırığı gelişen ve kliniğimizde medial yaklaşım ile açık yerleştirme ve çapraz iki K-teli ile internal tespit uygulanan 33 hasta çalışmaya dahil edildi. Ameliyat sonrası 3. ve 4. haftalar arasında kırığın radyografik olarak kaynama durumuna göre teller çekildi. En son kontrollerde kaydedilen hareket açıklığı ve taşıma açısı değerleri sağlam taraf ile karşılaştırılarak sonuçlar Flynn kriterlerine göre değerlendirildi.
Sonuç: Ortalama takip süresi 27,6 ay (14-58 ay) idi. Hareket açıklığı ve taşıma açısı sonuçları Flynn kriterlerine göre değerlendirildiğinde; kozmetik (taşıma açısı) yönünden %100 tatminkar sonuç, fonksiyonel (hareket kısıtlanması) yönden %67 tatminkar, %33 başarısız sonuç elde edildi.
Çıkarımlar: Kapalı yerleştirmenin başarısız olduğu çocuk suprakondiler humerus kırıklarının cerrahi tedavisinde medial yaklaşım ile açık yerleştirme ve internal tespit, teknik olarak kolay uygulanabilir olması ve komplikasyonlarının azlığı nedeniyle güvenilir bir tedavi yöntemidir.
Purpose: To evaluate retrospectively the mid-term results of the patients with supracondylar humerus fractures surgically treated by open reduction and internal fixation via medial approach.
Patients and Methods: 33 patients with Gartland extension type III supracondylar humerus fractures after a fall who were surgically treated in our clinic by open reduction and internal fixation by 2 cross K-wires via medial approach were included in the study. The wires were removed between the third and fourth weeks postoperatively due to the radiological assesment of the bony union. By the comparison with the uneffected side, the last noted range of motion and carrying angle values were evaluated in terms of Flynn criteria.
Results: The mean follow up period was 27.6 months(range 14-58). The results of the evaluation of the range of motion and carrying angle values in terms of Flynn criteria consisted of %100 satisfactory results cosmetically (carrying angle), %67 satisfactory and %33 poor results functionally (motion restriction).
Conclusions: Open reduction and internal fixation via medial approach may be considered as a feasible technique with its less complication rates in the surgical treatment of the pediatric supracondylar humerus fractures which can not be managed with closed reduction.

OLGU SUNUMU
6.
Heterozigot metilentetrahidrofolat reduktaz (C677T) polimorfizmini taşıyan bir hastada gelişen serebral venöz trombus
Cerebral venous thrombosis in a patient with heterozygous methylenetetrahydrofolate reductase (C677T) polymorphism
Sinan Mahir Kayıran, Bülent Zülfikar
Sayfalar 131 - 133
Venöz tromboembolizm kalıtsal ve edinsel risk faktörlerinin etkileşimi sonucu ortaya çıkan ve genellikle erişkinlerde görülen multifaktöryel bir patolojidir. Serebral venöz trombus, önemli morbidite ve mortalite nedeni olmasına rağmen, çocuklarda sıklığının az olmasi nedeniyle (100000de 0.67) detaylı incelenmemiştir. Ancak cocuklarda da trombotik olaylarla ilgili raporların giderek artıs gösterdiği izlenmektedir. Methylentetrahidrofolat reduktaz (MTHFR) geninde C-T (C677T) degişimi son yıllarda genetik trombofilinin etiyolojisinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu makalede otomastoidit sonrası serebral venöz trombus gelişen ve metilentetrahidrofolatredüktaz (MTHFR) geninde C677T polimorfizmini heterozigot olarak taşıyan bir çocuk hasta bildirilmiştir.
Venous thromboembolism is decribed as a multifactorial disorder including both congenital and acquired risk factors and generally detected in elder patients. Although cerebral venous thrombosis (CVT) is associated with substantial mortality and morbidity, its causes in children have not been intensively investigated, mainly because it occurs at a low frequency (0.67 per 100000 children). But the reports of thrombotic events in children are increasing. Methylenetetrahydrofolatereductase (MTHFR) C677 T polymorphism has been detected as an important role in inherited thrombophilia in recent years. In this article we report a child with cerebral venous thrombosis and heterozygous methylenetetrahydrofolatereductase (MTHFR) C677 T polymorphism after otomastoiditis.

