ISSN : 1302-7123 | E-ISSN : 1308-5123
Şişli Etfal Tıp Bülteni - Med Bull Sisli Etfal Hosp: 41 (4)
Cilt: 41  Sayı: 4 - 2007
DERLEME
1.
Ateşe ve ateşli hastaya yaklaşım
Fever and feverly ill management
Nuray Kes Uzun
Sayfalar 7 - 13
Makale Özeti |Tam Metin PDF

ORIJINAL ARAŞTIRMA
2.
Lokalize prostat kanserinde aktif izlem politikasının yarar ve zararları
The risks and benefits of active surveillance in localized prostate cancer
Tuna Karatağ, Mesrur Selçuk Silay, Çengiz Miroğlu
Sayfalar 14 - 27
Makale Özeti

3.
Geriatrik yaş grubunda deri bulgularının sıklığı
The prevalence of skin disease in the geriatric population
Ilteriş Oğuz Topal, Gonca Gökdemir, Adem Köşlü
Sayfalar 28 - 32
Giriş ve Amaç: Geriatrik yaş grubu; 65 yaş ve üzerindeki bireyleri kapsamaktadır. Derinin tabakalarında meydana gelen metabolik ve dejeneratif değişiklikler sonucu çeşitli dermatolojik hastalıklar görülmesi nedeniyle deri hastalıkları bu popülasyonda yaygındır. Son yıllarda geriatrik yaş grubunda deri hastalıklarının prevalansı ile ilgili çalışmalar artmıştır. Bu çalışmada amacımız polikliniğimize başvuran geriatrik yaş grubundaki deri hastalıklarının sıklığını saptamaktı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Eylül 2006-Mayıs 2007 tarihleri arasında dermatoloji polikliniğine başvuran ve 65 yaşından büyük hastalardan oluşan bir grup alındı. Her hastanın dermatolojik muayenesi aynı doktor tarafından yapıldı. Dermatolojik bulgular ve demografik özellikler kaydedildi.
Bulgular: Çalışmaya toplam 1108 hasta (661 erkek, 447 kadın) alındı. Ortalama yaş 72,4 (65-98) idi. On grup halinde incelenen hastalıkların sıklık sıralarına göre değerlendirildiğinde; kserozis %49,6 (550), mantar enfeksiyonları %47,6 (528), benign neoplazmlar %39,2 (435), solar lentigo %24,1 (268), ekzema %12,9 (144), pruritus %12,3 (137), prekanseröz lezyonlar %7,9 (88), malign neoplazmlar %5,6 (63), viral enfeksiyonlar %4,5 (50), bakteriyel enfeksiyonlar %2,4 (27), akne rozasea %1,6 (18) ve diğerleri %3,1 (35) olarak saptandı.
Sonuç: Sonuçlarımız literatür bilgileri ile uyumluydu. Bu grup hastalarda dermatolojik hastalık riskinin giderek artıyor olması nedeni ile koruyucu tedbirler alınmasının öneminin vurgulanması için daha geniş çalışmalara ihtiyaç vardır.
Background and purpose: The geriatric population is composed of the people over 65 years of age. Skin disease is common in this population because of wide variety of dermatological conditions due to degenerative and metabolic changes occurring throughout the skin layers. Studies about prevalence of skin disease in the elderly people have been reported increasing recently. The aim of this study is to establish the prevalance of skin diseases in geriatric population in our outpatient clinic.
Methods: A total of 1108 geriatric patients who were older than 65 years-old was included in this study between October 2006 and May 2007. Each patient was examined by same physician, and the dermatological signs and demographic features were recorded.
Results: Total of 1108 patients, 65-98 years old (mean 72,4) were evaluated. There were 447 women (40,4%) and 661 men (59,6%). The distribution of patients according to dermatological problems were as follows; xerosis 49,6% (550), fungal infections 47,6% (528), benign neoplasms 39,2% (435), solar lentigo 24,1% (268), eczema 12,9% (144), pruritus 12,3% (137), premalignant lesions 7,9% (88), malignant neoplasms 5,6% (63), viral infections 4,5% (50), bacterial infections 2,4% (27), acne rosacea 1,6% (18) and the others 3,1% (35). In our clinic, the most common diseases were benign neoplasms (% 41,6), xerosis ( % 36,9), and fungal infections (% 33,5).
Conclusions: Our results were similar to the literature. It is needed to perform further studies to point out of importance of having preventive measures because of the higher risk of many dermatological diseases among this group.

OLGU SUNUMU
4.
Uylukta lentiginöz hiperplazî zemininde gelişen mikst tübülopapiller hidroadenom ve siringokistadenoma papilliferum
Mixed tubulopapillary hidroadenoma and syringocystadenoma papilliferum of the thigh occuring on lentiginous hyperplasia
Ayşin Karasoy Yeşilada, Mahmut Ulvi Kayalı, Özay Özkaya, Damlanur Sakız, Lütfü Baş
Sayfalar 33 - 34
Siringokistadenoma papilliferum (SKP) nadir görülen adneksiyal benign bir tümördür. Genellikle saçlı deri ve yüzde görülür ve sıklıkla sebase nevüs zemininde gelişir. Bu lezyon nadir olarak gövde ve ekstrenıitelerde ortaya çıkar. Mikst tübülopapiller hidroadenom adneksiyal tümörler içerisinde yeni tariflenmiş ve üzerinde halen tartışma devam eden tanımlamadır. Bu tümör papiller ekrin adenonı (PEA) ile tübüler apokrin adenonı (TAA) arasındaki yelpazede bir grup lezyonu tarif etmek için kullanılır. Literatürde tübüler apokrin adenom veya papiller ekrin adenom ile siringokistadenoma papilliferum birlikteliği sekiz olguda bildirilmektedir. Bu çalışmada 59 yaşında kadın hastada uyluk yerleşimli mikst tübülopapiller hidroadenom ve siringokistadenoma papilliferum özellikleri taşıyan bir olguyu sunmayı amaçladık. Ayrıca bu olguda zeminde lentiginöz melanositik hiperplazi de eşlik etmekteydi.
Syringocystadenoma papilliferum is an uncommon cutaneous adnexal benign tumor most commonly located on the scalp or face. It frequently arises from a nevus sebaceus. This lesion rarely arises on the trunk and extremities. Mixed tubulopapillary hidroadenoma is a recently proposed category for adnexal tumors that remains controversial. It encompasses a spectrum of lesions from papillary ecchne adenoma (PEA) to tubular apocrine adenoma (TAA). Eight cases of tubular apocrine adenoma or papillary eccrine adenoma with syringocystadenoma papilliferum have been reported. We present a case of 56-year old female patient with tubulopapillary hidroadenoma and syringocystadenoma papilliferum with lentiginous melanocytic hyperplasia on the thigh.

ORIJINAL ARAŞTIRMA
5.
Psödoeksfolyatif ve senil katarakt olgularında fakoemülsifikasyon ameliyatının göziçi basıncı üzerine etkisinin karşılaştırılması
Comparison of phacoemulsification effect on intraocular pressure in patients with pseudoexfoliative and senile cataract
A. Burcu Dirim, Ersin Oba, Esra Türkseven, Ceylen Uslu, Hüseyin Fındık, Ulviye Yiğit
Sayfalar 37 - 40
Amaç: Psödoeksfolyatif ve senil katarakttı hastalarda fakoemülsifikasyon ameliyatının göz içi basıncı (GIB) üzerindeki etkisinin karşılaştırılması.