7.
Menometroraji ile başvuran bir adolesanda prolaktinoma: Olgu sunumu
An adolescent prolactinoma presented with menometrorrhagia: Case report
Emrah Can, Ilhan Asya Tanju, Selami Süleymanoğlu, Ferhan Karademir, Ismail Göçmen
Sayfalar 134 - 136
Prolaktinoma çoğunluğu selim karakterli yaygın bir hipofiz tümörüdür. Kız/erkek oranı 10/1’dir. Adolesan çağın intrakraniyal tümörlerinin %2 kadarını prolaktinoma oluşturmaktadır. Prevalansı 100/1.000.000 olarak bildirilmektedir. Başlıca klinik bulguları düzensiz kanama, pubertede duraklama, hipogonadizm ve galaktoredir. Bunun yanı sıra bazı olgularda kitle etkisine bağlı olarak başağrısı ve görme ile ilgili sorunlar bildirilmiştir. Bu yazıda sık ve düzensiz olan adet kanaması (menometroraji) ile başvuran 14 yaşında bir adolesanda prolaktinoma olgusunun vurgulanması amaçlanmıştır.
Prolactinomas are benign pituitary tumors that are frequently seen in females aged 20 to 50 years old. The female-to-male ratio is approximately 10: 1. In pediatric-adolescent age group, prolactinomas have a prevalence of 100/million population, and account for less than 2% of all intracranial tumors. The symptoms are abnormal uterine bleeding, pubertal arrest, hypogonadism and galactore. In this case report, a 14 year-old adolescent presenting with irreguler and frequent vaginal hemorrhage (menometrorrhagia) who was diagnosed to have prolactinoma is reported.

8.
Malign melanomun nadir bir varyantı: Balon hücreli melanom
A Rare form of malignant melanoma: Balloon cell melanoma
Murat Livaoğlu, Şafak Ersöz, Ayten Livaoğlu, Emrah Sözen
Sayfalar 137 - 141
Balon hücreli melanom, malign melanomun nadir bir varyantıdır. Melanozomların genişlemesi, dejenerasyonu ve füzyonuna bağlı olarak hücrelerin geniş, soluk ve vakuollü sitoplazma görünümü ile karakterizedir. Balon hücre değişikliği, primer ve metastatik melanomlarda meydana gelebilen bir değişikliktir. 52 yaşında kadın hasta, sol el 3. parmak sırtında 2 yıldır iyileşmeyen yara nedeniyle başka bir merkezde cerrahi kliniğine başvurdu. Lezyon eksize edildikten kısa bir süre sonra tekrarlayınca hastanemize sevk edildi. Bazal hücreli karsinom ön tanısıyla eksize edilen lezyon, histopatolojik olarak balon hücreli malign melanom tanısı aldı. Nadir görülmesi, klinisyen tarafından kolayca tanınamaması ve histopatolojik olarak tanı güçlüğünün olması nedeniyle olgu sunulmaya değer bulundu.
Balloon cell melanoma, a rare form of malignant melanoma, is characterized by nests and sheets of large cells that exhibit an abundant quantity of clear or finely vacuolated cytoplasms. Balloon cell degeneration could be formed by primary or metastatic malignant melanoma. A 52 year-old woman applied to surgery clinic with a non-healing wound in the dorsal skin of left middle finger. Six months after the resection of the lesion, the patient was referred to our clinic with recurrence in the same area. Excision and skin grafting were performed and the lesion was reported as balloon cell melanoma. Due to the rarity of this malignant melanoma type, clinical and histopathological diagnostic difficulties, the patient is worthy of presentation.