Yöntem: Ocak 2005-Haziran 2006 tarihleri arasında Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi 2.Göz Kliniğinde fakoemülsifikasyon yöntemi ile öpere edilen 20’si psödoeksfolias- yonlu (PES’li) (1.grup); 20’si PES’siz (2.grup) senil katarakttı toplam 40 hastanın 40 gözü prospektif olarak incelendi. Çalışmaya 50 yaş üzeri, geniş iridokorneal açılı ve kataraktı olan hastalar dahil edildi. Hastaların ameliyat öncesi ve son-rası l.gün, 1. ay, 3.ay GIB, düzeltilmiş en iyi görme keskinliği ve rutin muayene takipleri yapıldı.
Bulgular: Ameliyat öncesi 1.grupta GİB ortalaması 2l.20±6.30 mmHg; 2.grupta 18.46±6.85 mmHg idi. İki grup arasında anlamlı bir fark yoktu (p>0.05). Ameliyat sonrası 3. ay GİB değerleri baz alındığında 1.grupta ve 2. grupta sırasıyla 16.5±2.7 mmHg ve 15.54±2.57 mmHg olarak ölçüldü.
Sonuç: Çalışmamızda psödoeksfolyatif katarakt ve senil katarakt grubunda ameliyat sonrası GIB ortalamaları ameliyat öncesi değerlerine göre anlamlı derecede düşük bulunmuştur (p<0.001 ve p<0.05). Ayrıca çalışmamızda iki grup arasında ameliyat öncesi ve sonrası GİB farkı ortalamaları bakımın¬dan istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık saptanmadı (p>0.05).
Aim: ‘To determine intraocular pressure response to phaco-emulsification in patients with pseudoexfolative and senile cataract.
Methods: We studied prospectively 40 eyes of 40 patients of which 20 of them with exfoliation (1.group) and 20 without exfoliation senile cataract (2.group) in the Ophthalmology Clinic of Sisli Etfal Teaching Hospital between the dates January 2005-June 2006. In this study we included over 50 ages, wide iridocorneal angle and cataract patients. In all patients intra-ocular pressure (IOP) measurement of preope-rative and postoperative 1.day, I.month, 3.month, best cor¬rected visual acuity and routine follow up were performed.
Results: in the first and second groups, the mean preoperative IOPs were 21,20±6.30 mmHg and 18.46±6.85. There was no significant difference between two groups (p>0,05). Postoperative 3.month IOP measurements were I6.5±2.7 mmHg in the first group and 15.54±2.57 mmHg in the second group.
Conclusions: Postoperative mean IOP values decreased significantly in both pseudoexfoliative and senile without exfoliation cataract groups (p<0.001 and p<0.05). In this study there was no statistically significant difference between preoperative and postoperative mean IOP reduction values in both groups (p>0.05).

6.
Elektif cerrahi girişim uygulanacak hastalarda oral omeprazol, ranitidin ve famotidinin mide sıvısı volümü ve ph’sı üzerine etkilerinin karşılaştırılması
Comparison of the effects of oral omeprazole, famotidine and ranitidine on gastric volume and ph in elective surgery patients
Hale Dobrucalı, Leyla T. Kılınç, Ulufer Sivrikaya, Melahat K. Erol, Ayşe Hancı, Metin Bektaş
Sayfalar 41 - 46
Amaç: Çalışmamızda H2 reseptör bloken olan famotidin ve ranitidinle, bir H-K+-ATP az inhibitörü olan omeprazoliin genel anestezi altında, elektif cerrahi girişim uygulanan has¬taların mide sıvısı volümü ve pH’sı üzerine etkilerinin araştı¬rılması amaçlanmıştır.
Gereç ve yöntem: Hastane Etik Kurulu izniyle, çalışmaya alınan ASA I II grubundan 80 olgu randonıize olarak 4 gruba ayrıldı. Anestezi indüksiyonundan 2 saat önce, 20 mg omep- razol (Grup I), 150 mg ranitidin (Grup 2), 40 mg famotidin (Grup 3) 10 mi su ile oral olarak verildi. Kontrol grubu olan Grup 4’teki hastalara sadece 10 ml su içir ildi. pH kateteri nazogastrik yolla hastalara yutturuldu ve mide sıvısı pH’sı prob takıldıktan sonra cerrahi girişim boyunca ve operasyon son¬rası 30 dakikalık dönemde ölçüldü.
Bulgular: Anestezi indüksiyonu ve ekstübasyonda alman mide sıvısı volümleri kontrol grubunda diğer 3 gruba göre anlamlı derecede yüksekti (p<0.001). Grup 2’de mide sıvısı vo¬lümleri grup 1 ve 3 e göre anlamlı derecede düşüktü (p<0.001). Aspirasyon riski yüksek olan olgu sayısı grup 1, 2, 3’te kontrol grubuna göre anlamlı olarak düşüktü (p<0.05). Peroperatuar ve derlenme döneminde ölçülen mide sıvısı pH değerleri kontrol grubunda diğer 3 gruba göre anlamlı dere¬cede düşüktü (p<0.001).
Sonuç: Anestezi sırasındaki asit aspirasyon proflaksisinde famotidin, omeprazol ve ranitidinin güvenli olarak kullanılabileceğini gördük.
Objective: In our study we aimed to compare the effects of H2 reseptor blockers {famotidin and ranitidine) and H-K ATPase inhibitor (omeprazole) on intragastric volume and pH in patients undergoing elective surgery under general anesthesia.
Study design: After the approval by the Medical Ethics Committee of our hospital, 80 patients in ASA I-II physical status randomized into four groups.The patients were given 20 mg omeprazole (group I) or 150 mg ranitidine (group 2) or 40 mg famotidine (group 3) by orally with 10 ml water 2 hours before anaesthesia induction. The patients in control group (group 4) were given 10 ml water alone. pH electrode was in¬serted transnasally and than gastric volume and pH measured at peroperative and 30 minutes postoperative période.
Results: Gastric volume was significantly higher in group 4 than other three groups at anaesthesia induction and extubation (p<0.001). Gastric volume values were significantly lower in Group 2 than group 1 and 3 (p<0.001). Number of high aspiration risk patiepts were significantly lower at group 1, 2, 3 than group 4 (p<0.05). Gastric volume pH values were lower at group 4 than the other groups peroperatively and recovery period (p<0.001 ).
Conclusion: This study showed omeprazole, famotidine and ranitidine can be used in to prevent gastric acit aspiration during general anesthesia safely.

OLGU SUNUMU
7.
Boyunda dev schwannoma olgusu
Giant schwannoma cases of neck
Seyhan Alkan, Burhan Dadaş
Sayfalar 47 - 49
Schwannomalar (neurilemmomalar) periferik, kranial veya otonomik sinirlerin kılıflarından kaynaklanan ve nadir görülen soliter nörojetıik tümörlerdir. Ekstrakraııial schwannomaların % 25-45’i baş boyun bölgesinde ortaya çıkar. Schwannomalar yavaş büyürler ve sıklıkla boyunda asemplomatik kitle ile kendini gösterirler. Ultrasonografi (USG), bilgisayarlı tomografi (BT), manyetik rezonans görüntüleme (MRG), ve anjiografi gibi görüntüleme yöntemleri tanıyı koymada yardımcıdır. On üç yaşında erkek hasta, boynun sol tarafında, iki yıl içinde yavaş büyüyen, ağrısız, 15x10x10 cm boyutlarında kitle nedeniyle başvurdu. Operasyon esnasında servikal sempatik zincirden kaynaklanan düzgün kapsüllü kitle ile karşılaşıldı. Histopatolojik incelemede schwannoma olarak rapor edildi.
Schwannomas (neurilemmomas) are solitary neurogenic tumors which are observed rarely and originate from peripheric, cranial or autonomic nerve cells. Twenty-five to 45 percent of extracramal schwannomas occur in the head and neck region. They grow slowly and frequently manifest themselves as asymptomatic masses in the neck. Imaging methods such as ultrasonography (USG), computed tomography (CT), magnetic resonance imaging (MRI) and angiography are helpful in the diagnosis. A 13-year-old boy presented with a slow- growing, painless, 15x10x10 cm mass on the left side of his neck that had been noted 2 years previously. During surgery, a well-encapsulated mass originated from the cervical sympathetic chain was observed. Histopathologic examination was reported as a schwannoma.