9.
Anti-Kell ve anti-C alloimmünizasyonu: Üç olgu sunumu
Anti-Kell and anti-C alloimmunization: report of three cases
Fatih Bolat, Ali Bülbül, Sinan Uslu, Serdar Cömert, Emrah Can, Asiye Nuhoğlu
Sayfalar 142 - 145
Yenidoğanın hemolitik hastalığı, eritrositler üzerinde yer alan antijenlere karşı oluşan antikorların fetüse geçmesi nedeni ile ortaya çıkan bir hastalıktır. Günümüzde Rh uyuşmazlığı nedeni ile Rh (D) immunglobulinlerin yaygın olarak kullanılması sonucunda anti-D dışındaki antikorların neden olduğu subgrup uyuşmazlığına bağlı yenidoğanın hemolitik hastalığının önemi ve sıklığı giderek artmaktadır. Klinik bulgular, yenidoğanın hafif sarılığından başlayıp ağır his fetalis olgularına kadar değişen bir spektrumda izlenmektedir.
Bu yazıda, yenidoğan döneminde sarılık ve anemi tanıları ile yatırılan ve subgrup uyuşmazlığı tespit edilen üç olgu sunulmuştur. OLGU 1: Postnatal 22. saatinde sarılığı fark edilen zamanında doğmuş bebeğin fizik muayenesinde sarılık dışında patolojik bulgu saptanmadı. Direkt coombs pozitifliği ve anemisi olan hastaya fototerapi başlandı ve intravenöz immünglobulin (İVİG) verildi. Subgrup analizinde anti-C antikor pozitifliği saptandı. OLGU 2: Postnatal beşinci gün sarılık şikâyeti ile başvuran term olgu, 48 saat süreyle uygulanan fototerapi sonrasında total serum bilirubini (TSB) 12 mg/dl’ye düştü. Fototerapi kesildikten 12 saat sonra bakılan TSB 18 mg/dl’ye yükselmesi üzerine yapılan tetkiklerinde anti-Kell antikorları pozitif saptandı. OLGU 3: Postnatal 24. saatinde ortaya çıkan sarılık nedeniyle yatırılan term bebeğin öyküsünde kardeşine iki günlük iken kan değişimi yapıldığı ve kaybedildiği öğrenildi. Fizik muayenesinde cilt ve konjuktivaları ikterik, mezokardiak odakta 2/6 şiddetinde üfürüm saptandı. Direkt coombs testi pozitif olduğu için İVİG verildi. Subgrup analizinde anti-Kell antikorları pozitif olarak saptandı. Kell negatif kan ile bebeğe kan değişimi uygulandı.
Günümüzde özellikle subgruplara bağlı gelişen hemolitik aneminin önemi giderek artmaktadır. Daha önceleri hafif anemi ile seyrettiği düşünülen subgrup uyuşmazlıklarının da artık ciddi fetal ve neonatal komplikasyonlara yol açabileceği bilinmektedir. Bu nedenle hemolitik anemisi olan yenidoğan bebekler olası subgrup uyuşmazlığı açısından dikkat edilmelidir.
Hemolytic disease of the newborn is characterized by the transfer of antibodies to fetus which was produced against the antigens on the
erythrocytes. Due to widespread use of Rh immunoglobulin for prevention of Rh hemolytic disease, the importance of hemolytic disease due to antibodies other than anti-D has increased. The spectrum of the disease varies from mild hyperbilirubinemia to severe hys fetalis.
In this report, three neonates hospitalized for hyperbilirubinemia and anemia who were diagnosed to have subgroup incompatibility were presented. Case I was a term newborn with hyperbilirubinemia detected at postnatal 22nd hour without any abnormal physical finding except for generalized jaundice. The neonate whose Direct Coombs test was positive and had anemia, was treated with phototherapy and IVIG. Subgroup analysis revealed anti-C antibodies. Case II was a term neonate admitted due to hyperbilirubinemia at postnatal 5th day. After he was treated with phototherapy for 48 hours, bilirubin levels decreased to 12 mg/dl. After termination of phototherapy, rebound bilirubin levels increased to 18 mg/dl. Anti-kell antibodies were detected in subgroup analysis. Case III was admitted at postnatal 24th hour due to hyperbilirubinemia. A sibling who died in neonatal period with a history of exchange transfusion at postnatal 2nd day was recorded. Physical examination was normal except jaundice and a murmur with 2/6 intensity at mesocardiac area. IVIG was given to the neonate with Direct Coombs positivity. Subgroup analysis confirmed the presence of anti-kell antibodies. Exchange transfusion was performed with Kell negative blood. The importance of hemolytic disease of the newborn due to subgroup incompatibility has increased. Subgroup incompatibilities which were thought only to cause mild anemia is now considered to cause severe obstetric and neonatal complications. Newborns with hemolytic anemia should thoroughly be evaluated for subgroup incompatibility.

10.
Yenidoğanda alkol intoksikasyonu: Olgu sunumu
Alcohol intoxication in a neonate: Case report
Emrah Can, Sinan Uslu, Ali Bülbül, Serdar Cömert, Fatih Bolat, Asiye Nuhoğlu
Sayfalar 146 - 148
Yenidoğan ve süt çocukluğu döneminde alkol intoksikasyonu nadirdir. Alkol intoksikasyonu hipoglisemi, asidoz, hipotermi, elektrolit düzensizliği, kanama, kardiyak bozukluklar, bulantı, kusma ve karaciğer fonksiyon bozukluğu ile seyredebilir. Alkol intoksikasyonu sıklıkla erişkinde izlenen intoksikasyon olsa da infantlarda ve yenidoğan döneminde hayatı tehdit eden sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle erken tanı ve tedavi hayat kurtarıcıdır. On dört günlük kız bebek acil polikliniğe saf alkol içme ve huzursuzluk nedeniyle getirildi. Fizik muayenesi normaldi. Kan alkol seviyesi 22 mg/dl (0,22 promil) bulundu. Özellikle süt çocukluğu döneminde saptanan zehirlenme varlığında acil serviste adli rapor mutlaka tutulmalı ve çocuk istismarı akla gelmelidir. Çocukluk çağında bu tür zehirlenmelerin önlenebilmesi için, alkol içerikli preparatların üzerinde dikkat edilmesi gereken özel durumlar belirtilmelidir.
Alcohol intoxication during neonatal period and infancy is rare. Alcohol intoxication may present with hypoglycemia, acidosis, hypothermia,
electrolyte disturbances, hemorrhage, cardiac arrythmia, nausea, vomiting and hepatic dysfunction. Although alcohol intoxication seems to be encountered in adult patients, it may lead to life threatening events in neonatal period and infancy. For this reason immediate diagnosis and treatment is life saving. 14- day old girl baby was taken to hospital because of drinking pure alcohol and restlessness. Physical examination was normal. Blood alcohol level was 22 mg/dl. Especially for intoxication cases encountered during infancy period, judicial report should always be
documented in emergency room and child abuse should be considered. In order to prevent this type of poisoning in childhood, alcohol containing liquids should be labeled on the bottle for special precaution measures.

LookUs & Online Makale