8.
Yahova şahidi inanışına sahip bir gebede plasenta previa olgusu
A case report of a placenta previa in a Jehova‘s witness patient
Melahat Dönmez, Alev Atış, Günseli Özdemir, Savaş Özdemir, Özlem Oruç, Selahattin Mısıroğlu
Sayfalar 50 - 51
Antepartum kanamalar grubu içinde önemli bir grubu plasenta previa oluşturmaktadır. Plasenta previa kanaması 2. trimesterin sonuna veya daha sonrasına kadar görülmeyen ağ¬rısız hemorajilerdir.Neyse ki başlangıçtaki kanama nadiren öldürücü olacak miktardadır. Yahova şahitleri, dünya üzerinde birçok üyesi bulunan dini bir grup olup, inanışları gereği, kan ve kan ürünlerinin transfüzyonunu kabul etmezler. Bu olguda gebelikte anemisi olan Yahova şahidi inanışına sahip bir plasenta previa olgusunu ele aldık. Otuzaltı taşında, son adet tarihine göre 31-32 gh gebe kliniğimize vajiııal kanama şikayetiyle başvurdu.Yapılan ultrasonografi bulguları 31 -32 gh, ASV: N, baş gelişi, tekiz, FKA pozitif, plasenta previa parsiyalis ile uyumluydu. Takiplerde günlük 2-3 ped kanaması olan hasta $ hafta takıp sonunda Hb: 10,6g/dl’ye düşmesi üzerine intravenöz Fe tedavisine başlandı. Bir hafta tedavi sonunda hastanın kanamasının artması üzerine 34 haftada sezaryene (ds) alındı. Introoperatifve postoperatif herhangi bir komplikasyon olmadı. Değişik nedenlerle kan transfüzyonun yapılamadığı hallerde hemostaza maksimum önem göstererek, gerektiğinde radikal cerrahi yaklaşımı da içeren cerrahi teknikler acilen uygulanmalıdır. Bu hastalarda eritropoetine göre, intravenöz Fe preparation daha hızlı etki ettiğinden iyi bir alternatif olabilir.
Introduction: The most frequent causes of perinatal and maternal mortality and morbidity is antepartum bleeding. Placenta previa is very important in antepartum bleeding. The incidence is 03-03 %. It can be total, partial, marginal or low segment placed placenta previa. Bleeding in placenta previa cases is an unpainful hemorrhage which is not seen until the 2.trimester.Death caused by placenta previa decreases with adequate blood transfusion caeserian/sectio which advised by Bill in 1927Jehovah’s witnesses is a religion group which has a lot of member in the world who don’t accept the transfusion of blood and blood products because of their belief thus there is a difficulty in this patient’s treatment. In this case, we discussed a placenta previa case belongs to Jehovah’s witnesses.
Case: 36 years old, according to the last menstrual bleeding 31-32 weeks pregnant women came to our clinic with vaginal bleeding complaint. MGS04 treatment was started as tocolysis, steroid was given for lung maturation, and followed for bleeding. After 3 weeks the Hgb level ped to 10,6gr/dl so iv Fe treatment was started. After 1 week, because of bleeding, patient was undergone to cesearianlsection. No complication was seen per or postoperatively. Baby was followed in newborn sendee for respiratuvar problems by CPAP.
Results: Hemostasis and surgical procedures (radical operations if needed) must be applied promptly in cases which transfusion can’t be performed. Also ivferrum therapy was prepared for probability of bleeding. In these patients iv ferrum therapy can be more effective over eritropoetin; because of the shorter affecting time. But in patients with severe anemia increase risk of post operative mortality and morbidity must be remembered.

LookUs & Online Makale